Hûd Sûresi 6. Ayet

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ  ...

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve yoktur
2 مِنْ hiçbir
3 دَابَّةٍ canlı د ب ب
4 فِي
5 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
6 إِلَّا
7 عَلَى ait olmayan
8 اللَّهِ Allah’a
9 رِزْقُهَا rızkı ر ز ق
10 وَيَعْلَمُ ve O bilir ع ل م
11 مُسْتَقَرَّهَا onun karar kıldığı yeri ق ر ر
12 وَمُسْتَوْدَعَهَا ve emanet bırakıldığı yeri و د ع
13 كُلٌّ (bunların) hepsi ك ل ل
14 فِي
15 كِتَابٍ bir Kitap’tadır ك ت ب
16 مُبِينٍ apaçık ب ي ن
 
Allah Teâlâ burada, insanlar dahil yeryüzündeki bütün canlıların rızıklarını yaratmanın kendine ait bir iş olduğunu vurgulayarak önceki âyetin anlamını pekiştirmektedir. Bir sonraki âyette buyurulduğu üzere gökleri ve yeri yaratan O olduğu gibi, yeryüzünde sürünen, hareket eden, ayaklarıyla yürüyen, sularda yüzen, gökyüzünde uçan veya başka şekillerde hareket eden büyük, küçük, görülebilen ve görülemeyen bütün canlıları yaratan (krş. en-Nûr 24/45) ve rızıklarını iradeleri vasıtasıyla veya kendi iradesiyle ulaştıran yine O’dur. O, yer küresini bu canlıların rızıklarını karşılayacak biçimde yarattığı gibi, her türe münasip rızıkları da yaratmıştır. Canlıların yapılarını, rızıklarını elde edecek şekilde yaratmış, besinleri temin etmeleri için bazılarına akıl ve irade gücü, bir kısmına da yalnızca içgüdü vermiştir.
 Allah’ın rızkı tekeffül etmesi “canlıların rızıklarını kazanmak için hiçbir çaba harcamalarına gerek olmayacağı” şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah insanlara akıl ve irade, hayvanlara da içgüdü vermiştir. Öteki canlılar rızıklarını elde etmek için içgüdülerini kullandıkları gibi insanlar da akıl, irade, ruhsal ve fiziksel yeteneklerini kullanmak durumundadırlar.
 Meâlinde “halen bulunduğu yer” diye tercüme ettiğimiz müstekar ve “emanet olarak konulacağı yer” diye tercüme ettiğimiz müstevda‘ kelimelerinden birincisi müfessirler tarafından –insan göz önüne alınarak– “canlının bu dünya üzerinde bulunduğu yer”, ikincisi ise yeryüzündeki istikrarından önce “babanın sulbünde veya ananın rahminde bulunduğu yer” yahut müstekar, “hayatta iken bulunduğu yer” müstevda‘ ise “öldükten sonra konulacağı yer” olarak açıklanmıştır (bk. Râzî, XVII, 186; Ateş, IV, 294; bu kavramlarla ilgili bizim yorumumuz için bk. En‘âm 6/98).
 “Apaçık kitap”, tefsirlerde Allah’ın ezelî ilmi veya levh-i mahfûz olarak yorumlanmıştır (bk. Râzî, XVII, 186; Elmalılı, IV, 2758). İnsan hayatı görünürde durgun, gerçekte akan büyük bir nehir gibidir. Bir noktadan aynı su iki kere geçmez; her an yer değiştirir; aynı yer durur gibi gözüktüğü için müstekar (karargâh), terkedildiği ve başkasıyla değiştirildiği için müstevda‘ (konulup göçülen yer) niteliğini taşımaktadır. Buna göre yukarıda anlatılanların tamamı Allah’ın ilminde mevcuttur.
7. Allah Teâlâ, önceki âyette ilim ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillere değindikten sonra, burada da o sıfatlarının tecellileri ve eserlerinden olan gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu ifade ederek, yine ilminin ve kudretinin sonsuzluğuna işaret etmektedir. Burada “gökler ve yer” ifadesinin onlardaki diğer varlıkları da içerdiğinde şüphe yoktur. Nitekim yüce Allah başka âyetlerde bu ikisinin arasında bulunan varlıkları da kendisinin yarattığını ifade buyurmuştur (meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arş hakkında bk. A‘râf 7/54; Elmalılı, III, 2171-2185).
 Burada anlatılan arşın mahiyeti bilinmediği gibi suyun mahiyeti de bilinmediği için “Allah’ın arşının su üzerinde olması” müteşâbih kalmakta, bundan maksadın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir (müteşâbih hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/7). Bu sebeple “Bundan ne kastedildiğini Allah Teâlâ daha iyi bilir” demekle yetinmek en uygun yoldur.
