وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَكَتَبْنَا | ve yazdık |
|
2 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
3 | فِيهَا | onda |
|
4 | أَنَّ | mukakkak |
|
5 | النَّفْسَ | cana |
|
6 | بِالنَّفْسِ | can |
|
7 | وَالْعَيْنَ | ve göze |
|
8 | بِالْعَيْنِ | göz |
|
9 | وَالْأَنْفَ | ve buruna |
|
10 | بِالْأَنْفِ | burun |
|
11 | وَالْأُذُنَ | ve kulağa |
|
12 | بِالْأُذُنِ | kulak |
|
13 | وَالسِّنَّ | ve dişe |
|
14 | بِالسِّنِّ | diş |
|
15 | وَالْجُرُوحَ | ve yaralara |
|
16 | قِصَاصٌ | kısas |
|
17 | فَمَنْ | kim |
|
18 | تَصَدَّقَ | bağışlarsa |
|
19 | بِهِ | bunu |
|
20 | فَهُوَ | o |
|
21 | كَفَّارَةٌ | keffaret olur |
|
22 | لَهُ | kendisi için |
|
23 | وَمَنْ | ve kim |
|
24 | لَمْ |
|
|
25 | يَحْكُمْ | hükmetmezse |
|
26 | بِمَا | ile |
|
27 | أَنْزَلَ | indirdiği |
|
28 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
29 | فَأُولَٰئِكَ | işte |
|
30 | هُمُ | onlar |
|
31 | الظَّالِمُونَ | zalimlerdir |
|
Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler Hz. Muhammed’in ümmetine nisbetle iki kısma ayrılır: 1. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayanlar. Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığı hususunda bütün bilginler fikir birliği içindedir. 2. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları üçe ayırmak gerekir: a) Müslümanlar açısından yürürlükten kaldırılmış olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunların müslümanlar için geçerli olmadığı hususunda bilginler fikir birliği etmişlerdir.
Meselâ En‘âm sûresinin 145-146. âyetlerinde söz konusu edilen tırnaklı hayvanların yahudilere haram kılınmasına dair hüküm böyledir. b) Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcıdır. Bakara sûresinin 183. âyetinde anılan oruç hükmü bu türe örnek teşkil eder. c) Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in ifedelerinde kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve müslümanlar bakımından yürürlükten kaldırıldığına dair bir delil bulunmayan hükümler.
Bunların müslümanlar bakımından bağlayıcı olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışılmıştır; fakat çoğunluk bağlayıcı olduğu kanaatindedir. Açıklamakta olduğumuz âyet de bu son çeşit kapsamındadır (bu konuda bilgi için bk. Zekiyyüddin Şa‘bân, s. 208-212). Yaşama hakkına kasten tecavüz edilip haksız yere öldürülen insanın canının bedeli, katilin canıdır, yani kısas yapılarak katilin de öldürülmesidir. Bir can yerine birden fazla can almak veya noksan vermek haksızlıktır.
Ancak hak sahibi (maktulün velisi) noksanı kabul ederse bu câiz olur. Âyette sayılan organlar da böyledir: Göz gözün, kulak kulağın, burun burnun, diş dişin dengidir; yaralamalar da dengi ile kısas yapılır. Âyette zikredilmeyen fakat dengiyle kısas yapılabilen diğer organlar da böyledir. Telef edilen bir hak ancak misliyle ödenir. Kısas, “kasten ve haksız yere birini öldüren kimsenin ceza olarak öldürülmesi” veya “birini yaralayan kimsenin misilleme yoluyla yaralanarak cezalandırılması” anlamına geldiği için dengi bulunmayan veya dengini koruyamama ihtimali bulunan yaralamalarda kısas yapılmaz.
Bu tür suçları işleyenler tazminat öderler; ayrıca gerekirse ta‘zir yoluyla cezalandırılırlar. İslâm, kısası insanları öldürmek veya organlarını telef etmek maksadıyla değil, insan hayatını korumak maksadıyla meşrû kılmıştır. Bu sebeple kim kısas hakkından vazgeçip câniyi bağışlarsa onun bu asil davranışının günahlarının affedilmesine vesile olacağı haber verilmiştir. Çünkü bu davranış bir insana hayat kazandırmaktadır.
