Mâide Sûresi 44. Ayet

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ  ...

Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّا gerçekten
2 أَنْزَلْنَا biz indirdik ن ز ل
3 التَّوْرَاةَ Tevrat’ı
4 فِيهَا onda vardır
5 هُدًى yol gösterme ه د ي
6 وَنُورٌ ve nur ن و ر
7 يَحْكُمُ hüküm verirlerdi ح ك م
8 بِهَا onunla
9 النَّبِيُّونَ peygamberler ن ب ا
10 الَّذِينَ öyle ki
11 أَسْلَمُوا İslam olmuş س ل م
12 لِلَّذِينَ kimselere
13 هَادُوا yahudi(lere) ه و د
14 وَالرَّبَّانِيُّونَ ve Rabbanilere ر ب ب
15 وَالْأَحْبَارُ ve alimlere ح ب ر
16 بِمَا dolayı
17 اسْتُحْفِظُوا korumakla görevlendirildiklerinden ح ف ظ
18 مِنْ
19 كِتَابِ Kitabını ك ت ب
20 اللَّهِ Allah’ın
21 وَكَانُوا idiler ك و ن
22 عَلَيْهِ onun üzerine
23 شُهَدَاءَ şahitler ش ه د
24 فَلَا
25 تَخْشَوُا korkmayın خ ش ي
26 النَّاسَ insanlardan ن و س
27 وَاخْشَوْنِ benden korkun خ ش ي
28 وَلَا
29 تَشْتَرُوا ve satmayın ش ر ي
30 بِايَاتِي benim ayetlerimi ا ي ي
31 ثَمَنًا bir paraya ث م ن
32 قَلِيلًا azıcık ق ل ل
33 وَمَنْ ve kim
34 لَمْ
35 يَحْكُمْ hükmetmezse ح ك م
36 بِمَا ile
37 أَنْزَلَ indirdiği ن ز ل
38 اللَّهُ Allah’ın
39 فَأُولَٰئِكَ işte
40 هُمُ onlar
41 الْكَافِرُونَ kafirlerdir ك ف ر
 

“Rablerine teslim olmuş zâhidler” diye tercüme edilen rabbâniyyûn kelimesi, rabbânînin çoğulu olup “dinî ilimlerle, özellikle Tevrat’la meşgul olan ve halka doğru inanç öğreten yahudi din âlimleri” demektir (bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79, 146). “Bilginler” diye tercüme ettiğimiz ahbâr ise yahudi din bilgini anlamına gelen hibr veya habr kelimesinin çoğulu olup Arapça’da “yazılı veya şifahî güzel eserler veren, güzel üslûp sahibi bilginler” anlamında kullanılmaktadır. İbrânîce’si ise haber (çoğulu haberîm) olup “arkadaş, meslektaş” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Ferîsî mezhebi mensuplarını ifade eden bu kelime Talmud döneminde Beytülmidrâs denilen yerlerde yahudi şeriatını ve dinî ilimleri öğreten, dinin hükümlerini bilen ve yahudi halkı arasında ortaya çıkan meseleleri halleden kişileri ifade ediyordu. Ahbâr, Kur’ân-ı Kerîm’de iki defa rabbâniyyûn kelimesiyle (Mâide 5/44, 63), iki defa da ruhbân kelimesiyle (Tevbe 9/31, 34) birlikte olmak üzere dört defa geçmekte ve yahudi bilgin ve fakihlerini ifade etmektedir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Ahbâr”, İFAV Ans., I, 55). 

 Kur’an’ın açıklamalarından, Tevrat’ın Allah tarafından insanlar için gönderilmiş bir ışık ve bir kılavuz olduğu, Hz. Mûsâ’dan itibaren Hz. Peygamber’in zamanına kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin yahudilerin davaları hakkında onunla hüküm verdiği ve onun şeriatıyla amel ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Kur’an’da İslâm kelimesinin bütün ilâhî dinleri kapsadığı ve peygamberlerin hepsinin müslüman olduğu bildirilmiş (krş. Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/19; Yûsuf 12/101); peygamberlerden hangisi olursa olsun yahudiler hakkında hüküm verecekse –onlar yahudi olarak kaldıkları müddetçe– kendi dinleri ve şeriatlarıyla hükmedeceği ifade edilmiştir. Bununla birlikte “Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerden maksat sadece Hz. Muhammed’dir, onu yüceltmek için çoğul kalıbı kullanılmıştır” diyenler de vardır (İbn Âşûr, VI, 208). Bu yoruma göre yahudiler hakkında Tevrat’la hüküm verecek olan, Hz. Muhammed’dir. 