 Allah Teâlâ insanların hangisinin daha güzel davranacağını denemek için gökleri ve yeri yarattığını; başka bir ifadeyle göklerin ve yerin yaratılış hikmetinin insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini denemek olduğunu ifade buyurmuştur. Çünkü yer ve göklerin nimetlerinden faydalananlar insanlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzünde ne varsa hepsinin insanlar için yaratılmış olduğu (bk. Bakara 2/29), göklerde ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah’ın bir lutfu olarak insanın emrine verildiği bildirilmektedir (bk. Câsiye: 45/13); insanın yaratılışındaki hikmet ise yaratana kulluk etmektir (bk. Zâriyât, 51/56). Sonuçta göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Allah’a kulluk etmeye imkân vermek, ortam oluşturmak üzere yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yer ve göklerin insanlığa hizmetinin yanında daima yüce Allah’ı tesbih ettiği de bildirilmiştir (bk. İsrâ 17/44). Buna göre insan dışındaki varlıklar da ilâhî iradeye boyun eğerek bir mânada O’na kulluk etmektedirler.
 “Düzmece” diye tercüme ettiğimiz sihr kelimesi sözlükte, “bir şeyi aslî durumundan çıkarıp başka bir duruma sokmak, mahiyetini değiştirmek” anlamlarına gelmektedir (bk. Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, “sihr” md.); dolayısıyla sahte ve gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek mânasında düzmece kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmek-tedir. Bağlam dikkate alındığında burada sihr kelimesinden bu mânanın kastedildiği anlaşılır. Zira âhirete inanmayanlara dünyada yaptıklarından hesaba çekileceklerini haber vermek üzere, “Öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz” denildiğinde, “Bu apaçık bir sihirdir” diye verdikleri cevaptan maksatları bilinen (büyü) anlamındaki sihir değil, onlara göre varlıklıların dünya hayatının tadını çıkarmalarını engellemek, fakir ve yoksulları da avutmak maksadıyla ortaya atılmış düzmece sözlerdir.“Bu, apaçık bir düzmecedir” cümlesindeki işaret zamirini müfessirler farklı anlamlarda yorumlamışlardır: a) “Öldükten sonra dirileceklerine dair” olan bu söz, insanları dünya nimetlerinden mahrum etmek, onları kendinize boyun eğdirip itaat ettirmek için uydurduğunuz bir hiledir. b) Bundan maksat Kur’an’dır yani öldükten sonra dirilme olayının gerçekleşeceğini söyleyen Kur’an sihir gibi bâtıl, gerçek olmayan bir düzmecedir. Dolayısıyla ona hiçbir konuda inanılamaz ve güvenilemez. 
 Ayrıca sihr kelimesinin sehir veya sâhir şeklindeki farklı kıraatine göre cümle şöyle de tercüme edilebilir: “Bu (Muhammed) düpedüz bir sihirbazdır” (Zemahşerî, II, 260; Râzî, XVII, 188 vd.; sihir hakkında bilgi için bk. Bakara 2/102).
 8. Bu âyet müşriklerin yukarıdaki iddialarına cevap olmak üzere indirilmiştir. Meâlinde “süre” diye tercüme ettiğimiz “ümmet” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Meselâ burada “süre, vade” anlamlarına gelmektedir; diğer yerlerde ise ortak özellikler taşıyan canlılar topluluğu (En‘âm 6/38), iyi hasletleri kendinde toplayan kişi (Nahl 16/120), izlenen yol, inanç, yaşayış tarzı (Zuhruf 43/22) ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır (ümmet kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/128, 134, 141, 143; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emm” md.).
 Bir önceki âyette belirtildiği üzere Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini ve dünyada Allah’a şirk koşmanın âhirette cezayı gerektireceğini haber verdiğinde, müşrikler bu söze “düzmece” deyip alay ederek cezanın çabucak gelmesini istiyorlardı; ilâhî hikmet gereği ceza hemen gelmeyip belli bir süre ertelenince de bunu âcizlik sanarak cezanın niçin hemen gelmediğini soruyorlardı. Yüce Allah bu soruya cevap vererek alay ettikleri cezanın mutlaka gelip onları çepeçevre kuşatacağını ve geldiği zaman onu hiçbir gücün geri çeviremeyeceğini haber vermektedir. Bu cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi gerçekleşeceği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı cezanın 3. âyette işaret edilen büyük güne yani kıyamet gününe ertelendiğini söylerken bir kısmı da âyetteki “sayılı, belirli” anlamına gelen ma‘dûde kelimesinden hareketle, kısa ve belirli bir süre sonraya yani müslümanlara cihad emrinin geldiği güne ertelendiğini ve hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra Bedir Savaşı’nda bu azabın onları çepeçevre kuşattığını söylemişlerdir (bk. Şevkânî, II, 548). Nitekim Bedir Savaşı’nda müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar, çoğunluğu ileri gelenlerinden olmak üzere 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir edilmiştir. Bize göre âyette kastedilen azap Bedir Savaşı ile sınırlı olmayıp daha sonrakileri hatta âhiretteki azabı da kapsamaktadır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 148-151
 

