وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
الَّيْلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْقَمَرَۜ ,النَّهَار ,الشَّمْسَ kelimeleri atıf harfi وَ ’la الَّيْلَ ’e matuftur.
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
İsim cümlesidir. كُلٌّ mübteda olup lafzen merfûdur. ف۪ي فَلَكٍ car mecruru يَسْبَحُونَ fiiline müteallıktır. يَسْبَحُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَسْبَحُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müsbet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ” ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ
وَ istînâfiyye, ayet müstenefe cümlesidir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. هُوَ mübteda, الَّذ۪ي haberdir. Haber, ismi mevsûlle marife olarak gelmiştir. Müsnedin marife olması haberin sadece mübtedaya mahsus olması, başkasına ait olmaması demektir. Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
الَّـذ۪ٓي ’nin sılası olan خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
Bu ayet-i kerimede haberin ism-i mevsûlle marife gelmesi kasr-ı hakîkî içindir.
Burada sayılan bu şeylerin varlığı insanlara fayda sağladığından, iki cüzü de marife olan bir isim cümlesi şeklinde gelerek bu nimetler hatırlatılmıştır. Bu kasır izafi ifrad kasrı olup müşrik olan muhatapları, putlarının bu eşyayı yaratma hususunda Allah’a ortak olduğuna inananların seviyesine indirmektedir. (Âşûr)
İlaveten ism-i mevsûlun tercih edilmesi; mahlukatın sıla cümlesindeki işlerle çok meşgul olduğunu ifade ettiği gibi; ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye de sevk eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ [O yaratandır] buyurulması, yaratıcının başkası değil, O olduğunu vurgular. Çünkü bu ifade kasr üslubudur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 81)
الَّيْلَ - النَّهَارَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
الشَّمْسَ - الْقَمَرَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
30. ayetteki وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاء [Sudan yarattık] ifadesinden sonra 33. ayette zikredilen وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ [Geceyi gündüzü yaratan O’dur] cümlesinde, birinci şahıs kipinden üçüncü şahıs kipine dönüş vardır. Bu da Allah'ın kullarına verdiği yüce nimetlere itina gösterildiğini pekiştirir.
Bu ayette gündüzden daha önce gerçekleşen gece takdim edilmiştir. Çünkü yıldızlar (أجْراَم) yaratılmadan önce karanlık hakimdi. Güneşin, aya takdim edilmesinin nedeni ise güneşin aydan önce yaratılmasıdır. Gecenin gündüze takdim edilmesi gibi karanlıklar (ظُلُمَات) da nura takdim edilmiştir. Bunun nedeni ise gece örneğinde olduğu gibi karanlığın aydınlıktan önce olmasıdır. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı ve Âşûr)
Gece, gündüzden öncedir. Çünkü Cenab-ı Hakk, [Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. (Yasin Suresi, 37)] buyurmuştur. Gökler ve yerler, ilk önce karanlıktı. (Fahreddin er-Râzî)
كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
Ayetin son cümlesiyle önceki cümle arasında kemâl-i ittisâl nedeniyle fasıl yapılmıştır. Çünkü bu cümle manayı tamamlayıp, açıklama, tekid amacıyla getirilen hal-i müekkide olarak ıtnâbdır. و ’la gelmeyen bu hal cümlesi bu durumun sürekli bir özellik olduğuna işaret eder.
كُلٌّ müsnedün ileyhtir. Tenvin, mahzuf muzâfun ileyhten ivazdır.
Car mecrur amiline ihtimam için takdim edilmiştir.
Müsned olan يَسْبَحُونَ muzari fiil sıygasında gelmesiyle sürekliliğe vurgu yapılmıştır.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ف۪ي فَلَكٍ ibaresindeki فٖي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. فٖي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla فَلَكٍ, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada فٖي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü فَلَكٍ, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak durumu, etkili bir şekilde ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ [Bütün bunlar kendi dairesi içinde yüzmekte (devretmekte)dirler] ifadesinde gelen çoğul zamir, hepsinin semadaki yörüngelerinde yüzdüğüne işaret eder. كُلٌّ kelimesindeki tenvin de umum ifade eder. Bu kelime muzâf olsa veya مِنْ ile كُلٌٌ مِنْهُمَا şeklinde açıklanarak gelseydi, kelam bu ikisine mahsus olurdu.
