اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اللَّهُ | Allah |
|
2 | الَّذِي | odur ki |
|
3 | رَفَعَ | yükseltti |
|
4 | السَّمَاوَاتِ | gökleri |
|
5 | بِغَيْرِ | olmadan |
|
6 | عَمَدٍ | bir direk |
|
7 | تَرَوْنَهَا | görebileceğiniz |
|
8 | ثُمَّ | sonra |
|
9 | اسْتَوَىٰ | istiva etti |
|
10 | عَلَى | üzerine |
|
11 | الْعَرْشِ | Arş |
|
12 | وَسَخَّرَ | ve boyun eğdirdi |
|
13 | الشَّمْسَ | güneşi |
|
14 | وَالْقَمَرَ | ve ay’ı |
|
15 | كُلٌّ | her biri |
|
16 | يَجْرِي | akıp gitmektedir |
|
17 | لِأَجَلٍ | bir süre için |
|
18 | مُسَمًّى | belirli |
|
19 | يُدَبِّرُ | düzenliyor |
|
20 | الْأَمْرَ | işi(ni) |
|
21 | يُفَصِّلُ | açıklıyor |
|
22 | الْايَاتِ | ayerleri |
|
23 | لَعَلَّكُمْ | böylece |
|
24 | بِلِقَاءِ | karşılaşacağınıza |
|
25 | رَبِّكُمْ | Rabbinizle |
|
26 | تُوقِنُونَ | kesin olarak inanırsınız |
|
“Gökler” anlamına gelen semâvât kelimesi yıldızların, güneş sistemlerinin ve galaksilerin kendi yörüngelerinde seyrettikleri uzayı ifade eder. Yüce Allah burada bir tabiat kanununa işaret etmekte, gökyüzündeki bu cisimleri bizim görebileceğimiz bir direk olmaksızın kudretiyle yükseltip yönettiğini haber vermektedir. O, bu büyük kütleleri uzay boşluğunda hareket eden bir sisteme bağlamış, bunları birbirinden uzak tutmak ve birbirine çarpmamalarını sağlamak için bu kütlelere merkezkaç kuvveti ve kütlesel çekim gücü yerleştirmiş, böylece bir denge sağlamak suretiyle bunların sonsuz olarak birbirlerinden uzaklaşmalarını veya birbiri üzerine düşmelerini önlemiştir. Nitekim Hac sûresinin (22) 65. âyetinde Allah Teâlâ “Kendi izni olmadıkça yer kürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O’dur” buyurarak bu cisimler arasındaki ilâhî nizama işaret etmiştir (bu konuda bk. Bakara 2/22, 29, 164; Allah’ın arşa istivâ etmesi konusunda bilgi için bk. A‘râf 7/54).
Âyette Allah’ın güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdiği, bunları kullarının hizmeti için yarattığı, her birinin belirlenmiş bir vakte yani kıyamete kadar akıp gideceği bildirilmektedir (güneş ve ayın hareketleri hakkında bilgi için bk. Yâsîn 36/38-40). Yukarıda da belirtildiği üzere bu cisimler durağan değil hareket halinde bir sisteme bağlı bulunmaktadır. Ay dünya çevresinde, dünya güneş çevresinde, güneş ise uydularıyla birlikte bir sistem olarak kendi yörüngesinde belirli bir süreye kadar akıp gidecektir. Bu ifade dünyanın hatta yaratılmış âlemin sonlu olduğuna işaret eder. Ayrıca âyet bütün olarak evrendeki oluşum ve değişimlerin, bunlarla ilgili “tabiat kanunları” denilen yasaların tabiatın özünden kaynaklanmayıp Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret ve hikmetinin eserleri olduğunu da gösterir. “İşleri Allah düzenliyor” meâlindeki cümle bunu açıkça ifade etmektedir. Bütün bunlar Allah’ın kudretini gösteren alâmetlerdir. Allah bunları açıklıyor ki insanlar onun kudretini tanısın ve evreni yaratıp yöneten Allah’ın insanları öldükten sonra diriltip huzurunda toplayabileceğine ve dünyada yaptıklarından hesaba çekebileceğine kesin olarak iman etsinler.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 271
اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ
İsim cümlesidir. اَللّٰهُ lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası رَفَعَ السَّمٰوَاتِ ’dır. Îrabdan mahalli yoktur.
رَفَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. السَّمٰوَاتِ mef’ûlün bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanırlar.
بِغَيْرِ car mecruru السَّمٰوَاتِ ’ın mahzuf haline mütealliktir. Takdiri, خالية عن عمد (kasıtlı olarak onsuz) şeklindedir. عَمَد muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur. تَرَوْنَهَا cümlesi, السَّمٰوَاتِ ’nin hali olarak mahallen mansubdur.
تَرَوْنَ fiili نَ ’nun sübutuyla mahzuf elif üzere merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. اسْتَوٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. عَلَى الْعَرْشِ car mecruru اسْتَوٰى fiiline mütealliktir.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).Ayette fiil cümlesi şeklindedir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayanaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadir-i mutlaktır. Bu manadaki تَرَوْنَهَا zamir “direksiz göklere” racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Onun için üzerinde vakıf evladır. Burada bir cim secavendi vardır. Göklerin yükseltilmesi görünmez direklerle değil, gerçekte ve gözlemde görüldüğü gibi direksiz olarak doğrudan doğruya Allah'ın kudretine dayalı bulunmaktadır ve kudretin sonsuzluğunu ispat etmektedir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَوٰى fiili, sülasi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındandır. Sülâsîsi سوي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَخَّرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الشَّمْسَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. الْقَمَرَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
سَخَّرَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi سخر ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlün çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ
Cümle, سَخَّرَ ’deki mef’ûlün hali olarak mahallen mansubdur.
İsim cümlesidir. كُلٌّ mübteda olup damme ile merfûdur. Muzâfun ileyh hazf edilmiştir. Takdiri, كلّ كوكب şeklindedir. يَجْر۪ي cümlesi, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَجْر۪ي fiili ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. لِاَجَلٍ car mecruru يَجْر۪ي fiiline mütealliktir. مُسَمًّى kelimesi اَجَلٍ ’nin sıfatı olup, elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur.Ayette müfred şeklindedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُسَمًّى , sülâsi mücerredi, سمو olan fiilin ismi mef’ûludur.
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ
Cümle, اسْتَوٰى ‘daki failin hali olarak mahallen mansubdur.
Fiil cümlesidir. يُدَبِّر damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الْاَمْرَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
يُفَصِّلُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الْاٰيَاتِ mef’ûlün bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanırlar.
يُدَبِّرُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi دبر ’dir.
يُفَصِّلُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi فصل ‘dir.
لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
İsim cümlesidir. لَعَلَّ terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder.Tereccî, husûlü arzu edilen ve sevilen, imkân dahilinde olan bir şeyin istenmesidir.
كُمْ muttasıl zamir, لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. بِلِقَٓاءِ car mecruru تُوقِنُونَ fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. رَبّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تُوقِنُونَ cümlesi, لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
تُوقِنُونَ fiili نَ ’nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
تُوقِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi يقن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması O’nun azamet ve kudretini ifade etmenin yanı sıra telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, haberin biliniyor olmasının yanında, sonraki habere dikkat çekmek içindir.
Haber konumundaki müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sıla cümlesi olan رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا [Semavatın direksiz olarak yükseltilmesi] ifadesi, Allah’ın kudretinden istiaredir.
بِغَيْرِ car mecruru السَّمٰوَاتِ ’ın mahzuf haline mütealliktir. Takdiri, خالية عن عمد (Direksiz) şeklindedir. Halin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
بِغَيْرِ عَمَدٍ izafetindeki nekrelik selbin umumu içindir.