ودع: Rahat, huzur, sukûnet manalarına gelen دَعَة kelimesi;  genelde basit ve değersiz anlamında kullanılır. تَوْدِيع (وَدَّعَ)  ise ‘yolcuya, Allah (cc) yolculuğun tasasını ondan alıp götürsün diye ve ona دَعَة  (rahat/huzur) ulaştırsın diye dua etmendir. Literatürde bu ifade yolcuyu uğurlama ya da geçirme, ve terk etme anlamında kullanılır hale gelmiştir. (Müfredat) 

 

Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) 

Türkçede kullanılan şekilleri tevdî etmek, vedâ, elvedâ, mevduat, mudi’ ve vediadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ 

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  دَٓابَّةٍ  lafzen mecrur, mübteda olarak mahallen merfûdur. فِي الْاَرْضِ  car mecruru  دَٓابَّةٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. 

اِلَّا  hasr edatıdır. عَلَى اللّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. رِزْقُهَا  muahhar mübteda olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَعْلَمُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Bilmek anlamında kalp fiilidir. مُسْتَقَرَّهَا  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مُسْتَوْدَعَهَا  atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur. 

مِنْ  nefî, nehîy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef’ûl ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M.Meral Çörtü Nahiv s.341 )

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübtedayı ve haberi iki mef’ûl yaparak nasbederler. 3 gruba ayrılırlar:

1. Bilmek manasında olanlar.  ألفي -  دري -  رأي -  وجد - علم fiilleridir. 2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir. ظنّ -  حسب -  خال - زعم - عدّ  fiilleridir.

3. grupta olan değiştirme manası ifade edenler aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir. جعل - صيّر - إتّخذ  - ردّ  -  ترك  fiilleridir.Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.

Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 

1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdarı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مُسْتَقَرَّهَا  -  مُسْتَوْدَعَهَا  kelimeleri sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan istif’âl babının ism-i mef’ûludur.


كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

İsim cümlesidir.  كُلٌّ  mübteda olup damme ile merfûdur. كُلٌّ ’deki tenvin hazfedilmiş muzâfun ileyhe işarettir. Takdiri, …كلّ شيء في الحياة  (hayattaki her şey...) olabilir. فٖي كِتَابٍ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. مُب۪ينٍ  kelimesi  كِتَابٍ ’in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.

Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. Ayette müfred şeklindedir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مُب۪ينٍ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

 

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

 

وَ  istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

دَٓابَّةٍ  mübteda, عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا  cümlesi haberdir.

Müsnedün ileyh konumundaki   دَٓابَّةٍ  kelimesine dahil olan  مِنْ  tekid ifade eden zaid harftir.

Müsnedün ileyhteki nekrelik kesret, nev ve umum ifade eder. 

Mübteda mecrurla sıfatlandığında, nekre gelmesi caizdir. (Ahmet b. Muhammed el-Hırât

فِي الْاَرْضِ  car-mecruru, mübteda olan  دَٓابَّةٍ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

فِي الْاَرْضِ  car-mecrurundaki  فِي  harfinde istiare vardır. Burada zarfiyye olan  فِي  harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. Yeryüzü içine girilmeye müsait bir şey değildir. Fakat durumu mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf  على  yerine kullanılmıştır. Yeryüzünde bulunmak, bir şeyin bir kabın içinde muhâfaza edilmesine benzetilmiştir.

دَٓابَّةٍ  için müsned olan  عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede, îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur  عَلَى اللّٰهِ, mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  رِزْقُهَا, muahhar mübtedadır. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Varlıklar içinde rızkın sadece Allah’a hasrı, örfte Allah’ın rızkın müsebbibi ve takdir edicisi olma durumundan dolayı mecaz-ı aklîdir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا  cümlesi de nefiy  مَا  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasrla tekid edilmiştir. İki tekit hükmündeki kasr mübteda ve haber arasındadır.   دَٓابَّةٍ  mevsuf/maksûr, haber, sıfat/maksûrun aleyh olmak üzere kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Bütün canlılar Allah’ın rızıklandırmasına kasredilmiştir. Bütün canlılar maksûr, Allah’ın rızıklandırması maksûrun aleyhtir. 

