Hucurât Sûresi 14. Ayet

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ  ...

Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَالَتِ dediler ق و ل
2 الْأَعْرَابُ araplar ع ر ب
3 امَنَّا inandık ا م ن
4 قُلْ de ki ق و ل
5 لَمْ
6 تُؤْمِنُوا inanmadınız ا م ن
7 وَلَٰكِنْ fakat
8 قُولُوا deyin ق و ل
9 أَسْلَمْنَا islam olduk س ل م
10 وَلَمَّا henüz
11 يَدْخُلِ girmedi د خ ل
12 الْإِيمَانُ iman ا م ن
13 فِي
14 قُلُوبِكُمْ kalblerinize ق ل ب
15 وَإِنْ ve eğer
16 تُطِيعُوا ita’at ederseniz ط و ع
17 اللَّهَ Allah’a
18 وَرَسُولَهُ ve Elçisine ر س ل
19 لَا
20 يَلِتْكُمْ size eksiltmez ل ي ت
21 مِنْ -den
22 أَعْمَالِكُمْ amelleriniz- ع م ل
23 شَيْئًا hiçbir şeyi ش ي ا
24 إِنَّ şüphesiz
25 اللَّهَ Allah
26 غَفُورٌ çok bağışlayandır غ ف ر
27 رَحِيمٌ çok esirgeyendir ر ح م
 

Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını “iman etmiş olmak için” yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir.

Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânasında “boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Bedevîlerin yaptığı da İslâm’ın bu sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi. Çünkü 15. âyeti de göz önüne aldığımızda bir kimsenin gerçekten iman etmiş olabilmesi için kendisinde şu inanç ve davranışların gerçekleşmiş olması gerekmektedir: 1. İslâm’ın taleplerini yerine getirirken bunların Allah ve resulünün emirleri olduğuna, Allah’tan geldiğine, O’nun emirlerine itaat etmenin insana, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacağına kalbi ile de iman etmiş, inanmış olmak. 2. Bu inancında asla şüpheye düşmemek, aklı ve duygularıyla ikna olmuş, bu inanca bağlanmış bulunmak. 3. İslâm’ı ve müslümanları korumak, dininin güçlenmesi için malını ve gerektiğinde canını vererek çalışmak, çabalamak, olanca gücünü harcamak. Bağlamdan anlaşıldığına göre “Biz de müminiz, inandık” diyen bedevîler henüz cihad ile sınanmış ve imanlarını ispat etmiş değillerdi. İmanlarının kalplerine yerleşmiş olmadığı hükmüne gelince, bunu ancak Allah bilirdi ve peygamberine böyle olduğunu bildiriyordu. Şayet Allah bildirmeseydi, peygamber dahil herkesin, “Ben müminim” deyip emirlere itaat edenleri gerçekten ve kalpten inanmış saymaları, böyle bilmeleri gerekecekti.

Bedevîlerin Hz. Peygamber’e teslim olmalarına, onun yanında yer almalarına iki yönden bakılabilir: a) Müminlere düşman olmak yerine dost olup destek sağlamak; b) Ganimetten, sosyal yardımlardan yararlanmak, daha da önemlisi müslümanlar arasında yaşayarak gerçek ve kâmil mânada imana kavuşmak. Bu âyetler geldiği dönemde müslümanların bedevî desteğine ihtiyaçları kalmamıştı; halbuki onların hem maddî yardıma hem de hidayete, doğru ve kurtarıcı bir kılavuza ihtiyaçları vardı. Teslim olmalarının, itaat etmelerinin karşılığını eksiksiz olarak aldılar, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından eğitilerek hem medenîleştiler hem de birçoğunun gönlüne iman yerleşti. Şu halde ortada sözü edilecek bir iyilik, bir lutuf varsa bu, onların teslim (İslâm) olmaları değil, bu sayede elde ettikleri idi; bundan dolayı asıl minnettar olması gerekenler kendileriydi.


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 100-101
 
Birisi hakkında “O mü’mindir” diyen kimseyi, Peygamberimiz “ Daha doğrusu, Müslümandır demek lâzım” diyerek düzeltmiştir. Peygamber Efendimizin bu müdahalesi, bizim kalplerde olan şey hakkında değil, ancak davranışlara yansıyan şey hakkında hüküm verebileceğimizi göstermektedir. 
(Buhari, İman 19; Müslim, İman 236,237).
 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ 

 

 Fiil cümlesidir. قَالَتِ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. الْاَعْرَابُ  fail olup lafzen merfûdur. 

Mekulü’l-kavli  اٰمَنَّا ‘dır.  قَالَتِ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

اٰمَنَّا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَاَ  fail olarak mahallen merfûdur. 

