وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِنْ | eğer |
|
2 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
3 | فِي | içinde |
|
4 | رَيْبٍ | şüphe |
|
5 | مِمَّا | -den |
|
6 | نَزَّلْنَا | sana indirdiğimiz |
|
7 | عَلَىٰ | -e |
|
8 | عَبْدِنَا | kulumuz (Muhammed) |
|
9 | فَأْتُوا | haydi getirin |
|
10 | بِسُورَةٍ | bir sure |
|
11 | مِنْ |
|
|
12 | مِثْلِهِ | onun gibi |
|
13 | وَادْعُوا | ve çağırın |
|
14 | شُهَدَاءَكُمْ | şahitlerinizi |
|
15 | مِنْ | -dan |
|
16 | دُونِ | başka |
|
17 | اللَّهِ | Allah |
|
18 | إِنْ | eğer |
|
19 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
20 | صَادِقِينَ | doğru |
|
İslâmiyetin zuhuru sırasında Araplar; edebiyat, belağat ve fesahat konularında tekamülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.
Şair ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
Şairler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
Eski zamanda şiire; "Arab'ın Defteri" deniliyordu. Zira, Arabın ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.
Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsurlar vardı. Güçlü bir şair, hem kendisi, hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.
Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Kurulan bu panayırlar bir nevi edebiyat şöleni idi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şair ve hatipler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunur, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı.
Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi. Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.
Taif'le Nahle arasında bulunan Suk-ı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi...
Panayırlar aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticari, içtimai ve siyasi faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar 20 gün devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, konuşma yapmak isteyen herkes bu panayırlara koşardı. "Şiire bu derce önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır." Böylece, İslâmın zuhuru sırasında Arabistan'da edebiyat, fesahat ve belâğat zirveye ulaşmıştı. Adeta görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın insanüstü üslubuna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur'ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belağat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâğâtı, i'caz (mucizeliği) ve îcazıyla (vecizliği) Arap edip, şair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
Kur'ân'ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fasih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Birgün bedevi Arap ediplerinden biri, "Artık emrolunduğun şeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir," âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.
Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:
"Sen de mi Müslüman oldun?"
"Hayır," diye cevap verdi, bedevi edip.
"Ben sadece bu ayetin belâğâtına secde ettim."
İmr'ül-Kays, Muallaka şairlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi,
"Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi." âyetini işitince, doğruca Kâbe'ye vardı ve;
"Artık kimsenin söyleyecek birşeyi kalmadı. Bu belâğât karşısında kardeşimin şiiri de duramaz."
diyerek kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.
Cahiliyye Devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri şüphesiz "Muallakat-ı Seb'a" (Yedi askı) şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü'r-Raviye tarafından toplanmıştır.
Öte yandan yine o dönemde:
Tufeyl ibn Ammar al dawasi Mekke dışında yaşayan bir kabile lideridir.
İyi bir şairdir.
Tufeyl hac yapmaya giderken onun kabilesinden olup Mekke girişinde yaşayanlar onu uyarıp, gitme, orada bir adam var, sözlerini duyarsan müslüman olursun. Ama illa gideceksen bu pamuk parçasını al ve kulaklarına tıka derler. Ve peygamberimizi sav tarif ederler.
Tufeyl Kabe’ye varıp da peygamberimizi sav görünce kulaklarını tıkar ve bir süre tavaf yaparken düşündü. Neden endişe edip kulaklarımı tıkayayım ki, ben buraların en iyi şairlerindenim, kabilemin reisiyim der ve kulağına tıkadıklarını çıkarır...Sonrasında tabi müslüman olur ve bu hikayeyi kendisi anlatır. (Nouman Ali Khan)
Velid bin Muğiyre ise o dönemde, şiiri çok iyi bilirim, bu bir şiir değil, biz bununla savaşamayız, en iyisi biz buna sihir diyelim. Hem sihirden herkes korkar ve Muhammet’ten (sav) etkilenmemeleri icin onu dinlemelerini engellemiş oluruz, şiir dersek herkes dinlemek ister demiştir. (Nouman Ali Khan)
Gene o dönem islamın en azılı düşmanlarından Utbe İbn Rabia en büyük tartışmacı (debate) ve alaycılardandır. Halktan kimse onun sozleriyle düelloya giremez ve onunla yarışamazdı, etrafındakiler ona gelip neden Muhammed’le (sav) gidip onunla söz düellosuna girmiyorsun dediler.