 

 Tevrat’la hükmedenler sadece peygamberler değildir; onların vârisleri olan takvâ sahibi rabbânîler ve ahbâr (din bilginleri, fakihler) dahi onunla hükmederler. Çünkü bu peygamberler ve din âlimleri Allah’ın kitabını değiştirilmek ve tahrif edilmekten korumakla görevlendirilmiş ve buna şahit yani gözetleyici olmuşlardır. Allah’ın kitabını korumak ise onun bozulmasını, değiştirilmesini, yanlış anlaşılmasını, kuralsız te’vil edilmesini önlemekle, metnini yazmak, ezberlemek, anlamını ve hükmünü öğrenmek, gereği ile amel etmek ve onu başkalarına öğretmekle olur. Bunu yapmak bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalmayı gerektirdiği için Allah “İnsanlardan korkmayın, benden korkun” buyurarak kendi emirlerini uygulamaya kullarını teşvik etmiş, menfaat karşılığında Allah’ın âyetlerinin tahrif edilmemesini istemiş; bunu dikkate almayan ve O’nun âyetleriyle hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını, dolayısıyla bunlar için elem verici bir azabın hazırlanmış olduğunu haber vermiştir.

 Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyerek ilâhî emir ve yasakları çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiş olup işledikleri kusur ve günahın cinsine göre nitelendirilmişlerdir: 

Birincisi (44. âyet), Allah’ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir.

İkincisi (45. âyet), Allah’ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenlerdir. Allah’ın hükmü adaleti, onun zıddı zulmü temsil ettiğinden onunla hükmetmeyenler zalimlerdir. 

 Üçüncüsü (47. âyet), Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, O’nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.

 Bazı müfessirler bu âyetleri şöyle yorumlamışlardır: “Eğer bir kişi ilâhî hükmü yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, buna göre hüküm verirse bu kişi kâfir, zalim ve fâsıktır. Eğer bir kişi ilâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse İslâm’ın dışına çıkmış olmazsa da imanına zulüm ve fıskı karıştırmış olur. Eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü inkâr ve reddederse her bakımdan kâfir, zalim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse iman ve İslâm’ını küfür, zulüm ve fıskla karıştırmış olur” (Elmalılı, III, 1696; Mevdûdî, I, 429). 44 ve 45. âyetler yahudiler, 47. âyet ise hıristiyanlar hakkında inmiş olmakla birlikte bu hükümler bütün insanlar için geçerli genel kurallar niteliğindedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 278-279

 

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ

 

İsim cümlesidir. اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  

نَا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  اَنْزَلْنَٓا  cümlesi,  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

اَنْزَلْنَٓا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. التَّوْرٰيةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

ف۪يهَا  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  هُدًى  muahhar mübteda olup, elif üzere mukadder damme ile merfûdur. نُورٌ  atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur. هُدًى  maksur isimdir.

Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir.  اَلْفَتَى – اَلْعَصَا  gibi…

Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْزَلْنَٓا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder. 


يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ

 

Cümle, ف۪يهَا ‘daki zamirin hali olarak mahallen mansubdur.

Fiil cümlesidir.  يَحْكُمُ  damme ile merfû muzari fiildir.  بِهَا  car mecruru  يَحْكُمُ  fiiline mütealliktir. النَّبِيُّونَ  fail olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  النَّبِيُّونَ ’nin sıfatı olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اَسْلَمُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اَسْلَمُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  لِ  harfi ceriyle  يَحْكُمُ  fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  هَادُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

هَادُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. الرَّبَّانِيُّونَ  atıf harfi  وَ ’la  النَّبِيُّونَ ’ye matuf olup, ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. الْاَحْبَارُ  atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

مَا  müşterek ism-i mevsûl  بِ  harfi ceriyle  يَحْكُمُ ’ye mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  اسْتُحْفِظُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اسْتُحْفِظُوا  damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur. مِنْ كِتَابِ  car mecruru, mahzuf aid zamirin mahzuf haline mütealliktir. Aynı zamanda muzaftır.  للّٰهِ  lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَانَ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. 

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و  muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur. عَلَيْهِ  car mecruru  شُهَدَٓاءَ ’ye mütealliktir. شُهَدَٓاءَ  kelimesi  كَانُوا ’nun haberi olup fetha ile mansubdur. 

