Hac Sûresi 52. Ayet

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ اِلَّٓا اِذَا تَمَنّٰٓى اَلْقَى الشَّيْطَانُ ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌۙ  ...

Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve
2 أَرْسَلْنَا göndermemiştik ر س ل
3 مِنْ
4 قَبْلِكَ senden önce ق ب ل
5 مِنْ hiçbir
6 رَسُولٍ resul ر س ل
7 وَلَا ve ne de
8 نَبِيٍّ nebi ن ب ا
9 إِلَّا olmayan
10 إِذَا zaman
11 تَمَنَّىٰ temenni ettiği م ن ي
12 أَلْقَى (bir düşünce) atmış ل ق ي
13 الشَّيْطَانُ şeytan ش ط ن
14 فِي
15 أُمْنِيَّتِهِ onun temennisine م ن ي
16 فَيَنْسَخُ fakat siler ن س خ
17 اللَّهُ Allah
18 مَا şeyi
19 يُلْقِي attığı ل ق ي
20 الشَّيْطَانُ şeytanın ش ط ن
21 ثُمَّ sonra
22 يُحْكِمُ sağlamlaştırır ح ك م
23 اللَّهُ Allah
24 ايَاتِهِ kendi ayetlerini ا ي ي
25 وَاللَّهُ ve Allah
26 عَلِيمٌ ’alim(bilen)dir ع ل م
27 حَكِيمٌ hakimdir ح ك م
 
Kur’an’da değişik vesilelerle peygamberlerin, bir yandan Allah’tan vahiy aldıklarına diğer yandan da bir beşer olduklarına yani onlara ulûhiyyet izâfe etme gibi bir aşırılığa gidilmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Tarih boyunca geniş kitlelerin bu iki özelliği sağlıklı değerlendirebilme hususunda içine düştükleri vahim hatanın günümüzde de büyük ölçüde sürdüğü göz önüne alındığında, Kur’an’ın bu konudaki ısrarlı uyarıları ve açıklamaları daha iyi anlaşılmaktadır. Gerçekten, vahiy alma özelliğinin sağlıklı yorumlanmaması neticesinde bir peygambere hatta bu mertebede bile olmayan bir beşere tanrılık yakıştırmaya varan aşırılık, başta hıristiyan muhit olmak üzere pek çok inanç çevresini sapkınlığa götürmüştür. Buna karşılık, peygamberin beşer olma özelliğini, onun Allah’tan vahiy almasına engel görmek de din kurumunu ve vahiy kavramını temelsiz ve içi boş addetme gibi tehlikeli bir sonucu beraberinde getirmektedir. Bu âyetlerde peygamberlerin, ilâhî mesajı tebliğ görevlerini yerine getirirlerken, insan olmaları hasebiyle bazı beşerî duygu ve düşünceleri de bu mesaja karıştırmış olup olamayacakları hususunda hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmektedir. 
 
 52. âyetteki anlatıma göre beşer olması dolayısıyla peygamber de, görevini yürütürken zihninden bazı düşünceler ve gönlünden birtakım arzular geçirebilir. Ama bunlar bir peygambere yaraşmayacak düşünce ve temenniler olamaz. Peygamberin asıl görev ve hedefi insanlara hidayet yolunu göstermek olduğuna göre bu düşünce ve arzuların, çevresindekilerin ve mesajı ulaştırabilecekleri bütün insanların bir an önce yanlış inanç ve uygulamaları terkedip hak yola girmeleriyle ilgili olması tabiidir. Nitekim birçok âyette Hz. Peygamber’in, çevresindekilerin hemen imana gelmeleri için çırpındığı ve kendilerine yapılan uyarılara rağmen hakikate kulak tıkayanların korkunç âkıbetlerini düşünerek derin üzüntü duyduğu ifade edilmektedir. Fakat bu noktada onların beşer olma özelliğinden yararlanarak ilâhî mesaja bir şeyler karıştırmaya çalışan şeytanın faaliyeti devreye girer. Bu aşamada şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne atacağı düşünce ve arzuların ise yukarıda belirtilen–peygambere yaraşır– çizgidekinin aksi yönde olması da kaçınılmazdır. İşte 52. âyette, beşer olma özelliğinin istismarı çabası içindeki şeytanın faaliyeti ile insanlara dini tebliğ etmekle görevlendirilen peygamberin özel bir himayeye alınmasını murat eden ilâhî iradenin çatıştığı bu ince sınıra değinilmektedir. Mutlak hikmet sahibi olan Allah akıl nimetiyle donattığı insanı sınarken ilâhî çağrı ile şeytanın çağrısı arasında seçim yapma imkân ve sorumluluğunu kendisine bırakmış ve âhiretteki durumunu da –ilke olarak– bu irade sınavındaki başarısına bağlamıştır. Âyetten, ilâhî mesajı insanlara iletme ve onları bu doğrultuda eğitme görevi verilen peygamberlerin –bu konularda hata yapıp insanları yanlış yönlendirmekten korunmaları için– şeytanın fitnesi ile sınanmaktan istisna edildikleri; bu görevi yapanların, son tahlilde, –beşer de olsalar– şeytan kaynaklı bir bildirimde bulunmalarının mümkün olmadığı, dinî bildirim çerçevesinde tebliğ ettikleri her şeyin ilâhî kontrol altında bulunduğu anlaşılmaktadır.
 
