قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَدْ | şüphesiz |
|
2 | خَلَتْ | uygulanmıştır |
|
3 | مِنْ |
|
|
4 | قَبْلِكُمْ | sizden önce de |
|
5 | سُنَنٌ | yasalar |
|
6 | فَسِيرُوا | dolaşın |
|
7 | فِي |
|
|
8 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
9 | فَانْظُرُوا | ve görün |
|
10 | كَيْفَ | nasıl |
|
11 | كَانَ | olduğunu |
|
12 | عَاقِبَةُ | sonunun |
|
13 | الْمُكَذِّبِينَ | yalanlayıcıların |
|
Bu çarpışmada müslamanlara bir yara isabet etmişti. Ölüm ve yenilgi tatmışlardı. Ruhlarında ve bedenlerinde birçok eziyetler çekmişlerdi. Onlardan yetmiş sahabe öldürülmüştü. Rasûlullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler yanına kadar sokulmuşlardı. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün bunların sonunda ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir’de elde edilen olağanüstü zaferden sonra beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına gelenlerden sonra bazı müslümanlar, “Bu da nerden çıktı?”, “Müslüman olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?” demeye başlamışlardı.
Burada Kur’ân-ı kerim, müslümanları Allah’ın yeryüzündeki kanunlarına, her işin gereğince akıp gittiği temellere döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında değildirler. Hayata hükmeden kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam etmektedir. İşler düzensiz olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan ders alıp özlerini kavrarlarsa, olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür, olayların ötesindeki hedef açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi olduğu düzenin değişmezliği ve bu düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla tatmin olurlar. Yollarına devam ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini belirlerler. Böylece zafer ve üstünlük elde etmek için, başta Allah’a ve Rasûlüne itaat etmek olmak üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman oluşlarını söylemeleri yeterli değildir.
Surenin akışının burada işaret edip bakışlarını yönelttiği kanunlar; tarih boyunca yalanlayanların akibetleri, zafer dolu günlerin insanlar arasında yer değiştirmesi, sırların arındırılması için denenme, zorluklar karşısında sabır gücünün sınanması ve sabredenlerin zaferi, yalanlayanların da mahvolmayı haketmeleridir.
Bu kanunların sunulması sırasında ayetler, dayanmaya, zorluklar karşısında direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı müminleri teselli etmeye büyük özen göstermektedir. Üstelik bu yara sadece onlara dokunmamıştır. Düşmanları da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide ve hedef bakımından düşmanlarından daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç onlarındır. Kafirlerin payına düşen de felakettir her zaman…
“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah’ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.”
“Bu Kur’ân insanlara yönelik bir açıklama takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.”
Kuşkusuz Kur’ân, insanlığın geçmişini bu gününe, bugününü de geçmişine bağlar. Buradan hareketle de geleceğine işaret eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan Arapların ne hayatları, ne bilgileri ne de deneyimleri -İslâm’dan önce- bu derece kapsamlı bir görüşe uygundur. İslâm ve Kur’ân işte bu Arapları yeni bir hayata kavuşturmuş ve onları cihana hükmeden bir ümmet olma ufuklarına yükseltmiştir.
Arapların yaşadıkları kabile düzeni; onların düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle dünyada cereyan eden olaylar arasında ve tabiat olaylarıyla herşeyin kendilerine uygun hareket ettiği evrensel yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi bir yana o yarımada sakinleriyle hayat maceraları arasında bile bir bağ kurmaya yöneltemezdi. Bu değişme, çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi. O zamanki hayatın kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara İslâm akidesi kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır gibi kısa bir sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları, bu yüce düşünce ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini nesiller sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini algıladıkları zaman da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta Allah’a döneceği gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara inanmış, düşünce ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği ile ilahi iradenin serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece, hayatı, değişmez yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan sonra da ilahi iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.
“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti.”
Evet bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Bunları serbest irade yerleştirmiştir. Sizin zamanınız dışında ne meydana gelmişse, Allah’ın dilemesiyle aynısı sizin zamanınızda da meydana gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz size de uygulanacaktır.
“…Yeryüzünü geziniz…”
Yeryüzünün tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü insan hayatına bir sahnedir. Yeryüzü ve yeryüzündeki hayatî hadiseler gözlerin ve algılama yeteneklerinin istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.
“…Allah’ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini görünüz.”
Bunların sonuna, yeryüzündeki izleri ve onlardan sonra anlatılan hayat serüvenleri şahittir. Kur’ân-ı kerim bu hayat hikayelerinden ve izlerden birçoğunu değişik yerlerde zikretmektedir. Bazısını aktarırken yer, zaman ve şahıslar bakımından sınırlandırırken bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan işaret etmektedir. Burada da genel bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel bir sonuç çıkarılsın. Çünkü dün yalanlayanların başına gelenler bugün ve yarın da yalanlayanların başına gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman cemaatin kalplerini sonuçtan emin olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla birlikte ayaklarının kaymasından sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz o zaman hem güvenceye hem de sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz konusuydu.