Arapların, Arap olarak isimlendirilmesi şundandır: Çünkü, Hz. İsmail'in çocukları Arebe’de doğup büyümüşlerdir. Arebe ise Tihâme (çöl) bölgesindendir. Böylece o çocuklar, beldelerine nispet edilmişlerdir. Arap yarımadasında meskûn olan ve onların dillerini konuşanlar da onlardandır. Çünkü bunlar da Hz. İsmail'in çocuklarındandır.
Yine, Arapların Arap adını almalarının sebebinin, onların lisanlarının kalplerindeki şeyleri îrab yani ifade etmesi olduğu da ileri sürülmüştür. Arapçanın, diğer dillerde bulunmayan pek çok fesahat ve akıcılık üslubu ihtiva ettiğinden de şüphe yoktur.
Hikmet erbabından birinin, yazmış olduğu bir kitapta şöyle dediğini gördüm: “Rumların hikmeti beyinlerindedir. Zira onlar, çok acayip terkipler meydana getirebilirler. Hindlilerin hikmeti vehimlerinde, Yunanlıların hikmeti ise kalplerindedir. Bu böyledir, zira çok mal elde etmek akılla alakalı bir şeydir. Arapların hikmeti de lisanlarındadır. Bu, onların lafızlarının çok tatlı ve ibarelerinin de çok çekici olmasındandır.” (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Bu kelime Kur’ânda 6 ‘sı Tevbe suresinde olmak üzere 10 kere geçmiştir.


 قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا

 

Fiil cümlesidir. قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Mekulü’l-kavli  لَمْ تُؤْمِنُوا ‘dur. قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

 لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تُؤْمِنُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla  meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir. لٰكِنْ  istidrak harfidir,  لٰكِنّ ’den muhaffefedir.

İstidrak ;düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir.Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

قُولُٓوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul وَ ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli  اَسْلَمْنَا ‘dır.  قُولُٓوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

اَسْلَمْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. 

تُؤْمِنُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  امن ’dir.

اَسْلَمْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  سلم ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. 


 وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ 

 

وَ  haliyyedir.  لَمَّا  kelimesi  حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.

يَدْخُلِ  şart fiili olup sükun üzere meczum muzari fiildir.  الْا۪يمَانُ  fail olup lafzen merfûdur.  ف۪ي قُلُوبِكُمْ  car mecruru  يَدْخُلِ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). 

Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında  “و ” gelmez.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 


 وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ

 

 

وَ  atıf harfidir.  Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

تُط۪يعُوا  şart fiili olup, نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

اللّٰهَ  lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  رَسُولَهُ  atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  karînesi olmadan gelen  لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاً  cümlesi şartın cevabıdır. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَلِتْكُمْ  sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

مِنْ اَعْمَالِكُمْ  car mecruru  يَلِتْكُمْ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  شَيْـٔاً  ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.

تُط۪يعُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  طوع ’dir.


اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. 

غَفُورٌ  kelimesi  اِنّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.  رَح۪يمٌ  ikinci haber olup lafzen merfûdur. 

غَفُورٌ  -  رَح۪يمٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ 

 

Ayetin ilk cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

قَالَتِ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اٰمَنَّا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.


 قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  لَمْ تُؤْمِنُوا  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

اٰمَنَّاۜ -  لَمْ تُؤْمِنُوا  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

İstidrak harfinin dahil olduğu  لٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا  cümlesi,  وَ ’la mekulü’l-kavle atfedilmiştir.

Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.  قُولُٓوا  fiilinin mekulü’l-kavli olan  اَسْلَمْنَا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107) 

لٰكِنْ  kendisinden sonra gelen cümleye, önceki cümlenin hükmüne muhalif bir hüküm kazandırır. Bu yüzden kendisinden önce, sonradan gelecek cümleye muhalif veya mütenakız bir sözün geçmesi lazımdır. (İtkan, c. 2, s. 474)  

وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ  cümlesi haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَمَّا  muzari fiili cezm edip manasını maziye çeviren nefy edatlarındandır. Gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olup geçmiş zamandan, sözün söylenme anına kadar sürekli olumsuzluk ifade eder.

لَمَّا ’daki olumsuzluk,  لم ’in aksine istikbali kapsamaz.

 ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ   ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  kalpler, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  kalp, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır. 

يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ  ifadesinde de istiare vardır.  الْا۪يمَانُ  kelimesi  يَدْخُلِ  fiilinin faili yapılarak kişileştirilmiştir. İmanın bir şahıs gibi girecek olması imanın önemini artırmaktadır. Ayrıca ayette iman kelimesinin tekrarlanması, onun önemini tekit etmektedir.  

تُؤْمِنُوا - الْا۪يمَانُ - اٰمَنَّاۜ  ve  قُلْ - قُولُٓوا - قَالَتِ  gruplarındaki kelimeler arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

İman henüz kalplerinize girmiş değil cümlesi, قُولُٓوا (deyin) fiilinin zamirinden hal olarak gelen bir sözdür.  لَمَّا ’daki beklenti anlamı ise, bahse konu kişilerin daha sonra iman ettiklerine delalet etmektedir. (Keşşaf)

Zemahşerî ayetteki  لَمَّا ‘nın henüz bedevilerin kalplerine yerleşmeyen inancın gelecekte yerleşeceğine delalet ettiğini düşünmektedir. (Zemahşerî, Keşşâf, IV, 247.)