شُهَدَٓاءَ  kelimesi sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar. Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrı munsarıfa girer.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Has ism-i mevsûller marife isimden sonra geldiğinde kelimenin sıfatı olur. Cümledeki yerine göre onun unsuru (Fail, mef’ûl,muzâfun ileyh) olur. (Arapça Dil Bilgisi, Nahiv, Dr. M.Meral Çörtü,s; 44)

Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اسْتُحْفِظُوا  fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi, خفظ ‘dir. 

Bu bab fiile taleb,tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamlar katar. 

فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ 

 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن أحرجتم في موقف فلا تخشوا الناس  (Sıkıntıya düşerseniz insanlardan korkmayın) şeklindedir.

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَخْشَوُا  fiili  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. النَّاسَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

وَ  atıf harfidir. اخْشَوْنِ  fiili  ن ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Sonundaki  نِ  vikayedir. Esre ise mütekellim zamirinden ivazdır. Hazfedilen  يَ  ise mef‘ûlun bih olarak mahallen mansubdur. Takdiri;  اخشوني  şeklindedir. 

Burada bir  ي  harfinin mahzuf olduğuna işaret etmek için fiilin sonunda bulunan  نِ  harfinin harekesi esre gelmiştir. 

وَ  atıf harfidir. لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَشْتَرُوا  fiili  ن ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir.  بِاٰيَات۪ي  car mecruru  تَشْتَرُوا  fiiline mütealliktir.  Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

ثَمَنًا  mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  قَل۪يلًا  kelimesi  ثَمَنًا ’nin sıfatı olup fetha ile mansubdur. Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.

Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تَشْتَرُوا   fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi شري ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup, mübteda olarak mahallen merfûdur. Şart ve cevap cümlesi, mübteda  مَنۡ ‘ nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  

يَحْكُمْ  şart fiili olup, sükun ile meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. مَٓا  müşterek ism-i mevsûl  بِ  harfi ceriyle  يَحْكُمْ  fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  اَنْزَلَ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اَنْزَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  

İşaret ismi  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. هُمُ  fasıl zamiridir.  الْكَافِرُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.

Veya munfasıl zamir  هُمُ  ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْكَافِرُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. هُمُ الْكَافِرُونَ  cümlesi  اُو۬لٰٓئِكَ  ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

اَنْزَلَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder. 

الْكَافِرُونَ  kelimesi sülâsî mücerredi كفر  olan fiilin ism-i failidir.

İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ

 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّٓ ’nin haberi olan  اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

اَنْزَلْنَا  fiilinin azamet zamirine isnad edilmesi, işin Allah'ın bizzat celâliyle, kudretiyle, kemâliyle ilgili olduğunu belirterek tazim ifade eder.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Kadr/1.) 

Kevn-i sâbık alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Tevrat’ın indirilişindeki safiyeti bildirerek sonraki Yahudilere tarizle dürüst olmalarına teşvik gayesi taşır.

ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ  cümlesi  التَّوْرٰيةَ  ’nin halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. 

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidâî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  ف۪يهَا, mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  هُدًى , muahhar mübtedadır. 

نُورٌ  muahhar mübteda olan  هُدًى ‘e matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. 

هُدًى - نُورٌۚ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.  ف۪يهَا  car-mecrurundaki Tevrat’a aid zamire dahil olan ف۪ٓي  harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi  ف۪ٓي  harfinde zarfiyyet anlamı vardır.  Kitap lafzına dahil olduğunda bu özelliği nedeniyle istiare oluşmuştur. Tevrat, içine birşey konulabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. Kitap ve zarfiyyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır. 

ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌ  ibaresinde istiare vardır. “İçinde nur ve hidayet olan” ifadesi, istiare-i tebeiyyedir. Allah’ın kitabı, içinden hidayet ve nur fışkıran bir mekâna benzetilmiş. هُدًى  de masdar olarak mahalli südur (çıkış mahalli) ifadesiyle bu manayı teyid eder. Bir menzile varmak için bir rehberin olması gerekir. O hidayet Allah kitabıdır. Yolun karanlık olmaması icab eder. O da nurdur.

Burada geçen  نُورٌۚ  kelimesi, beyan ve hak manasında istiaredir. Bunun için hidayete atfedilmiştir. Bundan maksat apaçık hidayettir. Zarfiyye hakiki manadadır. 