(Fizilal’il Kur’ân)
Sünen, takip edilen yol manasına gelen sünnet kelimesinin çoğuludur. Peygamberimizin sünneti de bu manayadır. Buradaki maksat, yalanlayanların başına gelen olaylardır. (Sabuni)
Sîrû kelimesinin kökü seyera (سير) olup manası yeryüzünde gitmektir (Müfredat). Seyir (yolculuk, bir rotayı takip etme), mesire (gezilen yer), seyyar (gezgin), seyran (geziş), sîret (yürüyüş, menkıbe, hayat hikayesi), siyer (sîretler) kelimeleri bu köktendir.
Ayette geçen ‘yeryüzünde dolaşın’ ifadesini alimler değişik yorumlamışlardır. Bazıları ayetin yeryüzünde bedenle dolaşmaya teşvik ettiğini söylerken bazıları ayetin düşünceyi çalıştırmaya veya onun gereğini yapmaya teşvik ettiğini söylemektedir. Sîret ister doğuştan, ister sonradan elde edilmiş olsun, insan ve onun dışındakilerin üzerinde oldukları hale denir. Bu anlamda ‘falan kişinin iyi bir sîreti vardır’ denir. (Müfredat)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ
Fiil cümlesidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. خَلَتْ fiili mahzuf elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir.
مِنْ قَبْلِكُمْ car mecruru خَلَتْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. سُنَنٌ fail olup damme ile merfûdur.
فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri; إن شككتم فسيروا (Şüphelenirseniz yürüyün, gidin…) şeklindedir.
س۪يرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. فِي الْاَرْضِ car mecruru س۪يرُوا fiiline mütealliktir.
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
انْظُرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ cümlesi انْظُرُوا fiilinin mef’ûlu bihi olarak mahallen mansubdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberi olarak mahallen mansubdur. عَاقِبَةُ kelimesi كَانَ ’nin muahhar ismi olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْمُكَذِّب۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
عَاقِبَةُ kelimesi, sülâsi mücerredi عقب olan fiilin ism-i failidir.
الْمُكَذِّب۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. مِنْ قَبْلِكُمْ , konudaki önemine binaen fail olan سُنَنٌ ’ne takdim edilmiştir. سُنَنٌ ’deki nekrelik nev ve kesret ifade eder.
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ [Sizden önce bir takım vakalar geçti.] cümlesinde umum söylenmiş husus kastedilmiştir. سُنَنٌ kelimesi umum, yalanlayanların başına gelen olaylar, husustur.
قَدْ خَلَتْ ifadesinde mecazî isnad vardır. Mekandaki boşluk demek olan خَلَتْ , mecâz-ı aklî yoluyla ümmete yani mekanın sahibine isnad edilmiştir.
Bir görüşe göre de ümmetlerdir. Yani sizden yahut sizin zamanınızdan önce hakkı tekzib eden ümmetler hakkında Allah’ın icra ettiği birçok olaylar geçti. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm -Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Bundan muradın, “Allah'ın gerek kâfir gerekse müminler hakkındaki değişmez kanunlarıdır. Çünkü dünya, ne mümine ne de kâfire kalır. Ancak mümin için geriye ölümünden sonra dünyada güzel bir övgü, ahirette de bol mükâfaat; kâfir içinse dünyada lanet, ahirette de şiddetli bir azap kalır.” şeklinde olduğu söylenmiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
خَلَتْ [Geçti] fiilinin سُنَنٌۙ kelimesine isnadı, mecazidir. Geçen, olaylar değil olayların yaşandığı zamandır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Bundan önce istikamet ve salahın unsurları açıklandıktan ve necat ile felahın mukaddimeleri sıralandıktan sonra burada kıssanın geri kalanının tafsiline dönülmektedir.
فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
Müstenefe olan cümlede rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olmuştur. Takdiri, … إن شككتم [Eğer şüphe ediyorsanız] olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi olan فَس۪يرُوا , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَس۪يرُوا [Geziniz] emri, mücerred (yalnız) izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade eder. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Aynı üslupla gelen فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ , cevap cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olan كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ , emir sıygasındaki انْظُرْ fiilinin mef’ûlü konumundadır. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. Bu takdim istifham isimlerinin sadaret hakkı sebebiyledir.
Veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelen عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ۟ , nakıs fiil كَانَ ’nin muahhar ismidir. الْمُكَذِّب۪ينَ [yalancılar] peygamberleri inkâr eden kavimlerden kinayedir.
Sübut ifade eden isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp tehdit ve azarlama manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Muzâfun ileyh olan الْمُكَذِّب۪ينَ۟ ‘in تفعيل babının ism-i fail kalıbıyla gelmesi bu özelliğin onlarda sübut, istimrar ve çokluğa işaret etmiştir. تفعيل babının cümleye kattığı en belirgin anlam fiil, fail veya mef’ûldeki ziyadeliktir.
عَاقِبَةُ için müzekker fiil kullanılmış, كَانَتْ buyurulmamıştır. Çünkü buradaki akibet azap manasındadır. Eğer müennes geldiyse cennet manasında olur. Müenneslik ve müzekkerliğin manaya göre gelmesi makamı gözetmenin hoş misallerindendir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Meânî’n Nahvi, c. 2, S. 52)
كَانَ ’nin haberi soru isimleri veya haber ifade eden كَمْ gibi başta gelmesi zorunlu isimlerden olursa bu durumda haber كَانَ ’den ve isminden önce gelir. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 93)