Bakara Sûresi 2. Ayet

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  ٢

Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 ذَٰلِكَ işte o
2 الْكِتَابُ Kitap ك ت ب
3 لَا yoktur
4 رَيْبَ hiç şüphe ر ي ب
5 فِيهِ kendisinde
6 هُدًى yol göstericidir ه د ي
7 لِلْمُتَّقِينَ müttakiler için و ق ي
 

Bakara sûresi Medine’de nâzil olduğuna göre daha önce birçok sûrenin gelmiş olması gerekir. Bu sûrelerle önemli bir kısmı tamamlanmış bulunan metne “kitap” demek uygun görülmüştür.

“Şüphe yok” ifadesi, hem kitabın Allah’tan geldiği, anlatmak istediğini açıkça anlatabildiği hem de onun bir kılavuz, rehber, ışık olmasıyla ilgilidir; her iki konuda da şüpheye yer yoktur. 

“Rehber” diye çevirdiğimiz hüdâ hidâyetle aynı kökten olup Allah’ın razı olduğu hayat tarzında, iman, ibadet ve ahlâk yolunda ilâhî rehberliği ifade etmektedir. Bu rehberlikten yararlanabilmek için kişide yukarıdaki âyetlerde nitelikleri açıklanan bilincin bulunması gerekir (geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Hidâyet”, DİA, XVII, 473-477)

Müttaki (takvâ sahibi) ve takvâ dilimizde de kullanılan Arapça asıllı kelimelerdendir. Müttakiler kelimesinin lügat mânası, “sakınılması gereken şeylerden sakınanlar” demektir. Kur’an’da ve özellikle bu âyette geçen takvânın mânası onu takip eden âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre takvâ sahibi kimselerde şu beş vasıf vardır: Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızâsı için harcamak, Kur’an’a olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak. Bu vasıfları kendinde gerçekleştirmiş olan mümin takvâ sahibidir, müttakidir. Böylece takvâ sahibi olan müminlerde hâsıl olan şuur, duygu ve davranışlarla ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır. Konuyla ilgili birkaç hadisin anlamı şöyledir: “Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe takvâ sahibi olamaz” (Tirmizî, “Kıyâme”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 24). “Kul, vicdanını rahatsız eden şeyi terketmedikçe takvâ derecesini elde edemez (Buhârî, “Îmân”, 1). Ebû Hüreyre’ye nisbet edilen bir benzetme, “Yolda yürürken dikenler görürsen ya yolu değiştirirsin ya da dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun; işte takvâ da budur; hayatı Allah Teâlâ’nın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır” (takvâ hakkında ayrıca bk. Bakara 2/197).

 
Riyazus Salihin, 694 Nolu Hadis

Adî İbni Hâtim radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yarım hurma vermek suretiyle de olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz. O kadarını da bulamayanlar, güzel bir sözle olsun kendilerini korusunlar.”

(Buhârî, Edeb 34, Zekât 10,  Rikak 49, 51, Tevhîd 36; Müslim, Zekât 66-70. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 37, Kıyâmet 1; Nesâî, Zekât 63-64; İbni Mâce, Mukaddime 13, Zekât 28)
 

   Rayebe ريب :   رَيْبٌ sözcüğü bir şeyle ilgili belirli bir hususta vehme düşüp de sonra onun açığa çıkmasıdır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 36 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. ل  harfi buud, yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir. الْكِتَابُ  işaret isminden bedel veya atf-ı beyan olup damme ile merfûdur. لَا رَيْبَ ف۪يهِ  cümlesi, ذٰلِكَ ' nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

لَا  cinsi nefyeden olumsuzluk harfidir.  اِنَّ  gibi ismini nasb, haberini ref eder. 

رَيْبَ  kelimesi  لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir.  ف۪يهِ, car mecruru  لَا ’nın mahzuf haberine mütealliktir. Takdiri, حاصل  şeklindedir.

هُدًى  kelimesi, ذٰلِكَ ’nin ikinci haberi olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. لِلْمُتَّق۪ينَ  car mecruru  هُدًى ’e veya onun mahzuf sıfatına müteallik olup cer alameti ى 'dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. Maksur isimdir.

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. 

Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir.  اَلْفَتَى – اَلْعَصَا  gibi…

Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir. Maksur isimlerin nekre halinde sonundaki elif-i maksure kelimenin kök harflerinden biriyse bütün irab halleri takdiren olur ve tenvinli fetha ile yazılır ve okunur. Eğer ki kök harflerinden biri değilse bütün irab halleri yine takdiren olur, ancak tek fetha ile yazılır ve okunur. Çünkü sondaki illet harfi ilave olunca kelime gayr-ı munsarif olup cer ve tenvini kabul etmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

ذٰلِكَ الْكِتَابُ [İşte o kitap] ifadesindeki  ذٰلِكَ  üç harften müteşekkildir. ذا işaret, ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. Bu kelime Kur’an’da üç şekilde kullanılmıştır:

1. Gaibe işaret etmek maksadıyla kullanılmıştır: [İşte onda yarışanlar yarışsınlar.] Mutaffifîn 83/26

2. Hâzıra (hazır bulunana, muhataba) işaret etmek maksadıyla kullanılmıştır: Allah Teâlâ şöyle buyurur: [Bunda akıl sahibi için yeterli bir yemin var mıdır?]  Fecr 89/5

3. Gāib ya da hâzır olarak nitelenemeyenin ismi olarak kullanılmıştır: [İşte O Allah, sizin Rabbinizdir.]  En‘âm 6/102 (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)

مُتَّق۪ينَ  kelimesi lügatte ism-i fail (yani etken sıfat/fiil)dir. Kelime, وقى kökünden alınmadır ve iftiâl kalıbında, اِتَّقَى 'dır.