Âşûr: يَسْبَحُونَ [yüzmekte (devretmekte)dirler] fiilindeki çoğul zamirin umumi olarak semadaki ayetlere, hususi olarak da güneş ve aya ait olduğunu söylemiştir.
Ayet-i kerimede akıllılara ait bir üslupla يَسْبَحُونَ buyurulması, yüzmenin, Ademoğluna mahsus bir fiil olmasındandır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 81-82)
Zemahşeri Keşşâf'ta, “akıl sahibi kimselerin fiillerinden biri olan yüzme fiili ile nitelendirilmesinde öncesine riayet vardır” demiştir, bu sebeple devamında da akıl sahipleri için olan zamir kullanılmıştır. Yani burada istiare, muraşşaha olmuştur. (Âşûr)
Ebu Ali İbni Sina, Cenab-ı Hakk'ın, “yüzerler” ifadesine dayanarak, yıldızların “nâtık” oldukları (konuşan varlıklar) olduklarına istidlalde bulunmuş ve şöyle demiştir: vâv-nûn ile çoğul olma, ancak akıllı varlıklar için düşünülebilir. Bir de Cenab-ı Hakk, [“Güneşi ve ayı, onları bana secde eder halde gördü.”] (Yusuf Suresi, 4) buyurmuştur.
Buna şöyle cevap verilebilir: Vâv zamiri, akıllı varlıklar için onların fiillerini vasfetmek için kullanılmaktadır ki bu fiil de yüzme işidir. Keşşâf sahibi şöyle der: Sen şayet “Cümlenin îrabdaki mahalli nedir?” diye soracak olursan, ben derim ki Ya, “şems (güneş)” ve “kamer (ay)” kelimelerinden hal olarak mansubdur yahut da müstenef bir cümle olduğu için îrabda mahalli yoktur. Buna göre sen şayet “Güneş ile ay'dan her biri, başlı başına bir felektir; daha nasıl, ‘Onların hepsi bir felekte yüzüyorlar denilmiştir?’ dersen, ben derim ki: Bu ifade, Arapların tıpkı, ‘herbirini’ manasında olarak, ‘Emir onlara elbise giydirdi ve onlara kılıç kuşandırdı.’ demeleri gibidir…” (Fahreddin er-Râzî)
Dahhâk'tan rivayet olunduğu üzere felek, yıldızların medarı yani dolaştığı yer diye tarif edilmiştir ki sırf riyazî (matematiksel) bir ifadedir. Son zamanlarda dilimizde bu medar kelimesi gibi “mahrek (hareket yeri)” demek de terim olmuştur. Biri devirden ism-i mekân, biri de hareketten ism-i mekândır. Ayette yalnız güneş ile ay zikredildiği halde haberde tesniye getirilmeyip ikiden daha fazlasını ifade eden çoğul sıygasıyla “yüzerler” buyurulması dikkate değer görülmüştür. Burada tefsirciler, bir kaç yorum söylemişlerdir:
Birincisi: “Güneş, ay ve yıldızlar” takdirinde olmasıdır ki güneş ile ayın yanında yıldızlar hazf edilmiş sonra da hepsi anlamında olan “كُلٌّ ” sözcüğü ve çoğul sıygası olan “يَسْبَحُونَ” ile hepsine işaret olunmuş demektir.
İkincisi: Bu karine (maksadı gösteren alamet) ile güneş ve aydan cins olarak bütün yıldızların kast edilmiş olmasıdır. Bunu bazıları, doğuş yerlerinin değişmesi itibariyle güneş ile ayın bir çoğulu gibi düşünmek ve dolayısıyla da diğer yıldızların ayette söz konusu edilmediğini kabul etmek istemişlerdir. Fakat bu tarz düşünce söz konusu edilecek olursa, diğer yıldızların da kimisinin ay manasında olduğuna işaret olarak bu ikisini hepsinin cinsi gibi almak daha münasiptir. Sonra “كُلٌّ ” genellemesi, güneş ve ayla beraber daha önce adı geçen “الْاَرْضِ” de içine alarak hepsine işaret yapılmış olma ihtimali de vardır ki yer, güneş, ay bütün gök cisimlerinden her biri bir yörüngede yüzüyorlar demek olur. (Elmalılı)
كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ [Her biri bir yörüngede] ibaresinde, cinas-ı kalb vardır. İfadenin sonundan başlayarak tersine okunduğunda sağdan başlayan aynı söze ulaşılmaktadır.
Cinas-ı kalb, harflerin tertibinin farklı olması halidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi ve Âşûr)