تَرَوْنَهَا cümlesi, السَّمٰوَاتِ ’nin halidir. Hal; cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ne kadar dikkat çekicidir ki ayette göklerin direksiz yükseltildiği mekanik olgudan ilâhi kudrete bir delil gösterildikten sonra, bir de تَرَوْنَهَا (görüyorsunuz, gördüğünüz gibi) buyurulmuştur. Gerek halkın sıradan temaşa ve gözlemlerinden gerek fen ehlinin ve uzmanların rasathanelerden ve dev aletlerle yaptıkları gözlemlerin hepsini içine alan bu “rüyet” fiilinin, bu “görüyorsunuz veya görüp duruyorsunuz” cümlesinin burada belâgatlı bir tenbihi ifade ettiği açıkça ortadadır. Bununla uzayı gözleyip, araştırmak için vahiy gözetmeyerek rasat ve rüyetin esas alınması hususuna da ayrıca tenbih olunmuştur. Kâinatın mekanik özelliği karşılığında bir de ruh ve şuur olayları bulunduğuna dikkat çekilerek âfak (insanın dışındaki alem) ile enfüs (insanın kendi alemi) arasındaki ilişkiler hatırlatılmış ve dolayısıyla Hakk'ın varlığına şahitlik eden delillerin yalnızca mekanik ilişkilerdeki sırlarla değil, asıl bu ruhsal ilişkiler ile tecelli edeceği anlatılmış ve “sonra arş üzerine hakim oldu” kavramına bir giriş olmak üzere, kudret-i ilâhiyyenin âfak (dışta) ve enfüsteki (içteki) etki alanı üzerinde düşündürmek için bir hazırlık yapılmıştır. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ
Tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ ile sıla cümlesine atfedilen ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ibaresinde istiare vardır. Çünkü gerçek anlamda istiva ile sadece yükselen-alçalan, doğrulan-eğrilen cisimler nitelenir.
اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ [Arşa kurulmuştur] ibaresinde tevriye sanatı vardır. اسْتَوٰى fiilinin kökü; aynı seviyede olmayı ifade eden سَوٰى fiilidir. Yerle bir hizaya gelmek olduğu için oturmak anlamında kullanılır. Ama esas mana; yönetmek, hükmetmektir. Seviye; aynı seviyede olmak, oturmak demek, bir manası da yönetmektir. Burada uzak mana kullanılmıştır. Demek ki bu ibarede iki farklı sanat düşünülebilir.
اسْتَوٰى kelimesinin iki manası vardır: Yakın manası “bir yerde karar bulmak” tır. Uzak manası ise saltanat ve istilâdır. Allah Teâlâ cisim olmaktan münezzeh olduğu için yakın mananın murad edilmesi münasip değildir. Dolayısıyla uzak mana kastedilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Buradaki اسْتَوٰى ile bir mahal ve mekânı işgal etmek değil de “kudret ve saltanat bakımından hakim olmak” anlamı kastedilmiştir. Bu ifade, “Falanca kral krallığının tahtına kuruldu; buyruk- yasak kürsüsüne (‘Arş üzerine istiva etti.’ sözü, ‘Tahta oturdu, tahta geçti, tahta kuruldu.’ anlamında temsîli istiaredir. Allah Teâlâ’nın varlıkların bizzat yönetimini ve murakabesini elinde bulundurması hali, kralın tebaasını yönetmek üzere tahta geçip oturması durumu ile temsil edilmiştir.) malik oldu” anlamında ”Falanca kral, kraliyet tahtına oturdu/kuruldu” denmesi gibidir. (Allah Teâlâ’nın) -gerçekte üzerine oturacağı tahtı ve el ile işaret edilecek (şekilde maddi yapıda) yüksek bir yeri bulunmasa da -bu şekilde (arşı olmakla) nitelenmesi güzel olmuştur. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ [O Rahman arşa istiva etmiştir.] Burada اسْتَوٰى [istiva etti] sözcüğünün akla gelen ilk anlamı oturmaktır. Ancak bu, İslam inancına zıttır. Çünkü oturma, Allah’ın cisim olmasını ve bir mekân edinmesini gerektirir. Bundan dolayı burada sözcüğün uzak anlamı kuşatmak, istila etmek kastedilmiştir. Ayette istiva sözcüğünden önce veya sonra, yakın ya da uzak anlamına delalet eden bir karîne (ipucu) zikredilmediği için burada tevriye-i mücerrede vardır. (Dr Mustafa Aydın, Arap Dili Belâgatında Bedî’ İlmi ve Sanatları)
Bazı Hanefî ulemasına göre, Arş üzerine istiva, Allah Teâlâ'nın keyfiyeti bilinmeyen bir sıfatıdır. Allahü teâlâ, bir yerde durmak (istikrar) veya bir mekân edinmekten münezzeh olarak, kastettiği veçhile Arş üzerine istiva etmiştir.