Yüce Allah bir insana hayat kazandırana bütün insanlara hayat kazandırmış gibi sevap vereceğini vaad etmiştir (bk. Mâide 5/32). Meâlinde “Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur” diye tercüme edilen cümle iki şekilde yorumlanabilir:
Birincisine göre öldürülenin velisinin veya yaralının öldüreni veya yaralayanı affetmesi kendi günahları için kefâret olur. Genellikle müfessirler âyeti bu anlamda yorumlamışlardır. Nitekim Bakara sûresinin 178. âyeti ile Hz. Peygamber’in hadisi de bu anlamı destekler mahiyettedir: “Kim bedeninden bir şeyi tasadduk ederse (kendisini yaralayanı bağışlarsa) bağışladığı şeyin mânevî değeri kadar günahı affedilir” (Müsned, V, 316, 330).
İkincisine göre yaralanan kimse veya öldürülenin velisi yaralayanı veya öldüreni affederse bu, suçlu için kefâret olur. Allah o kimseyi cezalandırmaz, affedenin sevabını da verir. Sonuç olarak denilebilir ki, Tevrat’a göre adam öldürmenin ve yaralamanın cezası kısastır (bk. Levililer, 24/17-21; Sayılar, 35/16-21). Matta İncili’ne göre kısasın yanında bağışlama seçeneği de getirilmiştir (5/38-39). İslâm’da ise kısas istemek maktûlün yakınlarıyla yaralanan mağdurun hakkıdır. Ancak bunların kısası bağışlama ve diyete çevirme hakları da vardır. Bunların dışındaki herhangi bir kişi ve kurumun bunların rızâsı hilâfına suçluyu affetme yetkisi yoktur. Yüce Allah gerek kısası emretmek gerekse câninin affına izin vermekle insan hayatının korunmasını ve dokunulmazlığını esas almıştır (kısas hakkında bilgi için bk. Bakara 2/178-179).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 279-282
Resul-i Ekrem: “ Bir kimse kendisini yaralayana misilleme yapmaktan vazgeçerse , bağışladığı ölçüde Allah da onu bağışlar “ buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Musned ,V ,316,329; Elbani, Silsiletu’l-ehadisi’s-sahiha, V,343-344,nr. 2273). (Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİPROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
أنْفٌ sözcüğü bildiğimiz burun organının adıdır. Bu temel anlamdan sonra bir şeyin uç, kenar bölümü, en yukarısı veya uzantılı ve çıkıntılı kısmı için de kullanılmaktadır. . (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri enfiye ve istinaftır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
سنّ Bu kelime bildiğimiz diş demektir. مِسَنٌّ kendisiyle biletilip şekil verilen alettir (bileği taşı). سِنَان sözcüğü özellikle mızrağın başına takılan uçtur. سُنَن الطَّرِيق yolun ana kısmı, ortası demektir. سُنَّةُ الْوَجْهِ yüzdeki çizgi veya kırışıklıktır. سُنَّةُ اللّهِ Yüce Allah’ın hikmet ve taat yolunu ifade etmek için kullanılır. سُنَّةُ النَّبِيِّ Hz. Peygamber’in yaşadığı, takip ettiği yol/hayat biçimidir. Yine Kuran-ı Kerim’de üç defa ve hepsi de aynı surede geçmiş olan (Hicr) مَسْنُون kelimesinin ‘değişmiş, şekil verilmiş’ anlamında olduğu söylenmiştir. (Müfredat)
Ebu Hilâl El- Askerî Furuq fi-lluğa isimli eserinde bu maddeyle ilgili özet olarak ‘…Sünnet ile Âdet arasındaki fark ise; âdetin insanın kendisinden önceki bir uygulamayı sürdürmesi, sünnetin ise daha önce geçmiş olan bir örneğe göre hareket etmesi olduğunu söyleyebiliriz. Sünnet köken itibarıyla sûret (şekil) anlamına gelir.’ demiştir. Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 21 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri sünnet ve sünnidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَتَبْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecruru كَتَبْنَا fiiline mütealliktir. ف۪يهَٓا car mecruru كَتَبْنَا fiiline mütealliktir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, amili كَتَبْنَا ‘nın mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
النَّفْسَ kelimesi اَنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur. بِالنَّفْسِ car mecruru اَنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. Takdiri; أنّ النفس مأخوذة بالنفس (Muhakkak ki nefse karşılık alınmış bir nefstir.) şeklindedir.
الْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ kelimeleri atıf harfi وَ ’la اَنَّ ’nin ismi النَّفْسَ ‘ye matuftur. قِصَاصٌ mahzuf habere matuftur.
فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ
فَ istînâfiyyedir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup, mübteda olarak mahallen merfûdur. Şart ve cevap cümlesi, mübteda مَنۡ ‘ nin haberi olarak mahallen merfûdur.
تَصَدَّقَ şart fiili olup, fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بِه۪ car mecruru تَصَدَّقَ fiiline mütealliktir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. كَفَّارَةٌ haber olup damme ile merfûdur. لَهُ car mecruru كَفَّارَةٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir.
تَصَدَّقَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi صدق ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
وَ istînâfiyyedir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup, mübteda olarak mahallen merfûdur. Şart ve cevap cümlesi, mübteda مَنۡ ‘ nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَحْكُمْ sükun ile meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. مَٓا müşterek ism-i mevsûl بِ harfi ceriyle يَحْكُمْ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اَنْزَلَ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. هُمُ fasıl zamiridir. الظَّالِمُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الظَّالِمُونَ haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
هُمُ الظَّالِمُونَ cümlesi ism-i işaret اُو۬لٰٓئِكَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الظَّالِمُونَ kelimesi sülâsî mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Fiilin azamet zamirine isnad edilmesi, işin Allah'ın bizzat celâliyle, kudretiyle, kemâliyle ilgili olduğunu belirterek tazim ifade eder.
كَتَبْنَا fiilinde istiare vardır. Yazma ile kastedilen, hüküm vermek, yargıda bulunmaktır. Mübalağa için yazmak, hüküm vermek yerinde kullanılmıştır. Camî her ikisindeki sabitliktir. Bunun manası “Allah, bu hükmü sabitleyip çivilemiş, yerleştirip kalıcı yazı ve sabit kitap yazısı haline getirmiştir” demektir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. عَلَيْهِمْ ve ف۪يهَٓا car-mecrurları, ihtimam için, mef’ûl olan masdar-ı müevvele takdim edilmiştir.
Masdar ve tekid harfi أَنَّ ve akabindeki اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ cümlesi masdar teviliyle كَتَبْنَا fiilinin mef’ûlü konumundadır. Masdar-ı müevvel sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. النَّفْسَ kelimesi اَنَّ ‘nin ismidir. بِالنَّفْسِ car mecruru اَنَّ ‘nin mahzuf haberine mütealliktir. Takdiri; أنّ النفس مأخوذة بالنفس (Muhakkak ki nefse karşılık alınmış bir nefstir.) şeklindedir.
ف۪يهَٓا car-mecrurundaki Tevrat’a aid zamire dahil olan ف۪ٓي harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi ف۪ٓي harfinde zarfiyyet anlamı vardır. Kitap lafzına dahil olduğunda bu özelliği nedeniyle istiare oluşmuştur. Tevrat, içine birşey konulabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. Kitap ve zarfiyyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır.
Aynı üslupta gerlerek birbirine atfedilmiş وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ - وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ - وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ - وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ cümleleri, tezâyüf sebebiyle masdar-ı müevvele atfedilmiştir.
النَّفْسَ - الْعَيْنَ - الْاَنْفَ - الْاُذُنَ - السِّنَّ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve bu kelimelerin tekrarlanmasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesi olan وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ , masdar-ı müevvele matuftur.
قِصَاصٌۜ bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.
Kısas gerekenlerin sayılması taksim sanatıdır.
والجُرُوحَ قِصاصٌ ifadesinin aslı ذاتُ قِصاصٍ şeklindedir. Muzâf hazfedilmiştir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Kısas hükmü ıtnâbtan tefri’ suretiyle önemine binaen tek tek sayılmıştır. Ayrıca yanlış anlamayı önlemek için tetmim ve ihtiras ıtnâbıdır. Bu hüküm Tevrat’ta da vardı. Uygulamada yanlış yola sapıldığı için hüküm pekiştirilerek anlatılmıştır.
Ayet-i kerime tazammuni olarak; bir yandan rahmet-i ilâhiyi, diğer yandan adalet-i ilâhiyi ifade eder. Azaları yaralanan kimse için merhameti, yaralayan kimsenin çekeceği cezayı bildirmekle de adaletin tecellisini bildirir.
Ayet-i kerimede cem’ ma’at-taksim ( كَتَبْنَ fiilinde cem, yazılanların sayılmasında taksim) ve teşâbüh-i etrâf sanatı vardır.
فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ
فَ istînâfiyyedir.
Şart üslubunda gelen terkipte فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ cümlesi, şarttır. مَنْ şart ismi mübteda, müspet mazi fiil sıygasındaki تَصَدَّقَ بِه۪ cümlesi, mübtedanın haberidir.
Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.
فَ karinesiyle gelen فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُ şeklindeki cevap cümlesi, mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haberî isnad yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
“Affedin” yerine, “sadaka olarak verin” ibaresinin gelmesi istiaredir. Affetme işinin kolay olmadığını, zorlanıldığını belirtmek için tefa’ul babından gelmiştir.
لَهُ ibaresindeki zamir hem sadakayı yapana hem de diğerine ait olabilir. Tevcih düşünebiliriz.