İddialaşırlar ve Muğîra gider.. İddialaşanlar da onları uzaktan izlemektedirler.
Peygamberimizin yanına gidip takınabildiği en kötü tavrıyla ona ne istiyorsun? Kadın mı? Liderlik mi? Para mı? Buradayım ve ne istersen vereceğim demiştir. Uzun süren hakaretlerden sonra Peygamberimiz sav ona bitirdin mi? deyip.. Fussilet suresini okumaya başlamıştır.
Vahşi bir köpek gibi peygamberimizin önünde haykıran Muğire ağlamaya başlar ve elleriyle peygamberimizin ağzını kapatarak, Yeter! Söyleme artık! Söyleme! Deyip geri onu izleyenlerin yanına dönmüştür.. Ona ne oldu sana diye sorarlar. Senin bu yüzün gittiğin yüz ile aynı değil derler. O da bunun ne olduğunu bilmiyorum ama bu bir sihir değil, bu çok büyük birşey demistir.
Utbe Ibn Rabia: Risâletten önce Kâbe’nin tamiri sırasında Hacerülesved’in içine konulduğu örtüyü tutanlardan biridir. Hz. Muhammed’in peygamberlik iddiasından vazgeçirilmesi için Ebû Tâlib ile görüşen Kureyş heyetinde yer aldı. Rasûl-i Ekrem’e karşı çıksa da ona eziyet etmedi, yumuşaklıkla onu davasından vazgeçirmeye çalıştı.
Bununla birlikte Mescid-i Harâm’da arkadaşlarıyla beraber Hz. Ebû Bekir’i öldüresiye dövdüğü rivayet edilmektedir (Nûreddin el-Halebî, I, 475-476).
Hz. Peygamber’in, müslümanlara işkence etmesi, İslâm dinine şiddet ve baskı yoluyla karşı koymasıyla tanınan bazı müşriklere beddua ettiğini ve bu bedduasının etkisini gösterdiğini bildiren hadisler vardır.
Bu hadislerin birinde Rasûl-i Ekrem, Utbe b. Rebîa’nın da aralarında bulunduğu yedi kişi hakkında beddua etmiş, bunların hepsi Bedir Savaşı sırasında öldürülmüştür (Müsned, I, 393, 397).
Aynı şekilde Hz. Peygamber, Kâbe’nin yanında secdeye vardığı bir sırada Ukbe b. Ebû Muayt’ın kendisini tâciz etmesi üzerine aralarında Utbe b. Rebîa’nın da bulunduğu Kureyş ileri gelenlerini Allah’a havale etmiştir (Buhârî, “Cizye”, 21).
Başta Abese sûresi olmak üzere bazı âyetlerin nüzûl sebebinin Utbe’yle ilgili olduğuna dair kayıtlar mevcuttur. Mukātil b. Süleyman’a göre, “Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz” âyeti (en-Nûr 24/40) onun hakkında inmiştir. Zira Câhiliye döneminde dindar göründüğü halde İslâm ortaya çıktıktan sonra iman etmemiştir (Kurtubî, XII, 286). “Onların günah işleyen ve inkârcı olanlarına uyma!” âyetinin de (el-İnsân 76/24) Utbe b. Rebîa ile Velîd b. Mugīre hakkında nâzil olduğu rivayet edilir (a.g.e., XIX, 149).
وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ
وَ istînâfiyyedir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كُنْتُمْ ’ ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. ف۪ي رَيْبٍ car mecruru كَانَ ’ nin mahzuf haberine mütealliktir.
مَا müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle رَيْبٍ ’ ye veya mahzuf sıfatına mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası نَزَّلْنَا ’ dır. Îrabtan mahalli yoktur.
نَزَّلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. عَلٰى عَبْدِنَا car mecruru نَزَّلْنَا fiiline mütealliktir. Mütekellim zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
أْتُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بِسُورَةٍ car mecruru أْتُوا fiiline mütealliktir. مِنْ مِثْلِه۪ۖ car mecruru سُورَةٍ ’ in mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِثْلِه۪ kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ
Ayet, atıf harfi وَ ‘ la şartın cevabına matuftur. Fiil cümlesidir. ادْعُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. شُهَدَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olup mahallen mecrurdur. مِنْ دُونِ car mecruru ادْعُوا fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
شُهَدَٓاءَ kelimesi sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır. Sıfatı müşebbehe, “benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كُنْتُمْ ’ ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. صَادِق۪ينَ kelimesi كُنْتُمْ ’ün haberi olup, nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. Şartın cevabı, öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri, إن كنتم صادقين في أن محمدا قاله من عند نفسه فافعلوا هذا الذي طلب منكم. şeklindedir.
صَادِق۪ينَ kelimesi sülâsî mücerredi صدق olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ
وَ , istînâfiyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Müspet mazi sıygadaki nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu sübut ifade eden وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ cümlesi, şarttır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي رَيْبٍ nakıs fiil كان ’nin mahzuf haberine mütealliktir. رَيْبٍ ’deki tenvin, kıllet içindir.
ف۪ي رَيْبٍ ibaresindeki ف۪ٓي harfinde istiare vardır. ف۪ٓي hakiki manasında kullanılmamıştır. Bilindiği gibi bu harfte zarfiyet manası vardır. Fakat zarfa benzetilmiş olan şüphenin, zarfiyyet özelliği yoktur. Şüphe ile şüphe duyan insanın ilişkisi, zarfla mazruf arasındaki mutlak irtibata benzetilmiştir. Câmi’ her ikisinin tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)
Mecrur mahaldeki müşterek has ism-i mevsûl, başındaki مِنْ harf-i ceriyle birlikte رَيْبٍ ’e veya mahzuf sıfatına mütealliktir. Sılası olan نَزَّلْنَا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
Veciz anlatım kastıyla gelen عَبْدِنَا izafetinde, azamet zamirine muzâf olan عَبْدِ , şan ve şeref kazanmıştır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi olan فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Tehaddi ayeti olan, şart ve cevap cümlelerinden oluşmuş terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
بِسُورَةٍ ’ deki tenvin herhangi bir manasındadır.
Bu tehaddi ayetinde bir sure değil, bir surenin benzerinden getirin demekle meydan okumadaki kararlılık ve istenenin yerine getirilmesindeki imkansızlık vurgulanmıştır.
Rabıta فَ ’ si ile gelen cevap cümlesi, emir üslubunda talebî inşa isnaddır. Getirin emri taciz manasındadır. Amaç muhatabın bu işi yapmaktan aciz kalacağını ifade etmektir. Mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Ayetin başında وإنِ ارتبتم (eğer şüpheleniyorsanız) değil de وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ [eğer şüphe içindeyseniz] ibaresinin vârid olması, başka bir deyişle fiil yerine isim kullanılması daha önce de işaret edildiği gibi, Kur’ân'ı şüphe şaibesinden bile tenzih etmek içindir. Nitekim Bakara (2) sûresinin 2. ayetinde de لَا رَيْبَۚۛ فٖيهِ buyurulması bu maksada mebnidir.(Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
رَيْبَۚۛ [şüphe] kelimesinin nekre (harf-i tarifsiz) olarak zikredilmesi ve ayetin başında da yine şüphe ifade eden اِنْ [eğer] şart edatının kullanılması bu bâtıl inancın dahi kâfirler arasında zayıf kalmaya mahkûm olduğunu bildirmek amacına dönüktür. Başka bir ifadeyle, kâfirlerin kesin inancı bile zayıf bir şüphe derecesindedir. Çünkü Kur’ân'ın bir mucize olduğunu gösteren deliller son derece mükemmel, açık ve kuvvetlidir.
Ayette, sure kelimesinin nekre olarak gelmesiyle, “getirebiliyorsanız herhangi bir sureye benzer bir sure getirin de görelim” manası kastedilmiştir.