 Tefsirlerin çoğunda bu âyetle, Hz. Peygamber’in Necm sûresinin bazı âyetlerini okurken, araya müşriklerin putlarından övgüyle söz eden bir ilâvenin sokuşturulması olayı arasında bağ kuran açıklamalar ve bu çerçevedeki rivayetlerin kritiği yapılır (Garânîk Olayı diye bilinen bu olay hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Necm 53/19-20). İbn Âşûr kendi başına rahat anlaşılır bir anlam örgüsü taşıyan bu âyetin tefsiri için bu tür zorlamalara girilmesini haklı olarak eleştirmektedir (XVII, 303). Bu ve devamındaki âyetlerin bağlamı ve ifade akışı incelendiğinde burada ele alınan konunun şu olduğu kolayca anlaşılmaktadır: Peygamberlerin getirdikleri bir idealizm, bir mefkûre ve bir fikrî çaba (ümniye) ürünü değildir; peygamberin günahsızlığı (ismet) ve kesin bilgi sahibi oluşu vahiy almasından kaynaklanır. Bir kimse peygamber bile olsa beşer sıfatıyla bir şeyi düşünüp arzuladığında şeytan ona gerçek olmayan şeyler katmaya çalışır. Peygamber kişisel bir düşünce veya arzusunun peşinde olduğunda şeytanın bunlara bir şeyler katıştırma çabasına imkân bırakılmasa bu takdirde beşerîlik vasfı ortadan kaldırılmış olurdu. Şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne attıkları silinip Allah’ın âyetleri sağlam biçimde yerleştirilmeseydi o zaman da vahiyle beşerî düşünce ve ideallerin farkı olmazdı ve bu durumda ilim ehli Kur’an’ın, dolayısıyla peygamberliğin Allah tarafından hak ve sabit olduğunu bilemezlerdi (Elmalılı, V, 3414-3416). Öte yandan, müşriklerin ilâhî âyetleri etkisiz hale getirmek için birbirleriyle yarışırcasına çaba harcamalarından söz eden 51. âyetle bu âyet arasında bağ kuran Ebû Hayyân el-Endelûsî’nin izahı zikre değer görünmektedir. Ona göre burada belirtilen şeytandan maksat “insan şeytanı” olabilir; esasen, bu âyette Resûl-i Ekrem’e herhangi bir göndermede bulunulmamakta, sadece önceki peygamberlerin durumuna işaret edilmektedir (bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 365).
 
 52. âyette “temennide bulunma” anlamıyla çevrilen temennâ fiili “dilemek, arzu etmek, ummak” gibi mânalara geldiği gibi, “okuma” anlamında da kullanılmıştır. Bu sebeple bazı müfessirler âyeti “peygamber (gelen vahyi) okuduğunda” mânasına göre açıklamışlardır (meselâ Ebû Mansûr el-Mâtürîdî bu kanaattedir; bk. Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, II, vr. 483b’den naklen, İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 364). İbn Âşûr, Hassân b. Sâbit’e nisbet edilen bir şiirde bu fiilin “okumak” anlamında kullanıldığı doğru olsa bile, âyette yer alan ve aynı kökten gelen ümniyye kelimesinin “okuma” mânasında kullanılmış olduğunu muhtemel görmediğini belirterek bu yorumu zayıf bulur (XVII, 299).
 
 Söz konusu âyette peygamberlerin bir kısmı için resul, bir kısmı için nebî kelimesinin kullanılmış olması bunlardan ikincinin daha kapsamlı olduğu yönündeki genel kanaati desteklemektedir (Elmalılı, V, 3413-3414; nebî – resul mukayesesi hakkında bk. Bakara 2/61; A‘râf 7/157). Yine bu âyette geçen ve “sonra” şeklinde tercüme ettiğimiz sümme kelimesi bir zaman sıralamasını değil, derece sıralamasını ifade içindir; bir başka anlatımla burada “ihkâm”ın yani Allah’ın âyetlerini (peygamberinin kalbine) sağlam olarak yerleştirmesinin “nesih”ten yani bâtıl olanı iptalden daha önemli olduğu belirtilmek istenmiştir (Elmalılı, V, 3415).
 