Bu kelimenin ilk harfi و, son harfi ise ى 'dır. Kelime iftiâl kalıbında olduğu için و harfi, ت harfine dönüştürülmüştür. Sonra da bu ت harfi diğer ت harfinin içine katıştırılmış, idgam olunmuştur. Böylece, اتَّقٰى fiili elde edilmiştir.

(Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)

هُدًى  kelimesi mahzuf bir mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Ya da, هُدًى kelimesi, لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ ile birlikte, işaret ismi olan, ذٰلِكَ 'nin haberi olarak mahallen merfûdur. Yahut da  ف۪يهِۚۛ’deki  هِ  zamirinden hal olmak üzere mahallen mansubdur.

Ancak dil, edebiyat ve belâgat bakımından söylenmesi gereken en uygun söz şudur:

“الم"  bağımsız bir cümledir veya yine kendi başına bağımsız bir takım mu’cem (yani manaları pek anlaşılamayan, müphem ve kapalı) harflerdir. Ve birinci cümledir. ذٰلِكَ الْكِتَابُ ise ikinci cümledir. لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ de üçüncü cümledir. هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ de dördüncü cümledir. İşte söylenmesi gereken en doğru söz de budur. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)

هُدًى fiili, bizzat kendi başına bir mef‘ûl yani nesne alabilir. Nitekim, bu ayette kendi adına müteaddi (geçişli) olup mef‘ûl aldığı gibi birden fazla mef‘ûl alabilmesi mümkündür. Geçişli olması ise لِ  ve الى cer edatlarıyla olabilir. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)

مُتَّق۪ينَ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ

 

Surenin ikinci ayeti ibtidaiyye olarak gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.

Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin ism-i işaret olarak gelmesi, işaret edilene dikkat çekip, tazim ifade etmek içindir. İsm-i işaret, müsnedün ileyhi göz önüne koyarak onu net bir şekilde gösterip uzağı işaret eden özelliğiyle onun mertebesinin yüksekliğini belirtir.

لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِ  cümlesi haberdir. Cümledeki  لَا  cinsini nefyeden harftir. İsim cümlesine dahil olur, ismini nasbeder. Bu cümlede  لَا ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Car mecrur  ف۪يهِ  bu mahzuf habere mütealliktir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)  

لِلْمُتَّق۪ينَ  car-mecruru,  ذٰلِكَ ’nin ikinci haberi olup  هُدًى ‘e mütealliktir. هُدًى , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerk mübalağa ifade etmiştir.

لِلْمُتَّق۪ينَ  ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

ذٰلِكَ  ile müşarun ileyh en kâmil bir şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâgi Tefsiri, Duhan/57, C. 5, s. 190)

لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚ  ve  هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  cümleleri  ذٰلِكَ الْكِتَابُ َ ifadesinin tekidi oldukları için öncesine و  ile atfedilmemiştir. (Ali Bulut, Kur’ân-ı Kerim’de ıtnâb Üslûbu, s.134.) 

Allah Teâlâ, bu ayetinde uzağa işaret eden  ذٰلِكَ  ism-i işaretini, müsnedün ileyh olarak getirmek suretiyle Kuran’ın yüceliğine dikkat çekmiştir.

الكتاب  kelimesinin başındaki ال  takısı da kitabın büyüklüğünü ifade etmek için gelmiştir. “Yani îcazında ve açıklamasında mükemmel, fevkalade kitap’’ demektir. (Safvetü’t Tefasir)

الكتاب  kelimesinin başındaki  ال  takısı ahd içindir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

Kuran’ın hidayet rehberi olduğunu reddeden muhataplara onda hiçbir şüphe olmadığı bilgisi tekidsiz bir şekilde verilmektedir. Oysa durum zahiren haberin inkârî formda olmasını gerektirmektedir. Ancak ayet, Kuran-ı Kerim’de hiçbir şüphe olmadığının tartışılmaz bir gerçek olduğunu ifade etmek ve bunu inkâr etmenin abesliğine dikkati çekmek maksadıyla ibtidaî formda gelmiştir. (Sekkâkî, Miftahu’l-Ulûm, s. 174)

Ayette yer alan  لا ريب فيه  cümlesindeki  فيه  zarfının sonra gelmesi, bu kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmayan mükemmel bir kitap olduğunu ve kâfirlerin ileri sürdükleri gibi batıl değil aksine hak bir kitap olduğunu ispat etmek içindir. Ancak ifade bu şekilde değil de zarf öne alınarak  لا فيه ريب  tarzında gelseydi “Bunda değil ama bir başka kitapta şüphe var” vehmini akla getireceğinden maksadı anlatmaktan, gerçekten uzak olacaktı. Dolayısıyla zarfın ertelenmesi istenilen anlamı ortaya koymak için gerekli olmuştur. (Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

Beyzâvî, bu noktaya da işaret ederek ayetlerdeki belâgî sırları şu şekilde sıralar: “Bunlar her birinde ince bir nükte bulunan dört cümledir:

Birincisinde, الم, hazifle beraber maksuda (istenip arzulanana) bir işaret vardır.

