اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | eğer |
|
2 | يَمْسَسْكُمْ | size dokunduysa |
|
3 | قَرْحٌ | bir yara |
|
4 | فَقَدْ | muhakkak |
|
5 | مَسَّ | dokunmuştu |
|
6 | الْقَوْمَ | o topluluğa da |
|
7 | قَرْحٌ | bir yara |
|
8 | مِثْلُهُ | benzeri |
|
9 | وَتِلْكَ | işte o |
|
10 | الْأَيَّامُ | günler |
|
11 | نُدَاوِلُهَا | biz onları çeviririz |
|
12 | بَيْنَ | arasında |
|
13 | النَّاسِ | insanlar |
|
14 | وَلِيَعْلَمَ | (bu) bilmesi içindir |
|
15 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
16 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
17 | امَنُوا | inanan(ları) |
|
18 | وَيَتَّخِذَ | ve edinmesi içindir |
|
19 | مِنْكُمْ | sizden |
|
20 | شُهَدَاءَ | şehidler (şahidler) |
|
21 | وَاللَّهُ | Allah |
|
22 | لَا |
|
|
23 | يُحِبُّ | sevmez |
|
24 | الظَّالِمِينَ | zalimleri |
|
“…ve uğrunda şehitleri olsun diye…”
Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah’ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir. (Fizilal’il Kur’ân)
Karhun dışarıdan dokunan şeyden dolayı meydana gelen yara izidir. Kurh ise içeriden kaynaklanan yara izine denir. Bu ayette karh kurh olarak da kıraat edilmiştir. (Müfredat)
<style="text-align:>Nudâviluha kelimesinin kökü devele (دول) olup savaş, makam/nüfuz için kullanılır. Ayette döndürüp durmak manasındadır (Müfredat). Devlet, düvel (devletler) ve tedâvül (elden ele dolaşma) kelimeleri dilimize bu kökten geçmiştir. </style="text-align:>اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَمْسَسْكُمْ şart fiili olup, sükun ile meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. قَرْحٌ fail olup damme ile merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
مَسَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْقَوْمَ mukaddem mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. قَرْحٌ muahhar fail olup damme ile merfûdur.
مِثْلُهُ kelimesi قَرْحٌ ’un sıfatı olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هُۜ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ istînâfiyyedir. İşaret ismi تِلْكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. الْاَيَّامُ işaret isminden bedel olup damme ile merfûdur. نُدَاوِلُهَا cümlesi haber olup mahallen merfûdur.
نُدَاوِلُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. بَيْنَ mekân zarfı, نُدَاوِلُهَا fiiline mütealliktir. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُدَاوِلُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi دول ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِ harfi, يَعْلَمَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel لِ harf-i ceriyle نُدَاوِلُهَا fiiline mütealliktir.
يَعْلَمَ fetha ile mansub muzari fiilidir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. يَتَّخِذَ atıf harfi وَ ’la يَعْلَمَ ’ye matuftur.
يَتَّخِذَ fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. مِنْكُمْ car mecruru يَتَّخِذَ fiiline mütealliktir. شُهَدَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اٰمَنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
يَتَّخِذَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
İsim cümlesidir. وَ itiraziyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi, haber olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِبُّ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الظَّالِم۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
يُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حبب ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
الظَّالِم۪ينَۙ kelimesi, sülâsi mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Âşur itiraziyye görüşündedir.
Şart üslubunda haberî isnaddır. اِنْ şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder.
Şart cümlesi olan يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi olan فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ , tahkik harfi قَدْ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır. Cevap cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek olayın vukuunun kesinliğine işaret etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mef’ûl olan الْقَوْمَ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için faile takdim edilmiştir.
مِثْلُهُ izafeti, قَرْحٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
قَرْحٌ , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkib, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber talebî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ cümlesiyle فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ cümlesi arasında tenâsüb ve mukabele sanatı vardır.
مَسَّ - يَمْسَسْكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası, قَرْحٌ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve her iki grupta reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Müslümanlar için sıkıntının dokunması, muzari fiil ile müşriklere sıkıntı dokunması mazi fiil ile ifade edilmiştir. Müşrikler daha önce yapılan Bedir Savaşı’nda yenilgiye uğramışlardı. Müslümanlar da yeni girişip de mağlup gibi görünen ve birçok şehitlerin verildiği Uhud Savaşı’nda sıkıntıya girmişlerdi. Bu nedenle hal manasındaki muzari sıygası kullanılmıştır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Bir görüşe göre bu iki yaradan biri Uhud diğeri de Bedir Savaşı’ndadır.