Sadaka vermek burada kısas olayını affetmek manasındadır.
Tasadduk kelimesinin kullanılması, ziyadesiyle teşvik içindir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
بِه۪ ifadesindeki zamirin, hem affedene hem de affolunana râci olması muhtemeldir. Affedene râci olması halinde ifadenin manası, “Yaralanan kimse veya maktulün velisi, affettiklerinde bu, affedenler için bir kefaret olur.” şeklinde olur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
وَ istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Şart üslubundaki terkipte وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ şart cümlesi şarttır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir.
Şart ismi مَنْ mübtedadır. Haber olan لَمْ يَحْكُمْ cümlesi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin menfî muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
Mecrur mahaldeki müşterek has ism-i mevsûl مَٓا , başındaki بِ harf-i ceriyle birlikte يَحْكُمْ fiiline mütealliktir. Sılası olan اَنْزَلَ اللّٰهُ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ , mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اُو۬لٰٓئِكَ mübteda, هُمُ fasıl zamiri, الظَّالِمُونَ haberdir.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelerek onlara tekrar dikkat çekilmesi işaret edilenleri tahkir ve korkutmak ve söz konusu kişilerin kötü durumlarının mertebesinin çok derin olduğunu zımnen bildirmek içindir.
Allah Teâlânın hükmünü yerine getirmeyenlerin zahir isim الظَّالِمُونَ şeklinde ifade edilmesi, onların fiilinin ne kadar çirkin olduğunu, kafirlerin zalim olduğunu ifade etmek için yapılmış ıtnâb sanatıdır.
Fasıl zamiri, müsnedin الْ takısı ile gelmesi sebebiyle oluşan kasrı tekid içindir. Haberin الْ takısıyla marife olması, kasr ifadesinin (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr) yanında bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğunu belirtir.
Kasr-ı mevsûf ale’s sıfat: Zikredilen mevsûfta, bu sıfattan başka bir sıfat olmadığını ifade etmektir. Ama bu sıfat başka mevsûflarda bulunabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هم zamiri, mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.
Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan هم ile tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Hüsran onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru: 352)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Haber olan الظَّالِمُونَ ‘nin, ism-i fail kalıbıyla gelmesi bu özelliğin mevsuftaki sübut ve devamlılığına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber inkârî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Dinleyenin vicdanına korku salmak ve ikazı artırmak için lafz-ı celalin zahir olarak zikredildiği son cümle, tezyîl yoluyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
Önceki ayetin fasılasıyla bu cümle hemen hemen aynı gelmiştir. Orada geçen الْكَافِرُونَ kelimesi yerine burada الظَّالِمُونَ gelmiştir.
Ayette كَتَبْنَا ’daki azamet zamirinden, son cümlede اللّٰهُ lafzıyla gaib zamire iltifat edilmiştir.
Yahudiler kendi kabilelerinde kısas uygular, diğer kabileler için uygulamazlarmış. Nadir ve Kurayza kabileleri. Bu ayet onlar hakkında nazil olmuştur.
Bu sayfada حكم fiili 8 kere geçmiştir.
Bu ifadeyle ilgili şöyle bir soru bulunmaktadır. Allah Teâlâ, ilk önce [Onlar, kâfirlerin ta kendileridir] (Maide/44) buyurmuş, burada da [Onlar, zalimlerin ta kendileridir] buyurmuştur. Halbuki küfür, zulümden daha büyüktür. Binaenaleyh tehditlerin en büyüğünü önce zikredince bundan sonra bundan daha hafifini zikretmedeki fayda nedir? Cevap: Küfür, Mevla’nın nimetlerini inkâr ve o nimetlerin O’ndan olduğunu kabul etmemek olması bakımından, küfürdür. Ama nefsin, devamlı ve şiddetli bir azap bırakılmasını gerektirmiş olması bakımından da nefse karşı işlenmiş bir zulümdür. Binaenaleyh önceki ayette Cenab-ı Hakk, kişinin Allah Teâlâ hakkındaki kusuru hususunda ilgili olanları; bu ayette de, kişinin kendisi hakkındaki kusurlarıyla ilgili olanları zikretmiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
42 - 45. ayetlerin tamamında son kelimeler olan الظَّالِمُونَ - الْكَافِرُونَ - بِالْمُؤْمِن۪ينَ۟ -الْمُقْسِط۪ينَ sözcüklerinin hepsi ism-i fail veznindedir. Fasılalarını teşkil eden و- نَ ve ي - نَ harflerinden oluşan ahenk, duyanların, okuyanların gönlünü fethedecek güzelliktedir. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.