O halde nûr; iman ve hikmet manasında müsteardır. يُخْرِجُهم مِنَ الظُّلُماتِ إلى النُّورِ (Bakara/257) de böyledir. Aralarında umum-husus farkı vardır. Nûr; daha umumidir. Aralarındaki bu fark sebebiyle birbirine atfedilmişlerdir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ  cümlesi, ف۪يهَا  ‘deki zamirin halidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur  بِهَا , ihtimam için, faile takdim edilmiştir

Fail konumundaki  النَّبِيُّونَ ‘nin sıfatı olan ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ‘nin sıla cümlesi  اَسْلَمُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. 

يَحْكُمُ  fiiline müteallik olan, mecrur mahaldeki ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan  هَادُوا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

الرَّبَّانِيُّونَ  ve الْاَحْبَارُ  kelimeleri temâsül sebebiyle  النَّبِيُّونَ ’ye atfedilmiştir. Bu kelimeler arasında murâât-i nazîr sanatı vardır.

يَحْكُمُ  fiiline müteallik olan mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَا ‘nın sıla cümlesi olan  اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اسْتُحْفِظُوا  fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur. Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.

Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er- Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s.127)

اسْتُحْفِظُوا  fiiline müteallik car mecrur   مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ  izafetinde  اللّٰهِ  lafzına muzâf olması  كِتَابِ ’ye, şan ve şeref kazandırmıştır.

بِما اسْتُحْفِظُوا  ifadesindeki  بِ  harfi mülâbese içindir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

Rivayete göre İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: الرَّبَّانِيُّونَ, insanları ilimle yönetenler ve büyüklerden önce küçükleri terbiye edenlerdir. الْاَحْبَارُ  da  حِبْر,حَبْر’in çoğulu olup fıkıh alimleri demektir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)

وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ  cümlesi atıf harfi وَ ‘la sıla cümlesi  اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ ‘ye atfedilmiştir. Nakıs fiil  كَانُ ’nin dahil olduğu, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Bütün mamullerin cümledeki yeri, aslında amilinden sonra gelmesidir.  عَلَيْهِ car-mecruru amili olan  شُهَدَٓاءَ ’e konudaki önemine binaen takdim edilmiştir.

كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s. 124)

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

وكانُوا ’daki zamir nebiler, rabbaniler ve ahbar içindir. Yani bu zikredilenler Allah’ın kitabının şahitleridir. Değiştirilmesine karşı korunmasından sorumludur. Buradaki عَلى  temekkün manasındadır. Yoksa  شَهِدَ  fiiliyle birlikte kullanılmak üzere gelmemiştir. Bu fiil şahit olunan şeyler kastedildiği zaman  ل  harfiyle de gelir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

هُدًى - هَادُوا  kelimeleri arasında cinâs-ı muzari ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanarları vardır.

بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ  ile  كِتَابِ اللّٰهِ  arasında mürâât-ı nazîr vardır.

Ayetteki iki hal cümlesi de müekked hal olarak ıtnâbtır. 

Hal; cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır. Müekkid hal ise, cümleye yeni bir mana yüklemeyip sadece kendinden önceki failin, mef’ûlün ya da cümlenin manasını tekid eder. Müekkid hal ile medh, tazim, tahkir veya tehdit amaçlanır. (Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2017/3 yıl: 8 cilt: VIII sayı: 18 s.174)

Tekit edici halin başına  و  gelmez. Müekked ve tekid arasında kemâl-i ittisâl olduğundan arada  و  olmaz. (Sekkâkî, Miftâhu’l-ulûm, s.273)

Atıf, mâtûf ile matufun aleyh arasında bir başkalığın bulunmasını gerektirir. Binaenaleyh  هُدًى kelimesiyle نُورٌۚ  kelimesi arasında, mutlaka bir farklılığın bulunması gerekir. Buna göre  هُدًى kelimesi, hükümlerin, kanunların ve tekliflerin izah edilmesi, açıklanması manasına; نُورٌۚ  kelimesi de tevhidin, nübüvvetin ve meâd âleminin izah edilmesi manasına hamledilmiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

Bu beyandan amaç, tahrifçilerin hakikatte Tevrat’a inanmadıklarını, küfür ve zulüm içinde bocaladıklarını ortaya koymaktır. Tevrat’ın hidayet ve nûr içermesine gelince: O, içindeki şeriat ve hükümlerin insanları kaçınılmaz hakka irşad etmesi hasebiyle hidayettir; Müphem olan hükümleri açıklığa kavuşturması ve cehaletin zulmet perdelerini açması hasebiyle de nurdur. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)