O takdirde anlam şöyle olur: Eğer o müşrikler, Uhud Savaşı’nda size zayiat verdirmişlerse siz de Bedir Savaşı’nda onları büyük bir zayiata uğrattınız.
Ama onlar, yine de sizinle savaşmaktan geri durmadılar. Binaenaleyh zafiyet ve gevşeklik göstermemek daha çok size yaraşır. Çünkü onların Allah’tan ummadıkları uhrevî nimetleri siz umuyorsunuz.
Bir görüşe göre ise her iki yara da Uhud Savaşı’nda gerçekleşmiştir. Nitekim Müslümanlar, Resulullah’ın (s.a.v) emrine muhalefetten önce müşrikleri önemli bir zayiata uğratmış ve müşrik ordusunun sancaktarının da aralarında bulunduğu yirmi küsür kişiyi öldürmüşler, pek çoğunu da yaralamışlardı. Özellikle süvarilerin büyük kısmını oklamışlardı. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الْاَيَّامُ , işaret isminden bedeldir. Bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgular ve ona tazim ifade eder.
Müsnedün ileyhin uzağı işaret etmekte kullanılan işaret ismi ile marife olması, dikkatleri işaret edilene yoğunlaştırmak ve onu yüceltmek içindir.
تِلْكَ ‘de istiare vardır. Tecessüm ve cem’ ifade eden تِلْكَ ile sıkıntılı günlere işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Haber olan نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Fiilin azamet zamirine isnad edilmesi, işin Allah'ın bizzat celâliyle, kudretiyle, kemâliyle ilgili olduğunu belirterek tazim ifade eder.
ذَ ٰلِكَ ve تِلْكَ ile müşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâgî Tefsiri, Duhan/57, C. 5, s. 190)
وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ [Bu günleri insanlar arasında evirip çeviriyoruz.] cümlesinde zamana isnad alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Günler değil, günlerin içindeki olaylar devri daim eder.
نُدَاوِلُهَا [Dönüp dolaştırıyoruz] tabiri, istiare-i tebeiyyedir. İnsanların başına gelen iyi veya kötü hallerin değişmesi; harekete, dönüp dolaşmaya benzetilmiştir. Câmi’; yaşanan olayların hep aynı olmayıp farklılaşması, değişikliktir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Günler anlamındaki الْاَيَّامُ kelimesi ile ayette zafer ve galibiyet zamanları kastedilmektedir. İbare, [Bunu devlet olarak insanlar arasında döndürürüz.] anlamında olup “Zaferin yüzünü bazen şunlardan yana bazen de bunlardan yana çeviririz.” demektir. (Zemahşeri, Keşşâf’An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Bu söz, Hakk Teâlâ’nın, “Gevşemeyin, mahzun olmayın. Eğer mümin iseniz, en üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmran Suresi, 139) ayetini tamamlayan bir sözdür. Böylece Cenab-ı Hakk, onlara isabet eden bu yara-berenin, onların düşmanla cihad etme hususundaki gayret ve çabalarını yok etmemesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Çünkü bu yara ve bereler Müslümanlara isabet ettiği gibi bundan önce de aynısı onların düşmanlarına da isabet etmişti. Onlar, kendi batıl inançları ve bunun kötü neticeleri yanında kendilerine isabet eden yaralanma ve ölümlerden dolayı harp konusunda bir gevşeklik izhar etmemişlerdi. Binaenaleyh elde edeceğiniz güzel netice ve hakka sarılmış olmanız sebebiyle böyle bir gevşekliğin size arız olmaması daha evladır.
Cenab-ı Hakk şayet her zaman kâfirlerin sıkıntısını arttırıp müminlerin de sıkıntısını gidermiş olsaydı, iman etmenin hak, etmemenin ise batıl olduğuna dair zaruri bir ilim meydana gelmiş olurdu. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman da teklifin, mükâfat ve cezanın anlamı kalmazdı. İşte bu sebepten dolayı şüpheler bulunmaya devam etsin ve mükellef de İslam dininin gerçek olduğuna delalet eden delilleri inceleyerek bu şüpheleri gidersin, böylece de Allah katındaki mükâfatı büyüsün ve çoğalsın diye, mihnet ve sıkıntıyı bazen iman edenlere, bazen de kâfirlere musallat eder.