Esedoğulları’ndan bir grup bedevi kıtlık senesinde Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’in (sav) huzuruna çıkarak “Biz iman ettik” dediler. Ancak “ Biz sana mal varlığımızla topyekün geldik. Savaşa katılıp da sadaka bekleyen filan oğulları gibi savaşmayacağız” şeklinde zengin bir kabile olduklarını ileri sürdüler. Peygamberimize sitem eder gibi konuştular. Onların samimi olmayan “iman ettik” sözleri ayette [Siz inanmadınız de] sözüyle reddedilmiş, yalan söylemekten sakınılması gerektiği edebî bir üslupla ifade edilmiştir. Arkasından imanın kalplerine girmediği, onun için de [teslim olduk] demeleri söylenmiştir. İstidrak harfiyle kurtuluş yolu gösterilmiştir.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)

Zemahşerî aslında arâbîlerin yalan söyledikleri aşikarken bu ayet-i kerîmede “yalan söylediniz” tabîrinin kullanılmaması üzerinde hasasiyetle durmaktadır. Bir tefsir ihtimali olarak [İman etmediniz] cümlesinin tarîz yoluyla “yalan söylediniz” anlamını içerdiğini ancak bu anlamı edeb-i hasen çizgisinde ifade ettiğini belirten müfessir, bazı durumlarda tarîzin açıkça belirtmekten daha etkin olabileceğini kaydeder. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)


 وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ 

 

وَ , atıf harfidir. Hükümde ortaklık nedeniyle  لَمْ تُؤْمِنُوا  cümlesine atfedilmiştir. Cümlenin haberî manada olması bu atfı mümkün kılmıştır.

Müspet muzari fiil sıygasındaki  تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ  cümlesi şarttır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. 

اللّٰهُ  -  رَسُولَهُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

وَرَسُولَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması Resul için tazim, destek ve teşrif ifade eder.

فَ  karînesi olmadan gelen cevap cümlesi  لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاً  , menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  مِنْ اَعْمَالِكُمْ , ihtimam için mef’ûle takdim edilmiştir.

Mef’ûl olan  شَيْـٔاً ‘in nekreliği kıllet ve nev ifade eder. Bilindiği gibi nefy siyakında nekre umum ve şümule işarettir.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.

Fiillerin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir. 

اِنْ  şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder. 

Burada, imana girmede geç kalan kimselere bir teselli vardır. Çünkü böyle bir kimse, "Başkaları bunda beni geçti. Hz  Peygamber (sav) yalnızken ona iman etti; onu güçsüzken bağrına basıp korudu. Biz ise, ona karşı koymaktan âciz kalınca ve onun kuvveti karşısında mağlup olunca iman ettik. Öyleyse bizim imanlarımızın bir değeri, dolayısıyla bundan ötürü bir mükâfaat da yok" diye düşünür. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Mükâfaatlarınız noksan olarak verilmeyecektir. Umduğunuz size verilecektir. Velhasıl önce iman etmiş olmak, tabii ki onların ücretlerini artırır. Ama Allah, rahmet hazinelerinden başkalarına bolca verirken sizi de memnun ederse, onlara verilenden size ne? Bu durumda haliniz tıpkı, birisine birşey verip, başkasına da "ne istersin?" diyen, "Geniş bir arazi, bol mal" isterim cevabını alan, ona da istediklerini vererek memnun eden, sonra da o evvelkine, hazinelerinden başka ilave şeyler veren bir padişahın durumuna benzer. Şimdi eğer, bu durumdan birisi rahatsız olunca, bu, cimrilik ve hased olur. Böyle şeyler ahirette olmaz. Bunlar ancak dünyada rezil rüsva kimselerin halidir" demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)


 اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

 

 

Ta’liliyye olarak gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.

اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Allah’ın  غَفُورٌ  ve  رَح۪يمٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

Ayetin fasılası, tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır

Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, C. 2, s. 189) 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اِنَّ  ile haberdeki mübalağa sıygalarıyla, celâl ve kemâl ifade eden lafza-i celâlin zikredilmesi ile tekid edilmiştir. Bu lafza-i celâl, dinleyen kişinin kalbine korku saçar. Bu nedenle birçok fasılada bulunur. Bu mevki, bulunduğu siyaka bağlı olarak başka ayetlerde bulunmayan manalar da kazandırır. Bu gerçekten mühimdir. Yani aynı kelimeler ve aynı terkipten oluşmuş bir fasıla, her zaman aynı şeye delalet etmez. Çünkü siyak, o ibareye başka delaletler de kazandırır. Lafız ve terkiplerin bir olması, onları asıl manada birleştirir, ancak siyak onları ayırır, çeşitlendirir ve aynı olan ibareleri birbirinden uzaklaştırır ya da yaklaştırır. Siyak, manaları dolayısıyla bu farklılığa sebep olur. Bunları söylememin sebebi, bu fasılanın şibhi kemâl-i ittisâl yolu ile öncesindeki manayı tekid ederek gelmesidir. Zira öncesindeki manalar bu şekilde bir müjdeleme ihsanının sebebini merak ettirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 3, s.166)