“Her nebinin mutlaka Müslüman olduğu, kendisini Allah’a teslim etmiş olduğu belli iken Allah’ın [Kendisini (Allah’a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri....] demesinin faydası nedir?” İbnu’l Enbârî şöyle demektedir: “Bu ifade, Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir reddiyedir. Çünkü onların bir kısmı peygamberlerin tamamının Yahudi veya Hristiyan olduğunu iddia ediyorlardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, [Kendisini Allah’a teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri... hükmedenler.] buyurdu. Yani “Peygamberler Yahudilikle mevsuf değiller” aksine onlar Allah’a teslim olmuş ve O’nun emirlerine boyun eğmişlerdir.” demektir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

لِلَّذٖينَ هَادُوا  buyruğu, mananın ifadede bir takdim ve tehirin yapılmasına göre olması caizdir. Buna göre kelamın takdiri, اِنَّا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰیةَ فٖيهَا هُدًى وَنُورٌ لِلَّذٖينَ هَادُوا يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذٖينَ اَسْلَمُوا [Biz, kendisinde Yahudiler için hidayet ve nûr bulunan Tevrat’ı indirdik. O Tevrat ile kendilerini Allah’a teslim etmiş olan peygamberler hükmederler.] şeklinde olur.  Ayet; nebiler, rabbaniyyûn ve ahbârın, Tevrat ile hükmettiklerine delalet etmektedir. Bu da “rabbanî”lerin derecesinin, “ahbâr”dan daha yüksek olmasını gerektirir. Böylece “rabbaniyyûn”un, müctehid imamlar gibi “ahbar”ın da diğer ulema gibi oldukları sabit olmuş olur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)


 فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen terkipte  فَ , mukadder şartın cevabına gelen harftir. Takdiri  إن أحرجتم في موقف  (Sıkıntıya düşerseniz) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Ya da cümlenin başındaki  ف  harfi, tertib manasınadır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)

Cevap cümlesi olan  فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ , nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Mahzuf şartla birlikte cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Tezat nedeniyle cevap cümlesine atfedilen  اخْشَوْنِ  cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nehiy üslubundan emir üslubunda iltifat sanatı vardır.

Cümlede mef’ûl konumundaki mütekellim zamiri mahzuftur. Nûn-u vikayedeki kesra, zamirden ivazdır.

Ayetin başındaki azamet zamirinden  اخْشَوْنِ ‘de mütekellim zamirine geçişte iltifat sanatı vardır.

لَا تَخْشَوُا النَّاسَ  cümlesi ile  وَاخْشَوْنِ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

وَاخْشَوْنِ  [Benden korkun.] ifadesi, “Azabımdan korkun.” anlamında lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürseldir. 

فَلَا تَخْشَوُا - اخْشَوْنِ  kelimeleri arasında iştikak cinası, tıbâk-ı selb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatlarıı vardır. 

Bu hitap iltifat yoluyla Yahudi reisleri ve alimleri içindir. Bu nehyin, Müslüman yöneticilere ve alimlere şamil olması ise ibare yolu ile değil delalet yoluyladır.

Nehiy üslubunda talebî inşâî isnad olan  وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًا  cümlesi, atıf harfi وَ ’la şartın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. 

Veciz ifade kastına matuf  بِاٰيَات۪ي  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması  اٰيَات۪ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  Car-mecrur  بِاٰيَات۪ي  , ihtimam için, mef’ûl olan ثَمَنًا ‘e takdim edilmiştir.

ثَمَنًا ’ deki nekrelik kıllet ve tahkir ifade eder. “Hiçbir” manasındadır. Menfi siyakta nekre umum ifade eder.

قَل۪يلًا  kelimesi  ثَمَنًا  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. 

İnsanlardan korkmak insanı köle yapar. Ona göre davranır. Allah’tan korkmak ise insanı özgürleştirir. Hiç kimseden korkmaz hale gelir. 

وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ [Ayetlerimi az bir pahaya satmayın.] cümlesi hem hakikat hem de mecaz mana ifade eden istiare-i vefakiyedir. Hakikat manası; Yahudilerin sahtekâr adamları Tevrat’ı değiştirerek para kazanıyorlardı. Mecazî mana; dünyayı ahirete tercih etmek, kârsız hatta zararlı bir satış muamelesine benzetilmiştir. قَل۪يلًا  [az paraya] derken, bunun mefhumu muhalifi alınmaz. Yani çok paraya da satılmaz. Ayrıca dünya metaı çok olsa da ahiret nimetlerine nispetle çok az olduğuna işarettir.