Rivayet edildiğine göre Ebu Süfyan Uhud gününde hem dağa tırmanıyor hem de “Nerede İbn Ebi Kebşe (Hazreti Peygamber); nerede İbn Ebi Kuhâfe (Hz. Ebubekir) ve nerede İbnu’l Hattab (Hz. Ömer)?” diyordu. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Şu, Allah’ın Resulü, şu Ebubekir; ben Ömer de işte!” dedi. Buna karşılık Ebu Süfyan, “Gün, güne mukabildir. Günler, insanlar arasında dönüp dolaşır. Harp de (muzafferiyet), nöbetleşedir.” dedi. Buna mukabil, Hazreti Ömer, “Hayır, bunlar birbirine denk değildir. Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.” dedi. Ebu Süfyan da “Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibiyse biz muhakkak ki umduğumuzu bulamadık ve hüsrana uğradık demektir…” dedi. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَعْلَمَ اَنْ قَدْ اَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ cümlesi, نُدَاوِلُهَا fiiline mütealliktir. Masdar tevilindeki car-mecrur, takdiri ليتّعظوا (Öğüt alsınlar) olan mahzuf car-mecrura matuftur.
Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
نُدَاوِلُهَا fiilindeki azamet zamirinden bu cümlede lafz-ı celâle iltifat sanatı vardır.
يَعْلَمَ fiilinin mef’ûlü konumundaki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ cümlesi, masdar-ı müevvele atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْكُمْ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için mef’ûle takdim edilmiştir.
شُهَدَٓاءَ ’nin nekre gelişi tazim ve nev için olabilir.
Allah iman edenleri zaten bilir. وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ ifadesi, iman edenleri bize göstermek için söylenmiştir. Mecazî isnaddır. Hüsn-ü ta’lil de diyebiliriz.
نُدَاوِلُهَا ’daki azamet zamirinden, لِيَعْلَمَ cümlesinde gaib zamire iltifat edilmiştir. Bu iltifat sanatındaki sır, Allah yolunda cihadın şanını yüceltmektir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)
Burada sebebin adını müsebbebe vermek kabilinden bilmek, mecaz olarak temyiz ve tefrik yerine kullanılmıştır. Yani Allah Teâlâ, imanda sebat edenleri diğerlerinden temyiz etmek için bunu yapmıştır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
“İlim” kelimesinin “malum (bilinen)”; “kudret” kelimesinin de “makdûr (güç yetirilen kudrete konu olan şey)” manasına kullanılması meşhur bir mecazdır. Mesela bir insanın bildiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın ilmidir.”; yine gücünün yettiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın kudretidir.” denilir. Binaenaleyh yukarıda zikredilen her ayetin zahiri, Cenab-ı Hakk'ın ilminin teceddüt ettiğini (yenilendiğini ve sanki değiştiğini) hissettirse bile yenilenen ilmi değil, ilminin taalluk ettiği şeylerdir. Bunu böylece kavradığın zaman biz deriz ki bu ayetin tefsiri için şu izahlar yapılmıştır:
a) “İhlaslı olanı münafık olandan, mümini de kâfirden ayırıp ortaya koymak için…”,
b) “Allah (dostları) bilsin diye…” Böylece Cenab-ı Hakk bu işi yüceltmek için kendisine izafe etmiştir.
c) “İmtiyazın (aralarında farklılığın) bulunduğunu göstermek için…” Böylece “ilim” kelimesi, imtiyazı gösterme manasında kullanılmıştır. Çünkü farklılığın olduğuna hükmetme ancak ilimden sonra olur.
d) “Bu vakıanın onlardan sudûr edeceğini bildiği gibi bizzat sudûrunu da bilmek ve görmek için…” Çünkü mücâzât ve mükâfat, gerçekleşmemiş bilgiye göre olmayıp bizzat tahakkuk eden şeye göre olur.
“İlim (bilmek)” fiili bazen bir mef’ûl alır. Mesela, (Zeyd'i bildim) yani “Zeyd’in kendisini bildim ve tanıdım” denilmesi gibi. Bu fiil, bazen de iki mef’ûl alır. Mesela, “Zeyd'i, (cömert tanıdım)” denilmesi gibi. Bu ayette murad edilen, bu ikinci şekildir. Fakat ayette ikinci mef’ûl hazfedilmiştir ve takdiri şöyledir: “Allah, iman edenleri imanlarıyla başkalarından ayrılmış olduklarını bilsin ve görsün diye…” Yani günleri insanlar arasında böyle dolaştırmanın hikmeti, iman edenlerin, sabırları ve İslam’da sebatları ile iman ettiklerini iddia eden münafıklardan ayrılmalarını temin etmektir. Buradaki “ilim” fiilinin, o insanların kendilerini bilme manasında, tek mef’ûl alan (ilk) kısımdan olması da muhtemeldir. Buna göre mana, “Onların düşmanlarına karşı cihadda gösterdikleri sabır sebebiyle Allah iman edenleri tanısın ve görsün diye…” yani “onların bizzat kendilerini tanısın diye…” şeklinde olur. Fakat ne var ki bu ilmin meydana gelmesinin sebebi olan şey yani “sabrın ortaya çıkması” ayette hazf edilmiştir.(Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb - Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Şühedâ; ya şehidin çoğuludur. O takdirde mana, “sizden bazı insanlara şehit ikram etmek için…” olur. Bunlar Uhud şehitleridir.