İkincisinde, ذالك الكتاب ’deki marifeliğin azameti vardır. 

Üçüncüsünde, لا ريب فيه ’de batılı akla getirme korkusundan zarfın ertelenmesi durumu vardır. 

Dördüncüsünde, هُدًى للمتقين  hazif ve aynı zamanda mübalağa için masdarla niteleme vardır. (Beyzâvî,Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t-Te’vîl)

Burada  ذٰلِكَ  ile, telaffuz edilmiş ve bitmiş olan  الٓمٓ 'a işaret edilmektedir. Telaffuz edilmiş ve bitmiş olan kelime ise uzak olan şey hükmündedir. ذٰلِكَ  kelimesi kişinin konuşup bitirdiği ve ardından “Bunda kuşku yoktur” demek istediği her durumda kullanılır. Aynı şekilde hesap yapan kimse, hesabı bitirdiği zaman, “İşte bu şöyle şöyledir” der. (Keşşâf)

Bu ayette, Takva sahiplerini hidayete erdirir denildi ve fakat, dalalette olanları هُدًى للضلين (dalalettekileri hidayete erdirir) denmedi. Bunun sebebi, iki grup olan dalalet erbabından birinin dalalette kalacağı, diğerinin ise hidayete, doğru yola yöneleceğinin bilinmesidir. Takvaya en yakın olan bu ikincilerdir. لِّلۡمُتَّقِینَ  ifadesi bu grup için zikredilmiştir.(Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

هُدًى للمتقين [Muttakiler için kılavuz] ibaresi mecazi bir ifadedir. Çünkü burada hidayet , Kur'an'a isnat olunmuştur. Bu ise, sebebe isnat kabilindendir. Gerçekte hidayete erdiren Allah Teâlâ'dır. Dolayısıyla burada mecaz-ı aklî vardır. (Safvetü't Tefâsîr)

Bu ayet-i kerimede hazif yerine zikir tercih edilip  هُوَهُدࣰى  buyurulsaydı sıkıcı bir söz olurdu. Çünkü müsnedün ileyh olan kitap gayet belirgindir. Mesafe olarak da yakındır. Bu yüzden zikri bıkkınlık uyandırırdı. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

المتقين  ism-i faildir, وقى  kökünden gelir. Vikaye, korumaktır. O, şeri konularda kendini ahirette zarar verecek şeylerden çeken kimsedir. Bunun da üç derecesi vardır: Birincisi, şirkten uzak durarak kendini ebedî azaptan korumaktır. İkincisi, yapma ve terk etme gibi (aktif ve pasif) her türlü günaha götüren şeylerden uzak durmaktır. Hatta bazılarına göre buna küçük günahlar da dahildir. Şeriatta takva denince akla gelen budur. Üçüncüsü, sırrını haktan meşgul eden şeyden uzak tutup kendini bütün varlığıyla ona vermektir. (Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t-Te’vîl)

Fadl Hasan Abbâs, ma‘rife ve nekre konusunda geniş malumatlar vermiş, konuları ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır. Konunun inceliklerine değinmesi açısından, konu anlatımına ve ayrıntıya girmeden onun verdiği misallerden bir kaçına değinmek yeterli olacaktır. Meselâ   اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ اَقْوَمُ  [Kuşkusuz bu Kur’an en doğru olana iletir…] ayeti ile  ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِ  [İşte Kitap; onda asla şüphe yoktur.] ayetinde müsnedün ileyh marife olarak gelmiştir. Birinci ayette müsnedün ileyh  هٰذَا , ikinci ayette ism-i işaret olan  ذٰلِكَ  marifedir. Bunlar isim konumunda olmalarına rağmen neden ism-i işaret olarak geldi? Bu konuda Fadl Hasan Abbâs şunları söylemektedir:  اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يهدي  ifadesindeنط ism-i işaret yakınlık için,  ذٰلِكَ الْكِتَابُ   ifadesindeki ism-i işaret ise uzak için kullanılmıştır. Cümlelerin siyakı bunu gerektirmektedir. Birinci ayette hidayete erdiren ile hidayete eren birbirine yakın olsunlar diye hidayet zikredilmekte ve bu da yakınlığı gerektirmektedir. İkinci ayette ise ism-i işaret şüpheyi nefyetmek için gelmiştir. Bu da tabiatıyla uzaklığı gerektirmektedir. (Zafer Akyüz,Fadl Hasan Abbâs Ve Belâgat İlmindeki Yeri)