Arş, bütün her şeyi kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden veya hükümdar tahtına benzetildiğinden dolayı bu ismi almıştır. Bütün işler ve tedbirler oradan nazil olur. Diğer bir görüşe göre ise, Arş üzerine istiva, bütün kâinat üzerinde hâkimiyet tesis etmek anlamındadır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l- Akli’s-Selîm)
اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ibaresinde yer alan عَرْشِ, hakimiyetle/mülkle eş anlamlı olan Melik’in tahtıdır. عَرْشِ kelimesini, مُلك kelimesinin yerine kinaye olarak kullanmışlar ve şöyle demişler: “Falanca arşa istiva etti” derken mülkü/hakimiyeti ele geçirdi demek istiyorlar, her ne kadar söz konusu kişi (şeklen/ gerçekten) tahta oturmamış da olsa… Gerçi tahta oturması, hakimiyeti sembolize etmesi açısından daha bariz, daha basit ve durumu daha açıklayıcıdır. Ama tahta oturma olgusu, eyleme dönüşmese de اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ tabiri, hakimiyeti sembolize eder.
Zemahşerî meseleyi daha açık hale getirmek için özetle şunları söyler:
Nasıl eli açık ibaresi cömertlik; eli bağlı/kapalı ifadesi cimrilik için kullanılıyorsa burada da buna benzer bir durum geçerlidir. Nitekim bu ifadeler kimin için kullanılırsa kullanılsın akla cömertlik ve cimrilik gelir. Hatta hiç eli olmayan biri için bile eli açık ya da eli bağlı / kapalı deriz ve söylediğimizden cömertlik ve cimrilik net bir şekilde anlaşılır. (Keşşâf III. 54 ve Kur’an’daki Deyimler ve Zemahşerî’nin Keşşâf’ı)
Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in 6 suresinde aynen tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ
Aynı üslupta gelen cümle, …رَفَعَ السَّمٰوَاتِ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ cümlesi سَخَّرَ ’deki mef’ûlün müekked hali olarak ıtnâbtır.
Hal; cümlede failin, mefulün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır. Müekkid hal, cümleye yeni bir mana yüklemeyip sadece kendinden önceki failin, mef’ûlün ya da cümlenin manasını tekid eder. Müekkid hal ile medh, tazim, tahkir veya tehdit amaçlanır. (Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2017/3 yıl: 8 cilt: VIII sayı: 18 s.174)
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan كُلٌّ ‘deki tenkir umuma işarettir. Bu tenvine ivaz tenvini denir. Hazfedilmiş muzâfun ileyh yerine gelmiştir. Takdiri, كوكب (gezegen) olan muzâfun ileyh mahzuftur. Muzâfun ileyhin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّى cümlesi haberdir.
Müsnedin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir. Muzari fiilin tecessüm özelliği sayesinde muhayyile harekete geçer ve konuyu anlamak kolaylaşır.
يَجْر۪ي fiiline müteallik اَجَلٍ car-mecrurundaki nekrelik tazim ifade eder.
مُسَمًّى kelimesi اَجَلٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
مُسَمًّى , belirli vakitten kinayedir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
عَلَى - رَفَعَ ile الشَّمْسَ - الْقَمَرَ - السَّمٰوَاتِ ve لِاَجَلٍ - مُسَمًّىۜ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Musahhar kılınanlar güneş ve ay olarak ayrıldıktan sonra ikisinin özellikleri zikredilmiştir. Bu üslub cem' ma’at-tefrîk ve’t taksim sanatıdır.
Ayette bütün bu yaratılanların sıralanmasında asıl amaç Allah Teâlâ’nın yüce kudretini muhataba göstermektir. Kevni ayetlerin sayılmasının altında bu yüceliği vurgulama amacı vardır. Bu idmac sanatıdır.