Şühedâ ya da şahidin çoğuludur. Bu takdirde de mana “hak üzerinde sebat, sıkıntılara sabır ve metanetle tahammül eden veya başkaca sadakat kanıtları veren müminlerden adil şahitler edinmek ve kıyamet günü ümmetler hakkında şehadet etmelerini sağlamak için…” olur.
İki manadan hangisi olursa olsun, seçmek ve yaklaştırmak anlamlarını kapsayan ittihaz kelimesinin kullanılmasında onlar için apaçık bir teşrif ve tazim vardır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l- Akli’s-Selîm)
“Şühedâ”, “Küremâ (Kerimler)” ve “Zürefâ (zarifler)” vezninde olup, “şehid” kelimesinin cem’idir. Müslümanlardan, kâfirlerin silahıyla öldürülenlere “şehit” denilir.
İbnu’l Enbârî şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ ve melekler, onların cennetlik olduklarına şehadet ederler. Binaenaleyh ‘şehid’kelimesi, fe’îl vezninde olup mef’ûl (yani şahadet edilen) manasındadır.”
Şehitler, kıyamet gününde peygamberler ve sıddıklarla birlikte bulunacakları için “şüheda” diye adlandırılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, “İnsanlara karşı (gerçeğin) şahidleri olasınız diye…” buyurmuştur.
Onlar, öldürüldükleri anda hemen cennete götürüldükleri için bu ismi almışlardır. Bunun delili, kâfirlerin (ruhlarının) ölür ölmez cehenneme atılmalarıdır. Nitekim Cenab-ı Allah, “(Onlar) suda boğuldular ve hemen cehenneme atıldılar.” (Nuh Suresi, 25) buyurmuştur. Burada da Allah yolunda öldürülen o kimselerin, ölür ölmez hemen cennete sokulduklarının söylenmesi gerekir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
وَ , itiraziyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İtiraz cümleleri, parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, kalplerde teberrük, korku duyguları uyandırmak ve ikaz içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müsned olan لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüd ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler.
الظَّالِم۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir.
Zamir makamında zahir isim olarak الظَّالِم۪ينَ ’nin zikri, onları zemmetmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
الظَّالِم۪ينَ - اٰمَنُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafîy sanatı vardır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhten sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip, hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Olumsuz bir cümlede ismin fiile takdim edilmesi, fiilin bu isimdeki olumsuzluğunu ama başka isimlerdeki varlığını ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 186)
Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in başka surelerinde sevilmeyenlerin farklılığıyla tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
Burada zalimlere verilecek ceza söylenmemiş, sadece Allah’ın onları sevmediği söylenmiştir. Üstü kapalı bir anlatım söz konusudur. Lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
134. ayetteki وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ [Allah muhsinleri sever.] cümlesiyle bu ayettteki وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
[Allah, zalimleri sevmez.] ifadesi, ayette zikredilen ta’lîllerden biriyle diğeri arasında bir ara cümledir; anlamı şudur: İmanda sebat eden, Allah yolunda cihat eden ve günahlarından temizlenen kişilerden olmayanları Allah sevmez.(Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t - Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Bu itiraz cümlesi, makablinin mefhûmunu hülasa olarak açıklar. Burada ifade edilen sevmemek, buğz etmekten kinayedir. Bunun zalimler hakkında olması, Allahu Teâlâ'nın, zalimlerin mukabillerini sevdiğine işarettir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm - Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Cenab-ı Hak, “Allah zalimleri sevmez.” buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.), buradaki zalimlerin, “Şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 13) ayetinden dolayı “müşrikler” manasında olduğunu söylemiştir ki bu ifade ayette sebepler arasında zikredilmiş bir cümle-i itiraziye olmuş olur. Allah, imanda sebat etmeyen ve cihadda sabır göstermeyenleri sevmez.
Burada, Allah Teâlânın müminlere karşı kâfirleri bazen güçlendiriyor gibi görünmesi, bunun az önce sıralanan hikmet ve faydalardan ötürü olup kâfirleri sevmesinden ileri gelmediğine işaret vardır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)