Allah Teâlâ, onların peygamberlerinin, âlimlerinin ve fakihlerinin hiçbir şeye aldırmadan, Tevrat’ın hükümlerini yürütmek için seferber olduklarını haber verince Hz. Peygamberin (s.a.v) zamanındaki Yahudilere hitap ederek Tevrat’ı tahrif ve tağyir etmemelerini söylemiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

Onların Tevrat’ı tahrif ve tağyire yönelmeleri, her iki sebepten ötürü olabilir. Yani başkanlarından korkmaları ve halktan rüşvet almaları sebebi ile olabilir. Allah Teâlâ, onları her ikisinden de men edip her birinde mevcut olan alçaklık ve adiliğe dikkat çekince bu onları Tevrat’ı tahrif ve tağyirden alıkoyma hususunda çok kuvvetli bir delil olmuştur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l- Gayb)

اشترى  hem satmak hem almak yani alışveriş demektir.  باع  fiili ise sadece satmak demektir. Burada bu fiil değiştirmek manasında kullanıldığı için istiare vardır.

Nebi veya peygamberlerin İslam sıfatı ile vasıflandırılmaları, tahsis ve tavzih için değil, medih içindir. Ancak nübüvvet vasfı, İslâm vasfından kesin olarak daha büyüktür. Bu itibarla onların nübüvvetten sonra İslamiyet’le vasıflandırılmaları, yüksekten aşağıya bir yönelmedir. Fakat bu vasıflandırmadan maksat, bu sıfatın şanını yüceltmektir. Zira büyük zatların medhi makamında bir vasfı ibraz etmek, şüphesiz o vasfın yüce kadrini bildirmektir. Nitekim peygamberlerin salâh ile ve meleklerin iman ile vasıflandırılmaları da bu kabildendir. Burada “İslam üzere olmak” ifadesi, Müslümanların şanını yüceltmek ve Yahudilerin İslâm’dan ve peygamberlere uymaktan uzak olduklarına tariz yoluyla belirtmek içindir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)


وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

 

وَ , istînâfiyyedir.İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı) 

Şart üslubundaki terkipte  وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ  şart cümlesi şarttır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir.

Şart ismi  مَنْ  mübtedadır. Haber olan   لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin menfî muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Mecrur mahaldeki müşterek has ism-i mevsûl  مَٓا , başındaki  بِ  harf-i ceriyle  يَحْكُمْ  fiiline mütealliktir. Sılası olan  اَنْزَلَ اللّٰهُ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107) 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için Allah isminin tekrarlanmasında  ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi olan  فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ ,  mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda,  هُمُ  fasıl zamiri,  الْكَافِرُونَ, haberdir.

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelerek onlara tekrar dikkat çekilmesi işaret edilenleri tahkir ve korkutmak ve söz konusu kişilerin kötü durumlarının mertebesinin çok derin olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Allah Teâlânın hükmünü yerine getirmeyenlerin zamir makamında zahir isim  الْكَافِرُونَ  şeklinde ifade edilmesi, onların fiilinin ne kadar çirkin olduğunu ifade etmek için yapılmış ıtnâb sanatıdır.

Fasıl zamiri, müsnedin  الْ  takısı ile gelmesi sebebiyle oluşan kasrı tekid içindir. Haberin  الْ  takısıyla marife olması, kasr ifadesinin (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr) yanında bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğunu belirtir. 

Kasr-ı mevsûf ale’s sıfat: Zikredilen mevsûfta, bu sıfattan başka bir sıfat olmadığını  ifade etmektir. Ama bu sıfat başka mevsûflarda bulunabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

هم  zamiri, mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.

Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan  هم  ile tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Hüsran onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru: 352)

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Haber olan  الْكَافِرُونَ ‘nin, ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun sübut ve devamlılığına işaret etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber inkârî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.

لَمْ يَحْكُمْ - يَحْكُمُ  kelimeleri arasında tıbâkı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا  cümlesiyle  مَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

Dinleyenin vicdanına korku salmak ve ikazı artırmak için lafz-ı celalin zahir olarak zikredildiği son cümle, tezyîl yoluyla yapılan ıtnâb sanatıdır.

اَنْزَلْنَا  ile başlayıp  اَنْزَلَ اللّٰهُ  şeklinde bitmesi dolayısıyla iltifat ve teşâbüh-i etrâf vardır. Bu fiiller arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bu cümle, makablinin anlamını en mükemmel şekilde açıklayan bir zeyl mahiyetinde olup o mefhumu ihlâlden de şiddetle sakındırır. Nitekim burada küfür, mücerred olarak Allah Teâlâ’nın hükmünü terk şartına bağlanmıştır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)