 55. âyette “sonu olmayan” şeklinde çevrilen akîm kelimesi “kısır kadın” demek olup mecazen daha çok “meş‘ûm, uğursuz” anlamında kullanılır. Bazı müfessirler burada Bedir Savaşı’nın, bazıları da kıyamet veya azap gününün kastedildiğini belirtip böyle bir niteleme yapılmasının gerek-çeleri ile ilgili açıklamalar yaparlar. Bu izahlar dikkate alınarak, âyetteki tamlamaya “(inkârcılar açısından) çok kötü sonuçlar getiren gün”, “bütün ümitlerin ve kurtulma çabalarının sonuçsuz kalacağı gün”mânasıda verilebilir (bk. Taberî, XVII, 193-194; Râzî, XXIII, 55-56; İbn Âşûr, XVII, 308). Derveze bu tamlamayı “bir daha benzerinin gelmeyeceği gün” şeklinde açıklamıştır (VII, 111).
 
 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 743-745
 

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ اِلَّٓا اِذَا تَمَنّٰٓى اَلْقَى الشَّيْطَانُ ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ 

 

Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَٓا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  

اَرْسَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.  مِنْ قَبْلِكَ  car mecruru  اَرْسَلْنَا  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  رَسُولٍ  lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen merfûdur.  

وَ  atıf harfidir.  لَا  zaid harftir. لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.

نَبِيٍّ  atıf harfi  وَ la  رَسُولٍ e matuftur.  اِلَّٓا  hasr edatıdır. 

اِذَا  şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.

إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir. 

إِذَا dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir: 

a)  إِذَا  fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.

b)  إِذَا nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi şeklinde gelir. Cevabın başına  ف nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.

c)  Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تَمَنّٰٓى  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  تَمَنّٰٓى  fiili, elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir. 

اَلْقَى  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.  الشَّيْطَانُ  fail olup lafzen merfûdur.

ف۪ٓي اُمْنِيَّتِ  car mecruru  اَلْقَى  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اَلْقَى  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  لقي ’dir.

اَرْسَلْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  رسل ’dir.  

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 


فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ۜ 

 

Fiil cümlesidir.  فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

يَنْسَخُ  merfû muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.

مَا  ve masdar-ı müevvel, mef’ûlun bih olup mahallen mansubdur. 

يُلْقِي   elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  الشَّيْطَانُ  fail olup lafzen merfûdur. 

ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından  فَ   harfinin zıttıdır.  ثُمَّ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

يُحْكِمُ  merfû muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.

اٰيَاتِه۪  mef’ûlun bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler fetha yerine kesra alırlar. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

يُحْكِمُ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  حكم ’dir. 

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 


وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌۙ

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur.

عَل۪يمٌ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.  حَك۪يمٌ  ikinci haber olup lafzen merfûdur.

عَل۪يمٌ  -  حَك۪يمٌۙ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ اِلَّٓا اِذَا تَمَنّٰٓى اَلْقَى الشَّيْطَانُ ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ 

 

وَ , istînâfiyyedir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.  اَرْسَلْنَا  fiili,  azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107) 

Nefiy harfi  مَٓا  ve istisna edatı  اِلَّٓا  ile oluşan kasrda  رَسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ  mevsuf/maksûr, istisna harfiyle başlayan cümle sıfat/maksûrun aleyh olmak üzere kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. 

اِذَا تَمَنّٰٓى اَلْقَى الشَّيْطَانُ ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ  cümlesinde şart edatı  اِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumunda olan  تَمَنّٰٓى, şart cümlesidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Şartın cevabı olan  اَلْقَى الشَّيْطَانُ ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ  cümlesi ise müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Haberî isnad yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır. 

 رَسُولٍ - نَبِيٍّ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.  

نَبِيٍّ  lafzı, ya haber manasına gelen  نَبَأ  kelimesinden türemiştir yahut da Arapların “yükseldi” manasına gelen ( نَبَا ) kelimesindendir. Bu iki mana, ancak risalet görevinin üstlenilmesiyle meydana gelir.

Cenab-ı Hakk, bu ayette,  نَبِيٍّ  lafzını  رَسُولٍ  lafzına atfetmiştir ki bu, bu iki kelime arasında bir ayrılık ve başkalığın bulunmasını gerektirir. Bu, âmme olanın hâs olana atfı kabilindendir. 