Bu ayette kâfirlerin Kur’an’ın benzeri bir suresini getirmeleri konusundaki acziyetleri konu edilmişken, şirkleri hakkında kınanmaları da bu lafza idmâc edilmiştir. (Âşûr) (Hasan Uçar,Kur’an -ı Kerim’deki Anlamsal Bedî Sanatları)
نَزَّلَ ve اَنْزَلَ fiilleri arasındaki fark şöyledir:
نَزَّلَ : Fiilin vukuu ve mef‘ûlle alakasını bildirir. Yani burada fail yok gibidir. Fiil ve mef‘ûl vurgulanmıştır.
اَنْزَلَ : Fiilin failden süduru vurgulanmıştır. Ayrıca نَزَّلَ f iilinde “misafir ve ikram” manaları vardır.
تنَزّلَ : Fiilin kabullenilmesi ve ihtiyarı vurgulanır. (Sâmerrâî)
إنزال fiili إِلى ile kullanılınca tebliğdeki şiddeti, عَلٰى ile kullanıldığında ise teşrîf, yani şereflendirme ifade eder.
Burada نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا ; [kulumuza indirdiğimiz vakit] buyurularak عَلٰى harfiyle geldiği için Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘i şereflendirdiği ifade edilmiştir. (Min Ğarîbi Belâgati'l Kur'âni'l Kerim, Ruveyni, soru 242)
Ayette مِنْ harfi ceriyle gerçekleşmiş tecrîd sanatı vardır.
عَلٰى عَبْدِنَا [Kulumuza] terkibinde, عَبْدِ kelimesinin نَا zamiriyle tamlanması, peygamberi şereflendirmek ve şerefi ona tahsis içindir. Bu, Rasulullah (s.a.v.)'ın en şerefli vasfıdır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)
رَيْبَ kelimesi ikinci ayette geçmişti. اِنْ ‘ de, اِذَا ‘da eğer anlamında şart harfleridir. اِذَا da kesinlik vardır, daha ziyade geçmiş şeyler için kullanılır. اِنْ ; ihtimal ifade eder. Vuku bulma ihtimali zayıf fiiller için اِن kullanılır. Yani burada; ‘Sizin şüphede olma ihtimaliniz yok ama olur da şüphe ederseniz’ manası vardır.
Onlar kesinlikle şüphededir. Ama اِذَا yerine اِنْ gelmiştir. Bu üslupta azarlama ve kınama manası vardır. Makam bu şüpheyi hiçbir kalıntı kalmayacak şekilde tamamen gidermek makamıdır. Yani makam; ayetlerin Allah katından olduğu hakkındaki şüphenin giderilmesi makamıdır. Dolayısıyla şüphenin vuku bulması farz-ı muhal gibi gösterilmiştir. Bazı alimler ise burada tağlîb yoluyla şüphede olmayanların da şüphede olanlar arasında kasdedildiği görüşündedir.
Şart fiili كَانَ olduğu zaman اِنْ harfi genel kurallara uygun olarak müstakbel için kullanılmaz. Mazi için kullanılır.
Bunun manası şudur: Eğer geçen şeyler hakkında bir şüphe hasıl olduysa ve bu şüphe hitap anına kadar devam ettiyse... اِذَا harfi de manen ve lafzen mazi fiilin başına gelebilir.
فَأْتُوا بِسُورَةٍ [Bir sure getirin] cümlesinde, karşısındakini aciz bırakma vardır. Burada emir kipi aciz bırakmak manasında kullanılmıştır.