Yeryüzünde bulunan her canlının rızkının yaratılması ve ona ulaştırılması yalnız Allah'a aittir. Bu, ya tabii yoldan ya da irade yoluyla olur. Allah lütuf ve rahmetiyle buna kefil olmuştur. Bu konuda vücûb bildiren bir ifade kullanılmıştır. Çünkü Allah'ın buna dair vaadi daha önce gerçekleşmiştir.  Bir de rızkın mutlaka sahibini bulacağını tespit ve mükellefleri Allah'a güvenmeye alıştırmak içindir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)

Car-mecrurun takdimi kasr ifade etmiştir. Kasr, mübteda ve haber arasındadır. Takdim kasrında takdim edilen her zaman maksûrun aleyh, tehir edilen ise maksûrdur. عَلَى اللّٰهِ , maksurun aleyh/sıfat, رِزْقُهَا  maksûr/mevsûf olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

Yani müsnedün ileyhin, takdîm edilen bu müsnede has olduğu ifade edilmiştir.

Mecrur haber, vasıf kuvvetindedir. Haber olarak gelen mecrurlar, zarflar, mübtedanın bununla vasıflandığını ifade ederler. Nahiv alimlerinin açıkladığı gibi kelamda  كائِنٍ  benzeri bir müstekar takdiriyle husûl ve sübut ifade eder. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr, Şuarâ/113)

Zeccâc şöyle demektedir:  دَٓابَّةٍ  kelimesi her canlıya verilen bir addır. Zira  دَٓابَّ  kelimesi, دبيب (kımıldama, debelenme) kelimesinden alınmış bir isimdir. Bu lafza, müenneslik  ةٍ ’si getirilerek, erkek olsun dişi olsun ruh sahibi her canlı hakkında kullanılmıştır. Ancak ne var ki bu kelime, Arapların örfünde hassaten at için kullanılmaktadır. Bu ayette bu lafızla kastedilen ise aslî lügat manasıdır. Bu sebeple bu ifadenin içine bütün canlılar girmektedir. Bu husus müfessirler arasında müttefekun aleyh olan bir husustur. Buradaki  عَلَى  harf-i ceri vücûb ifade eder. Bu da canlılara rızık vermenin Allah’a vacip olduğuna delalet eder. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

 

وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ


وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا  cümlesi, atıf harfi  وَ ‘ la  عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir. İsim cümlesinden fiil cümlesine geçişte iltifat sanatı vardır.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ , temasül nedeniyle mef’ûl olan  مُسْتَقَرَّهَا ‘ya atfedilmiştir.  

مُسْتَقَرَّهَا - مُسْتَوْدَعَهَا  kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

مُسْتَقَرَّ , o canlının yeryüzündeki, dünyadaki yeridir.  مُسْتَوْدَعَ  ise o canlının, sulbte veya rahimde, yahut da yumurtada karar kılmadan önce bırakılmış olduğu yerdir. Ferrâ, “Canlı mahlukun gece-gündüz sığındığı yere مُسْتَقَرَّ , ölüp kaldığı yere ise  مُسْتَوْدَعَ  ‘da denilmiştir.” (Fahreddîn er- Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)


كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

Ta’lil hükmünde istinafiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. 

Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede îcaz-ı hazif sanatı vardır.  ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ  car mecruru mahzuf habere mütealliktir.

Müsnedün ileyh olan  كُلٌّ ’deki nekrelik; hazfedilmiş muzâfun ileyhe işarettir. Takdiri, …كلّ شيء في الحياة  (hayattaki her şey...) olabilir. Bu tenvine ivaz tenvini denir.

مُب۪ينٍ  kelimesi, كِتَابٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

كِتَابٍ ’deki nekrelik, tazim içindir.

مُب۪ينٍ , hem  بَانَ  hem de  اَبَانَ  fiilinden geliyor olabilir. Bu yüzden hem “açık” hem de “açıklayıcı” anlamındadır. 

Bütün canlıların rızıkları, karar kıldıkları yerler, emanet olarak bulundukları mekânlar, levh-i mahfuzda tespit edilmiştir. Bunlar levh-i mahfuza bakan melekler için açıktır. Yahut levh-i mahfuz, içinde tespit edilmiş olanları bakanlara açıklar. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)