Burada güneşle aydan söz edilmesi, tahsis için değil, yeryüzünden bakanlar için görünüşte ilk göze çarpan önemli iki gök cismi olmalarından dolayıdır. En çok göze batan ve en büyük gibi görünen bu ikisini emri altına alınca öbürlerinin de ilâhi emre boyun eğmiş oldukları kendiliğinden anlaşılır. Nitekim hepsini içine alacak şekilde buyuruluyor ki her biri, yani o göklerin her bir bölümü, gerek güneşle ay, gerek yıldızlardan her biri ve sonuç olarak hepsi belli bir ecel için akıp gitmektedir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Ayette güneşin ve ayın Allah’ın buyruğu altında olması ve belli bir zamana kadar akıp gitmesi ifade edilmektedir. Ayın ve güneşin akıp gideceği zamanın belirli olduğunu ifade eden kelime مُسَمًّى ism-i mef’ûldür. Akıp gidecekleri zamanı Allah’ın belirlemesi geçmiş zamanda olmuştur. Öyle ise burada ism-i mef’ûl geçmiş zamana delalet etmektedir. (Hasan Duran, Kur’an-ı Kerim’de Teceddüt ve Sübût Manası İçin Yapılan ‘Udûl Çeşitleri)
İbni Abbas der ki: Yüce Allah burada “belirli bir süre” ile bunların ulaştıkları ve aşmaları söz konusu olmayan derece ve menzillerini kastetmektedir. “Belirli bir süre”nin ayın yörüngesini bir ayda, güneşin de yörüngesini bir senede dolaşması anlamında olduğu da söylenmiştir. (Kurtubî, El-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân)
İbni Abbas şöyle demektedir: Güneşin, her gün bir menzili bulunmak kaydıyla yüz seksen menzili bulunmaktadır ki bu, altı ayda tamamlanır. O güneş, daha sonra yeniden, bir başka altı ay zarfında onlardan birine döner. Ayın da yirmi sekiz menzili vardır. Dolayısıyla, Cenab-ı Hakk'ın, “Her biri muayyen vakte kadar cereyan eder.” buyruğu ile bu kastedilmiş olup sözün özü şudur: Allah Teâlâ, bu yıldızların her biri için hususi bir yöne doğru hızlı veya yavaş olmak açısından hususi bir miktar ve hareket etme gücü takdir etmiştir. Durum her ne zaman böyle olursa bunlar için her an ve her dakika, daha önce bulunmayan başka bir haletin bulunması gerekir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
İsm-i celalden haldir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ cümlesi de istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cenab-ı Hak, bu delilleri ele alınca “Her işi yerli yerinde o yönetir.” buyurmuştur. Müfessirlerden her biri bu ifadeyi, alemin hallerinden bir başka çeşidini yönetmek manasına hamletmişlerdir. Ama evlâ olan, bunu, alemin hallerinin tamamını idare etmek manasına almaktır. (Fahreddîn er- Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil, kelamın bir sebebe bağlanarak ifade edilmesidir. Kastedilen mananın nedenini beyan etmek maksadıyla ziyade sözlerle yapılan ıtnâb sanatıdır.
Burada sanki “Bu fiilleri niçin yapıyor?” şeklinde bir soru sorulmuş da, ona cevap verilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Gayr-ı talebî inşâ cümlesidir. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ car-mecruru önemine binaen amili olan تُوقِنُونَ ‘ye, takdim edilmiştir.
بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ car-mecruru veciz ifade kastıyla izafet formunda gelmiştir. Bu izafet, رَبِّ ismine muzâf olan لِقَٓاءِ ve muzâfun ileyh olan كُمْ zamirinin aid olduğu kişilere şeref ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla رَبِّ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Ayetin başında zikredilen lafza-ı celâlden bu ayette Rab ismine dönülmesi iltifat sanatıdır. Bu iltifatla Allah’tan başka Rab olmadığı vurgulanmış, Allahın rububiyet vasfına dikkat çekilmiştir. Allah ve Rab isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
لِقَٓاءِ , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.
Müsnet olan تُوقِنُونَ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. لَعَلَّ ’nin haberinin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudus, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
لَعَلَّ terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır.
“Umulur ki” anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
لعل harfi gibi ümit ifade eden bir lafız getirmekten murad tezekkür etmeye teşviktir. Kur’an’da Allah’a isnad edilen لَعَلَّ sözleri “muhakkak ki” anlamına gelir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi 58)
لَعَلَّ edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki, her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmam Sîbeveyh de bu görüştedir. Ancak Kutrub (v. 106/724); لَعَلَّ kelimesi “için” manasındadır, demiştir. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)