Râgıb el-İsfahânî,  تَمَنّٰٓى ; kalpte bir şeyi oluşturmak ve şekillendirmek,  اُمْنِيَّتِه۪ۚ  de temenni edilen şeyin kalpte oluşan şeklidir, demiştir. (Rûhu-l Beyan) 

ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ  ibaresindeki  ف۪ٓي  harfinde istiare vardır.  ف۪ٓي  hakiki manasında kullanılmamıştır. Bilindiği gibi bu harfte zarfiyet manası vardır. Fakat zarfa benzetilmiş olan  اُمْنِيَّتِه۪ۚ nin, zarfiyet özelliği yoktur. İfadede mübalağa kastıyla bu harf kullanılmıştır.

Kıraat'a,  اُمْنِيَّتِه۪ۚ  denilmiştir. Çünkü, Kur'an okuyan kimse, bir rahmet ayetine geldiğinde, o rahmetin tahakkuk etmesini temenni eder. Azap ayetine geldiğinde de bununla sınanmamasını temenni eder. Ebu Müslim de şöyle der:  تَمَنّٰٓى ; takdir etmek demektir.  تَمَنّٰٓى  kelimesi  مَنىَ  kökünden  تفعّل  babının masdarıdır.  ألْمَنِيَةُ  ise insanın, Allah'ın takdir ettiği vakitte ölmesi demektir. Nitekim Arapçada “Senin için takdir etti” manasında  مَنَ الله لَكَ  denir. Dil alimleri ise  أُمِّيَة  “kıraat” anlamındadır, demişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)  

[Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki...] ifadesi, resul ile nebinin farklı şeyler olduğunu göstermektedir. Resul; insanlara ilâhi mesajları tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ tarafından görevlendirilen ve kendisine kitap inen peygamberdir. Nebi ise daha geneldir. Kendisine tebliğ görevi verilene de verilmeyene de şamildir. Resule destek olan ve onun dinini yaymaya çalışan ve bu amaç için görevlendirilen kimsedir. (Ruhu’l Beyan) 


فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ۜ 

 

Şartın cevabına  فَ  ile atfedilmiş olan  فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Masdar harfi  مَٓا  ve akabindeki  يُلْقِي الشَّيْطَانُ  cümlesi masdar tevilinde  فَيَنْسَخُ  fiilinin mef’ûlü konumundadır. Masdar-ı müevvel, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üslupla gelerek …فَيَنْسَخُ اللّٰهُ  cümlesine atfedilen  ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ۜ  cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyh olan Allah lafzı iki kez zikredilerek ıtnâb yapılmıştır. Bu tekrarda reddü'l-acüz ale's-sadr vardır. 

Muzari fiiller hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Kur'an'ın ayetlerinin kastedildiği  اٰيَاتِه۪ۜ  izafetinde Allah Teâlâ'ya ait zamire muzâf olan ayetler, şan ve şeref kazanmıştır. 

Vesvesenin nasıl giderildiği konusu, bu ayetteki  فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ  [Allah şeytanın kattığı şeyleri iptal eder] cümlesiyle anlatılmakta olup, bununla o vesveselerin hem kendilerinin hem de tesirlerinin bertaraf edildiği kastedilmiştir. Bu ayette bahsedilen nesh (ibtal), hükümler ile ilgili olan şer'i manadaki nesh değil, lügavi manadaki neshtir. demişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetteki  ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ۜ  [Yine Allah ayetlerini sabit kılar (muhkemleştirir)] cümlesine gelince, eğer ayetteki temenni okuma (yani okumayı temenni) manasına alınırsa buradaki  اٰيَاتِ  ile Kur'an'ın ayetleri kastedilmiş olur. (Fahreddin er-Râzî)

اَرْسَلْنَا - رَسُولٍ  ve  يُلْقِي - اَلْقَى  kelimeleri arasında cinâs-ı iştikak ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır. 

يَنْسَخُ  (Giderir) - يُحْكِمُ  (Yerleştirir) kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

اللّٰهُ  ve  الشَّيْطَانُ  kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 


وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌۙ

 

وَ , istînâfiyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.

İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd, teşvik ve ikaz için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَل۪يمٌ  - حَك۪يمٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf  sanatıdır.

Haber olan iki vasfın aralarında و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın, mübalağa kalıbındaki  عَل۪يمٌ  ve  حَك۪يمٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)

يُحْكِمُ - حَك۪يمٌ  arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ  cümlesinde zamir yerine Allah lafzının gelmesi konunun heybetini artırmak ve kalplere korku salmak içindir. (Safvetu’t Tefasir)

Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.