سُورَ kelimesi, Kur'an'dan bir bölümdür. Kelimedeki و harfi, eğer kelimenin aslından sayılırsa, sûrelere sûre isminin verilmesi, ya şehrin surları manasına gelen "sûr" kelimesinden alınmıştır. Çünkü sûreler de, sûrlarla çevrilmiş şehirler gibi, Kur'an'ın sınırlanmış birer bölümüdürler. Veya o sûreler, tıpkı şehrin surlarının içindekileri kuşatması gibi, birçok ilim dallarını ihtiva etmelerinden dolayı bu ismi almışlardır. Veyahut da mertebe (derece) manasına gelen "sûre" lafzından alınmıştır. Çünkü Kur'ân sûreleri, aynı zamanda okuyanın basamak basamak yüksekliği, dereceler ve mertebeler mesabesindedir. Sureler de kendi arasında uzun, orta ve kısa olarak taksim edilir. Veya sûre adının verilmesinin sebebi onların, dindeki yerinin yüceliğinden dolayıdır. Eğer, sûre kelimesinin vâvının, "hemze" den çevrilmiş bir vâv olduğu söylenirse, Kur'an surelerine "sûre" denmesinin sebebi, bir şeyden arta kalan veya onun fazlası olan şey (su're) gibi, bunların da Kur'an'ın bir parçası ve bölümü olmalarıdır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Bir yoruma göre, نَزَّلْنَا kelimesi anlam olarak, اَنْزَلْنَا kelimesinden daha alt derecededir. Çünkü نَزَّلْنَا ile anlatılmak istenen, tedrîci olarak ve peyderpey indirilen manasındadır. Zira meydan okumak manasında gelmiştir. Bilindiği üzere müşrikler şöyle derlerdi: “Eğer bu, Allah tarafından indirilmiş olsaydı bu şekilde aralıklı olarak ve peyderpey değil, sure sure olarak da değil, ayetin ardından bir başka ayet olarak da değil toptan indirilirdi. Oysa bu; olaylara ve duruma göre inmektedir. Adeta gördüğümüz ve alıştığımız gibi hatiplerin, şairlerin zaman zaman kendilerinde görülen ve olaylara göre gelişen ifadeleri gibi bir şeydir. Zira, herhangi bir şair şiir divanını bir defada ortaya koyamaz. Aynı şekilde bir neşir de konuşmalarını bir defada sergilemez. İşte Muhammed'in (s.a.v) de yaptığı budur. Eğer bunu Allah indirmiş olsaydı mutlaka bir defada indirirdi. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Bu ayette yer alan, مِمَّا kelimesindeki مَا nekre-i mevsûfedir. Ya da اَلَّذِي manasındadır. Kulumuz ifadesinden kasıt da, Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. (Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ
Cümle atıf harfi و ’la şartın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ izafeti az sözle çok anlam ifade etmek ve gayrıyı tahkir içindir.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ tabirinin, ‘Allah'tan gayrı’ ve ‘Allah'la beraber’ olmak üzere iki manası vardır. (Medine Balcı, Dergâhü’l Kur’an, c. 8, s. 723)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
دُونِ kelimesi ise, bir şeyin mekân itibariyle altıdır. أَلشَّيْئُ أَلدُّونُ hakir, bayağı ve değersiz şey demektir. Bu kökten türeyen دَوَّنَ kelimesi, kitapları toplamak anlamında دَوَّنَ أَلْكُتُبَ şeklinde kullanılır. Çünkü bir şeyleri toplamak demek, onları birbirlerine yaklaştırmak, aralarındaki mesafeyi azaltmak demektir. Bir şey diğerinden azıcık daha aşağı, değersiz ise, “bu şunun dûnudur / dûnundadır” denilir. دُونَكَ هذا (şunu al) ifadesinin aslı, “Bunu yakınına al, yani sana en yakın olan yere al” şeklindedir. İşte bu kelime bu anlamdan istiare yoluyla hal ve rütbe farklılığı ifade anlamına intikal ettirilmiştir. (Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t- Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Şart üslubundaki son cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ , şart cümlesidir.
Ayette îcâz-ı hazif vardır. Şartın cevabı, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Takdiri, فافعلوا ذلك şeklindedir.
Bu takdire göre, mezkûr şart ve mahzuf cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur. Mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mubalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’ân-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
كَان ’nin haberi صَادِق۪ينَ şeklinde ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
كَان ’nin haberi isim olarak geldiğinde, haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan)
كُنْتُمْ - صَادِق۪ينَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ [Eğer doğrucular iseniz…] cümlesi çoğul kalıbıyla gelerek, Müslümanların da resul gibi Allah'ın indirdiği şeyle onları tehdit ettiklerine delalet eder. Çünkü bu cümle اِنْ كُنْتَ مِنَ اَلصَّادِقِ şeklinde tekil kalıbıyla gelmemiştir. Böylece hitap sadece Resul’e (sav) yönelik olmamıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 94)
Bu ayet, altı surede aynen tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)