اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | değildir |
|
2 | هِيَ | onlar |
|
3 | إِلَّا | başka bir şey |
|
4 | أَسْمَاءٌ | isimler(den) |
|
5 | سَمَّيْتُمُوهَا | isimlendirdiğiniz |
|
6 | أَنْتُمْ | sizin |
|
7 | وَابَاؤُكُمْ | ve babalarınızın |
|
8 | مَا |
|
|
9 | أَنْزَلَ | indirmemiştir |
|
10 | اللَّهُ | Allah |
|
11 | بِهَا | onlara |
|
12 | مِنْ | hiçbir |
|
13 | سُلْطَانٍ | güç |
|
14 | إِنْ | hayır |
|
15 | يَتَّبِعُونَ | onlar uyuyorlar |
|
16 | إِلَّا | ancak |
|
17 | الظَّنَّ | zanna |
|
18 | وَمَا | ve |
|
19 | تَهْوَى | hevesine |
|
20 | الْأَنْفُسُ | nefislerin |
|
21 | وَلَقَدْ | oysa |
|
22 | جَاءَهُمْ | kendilerine gelmiştir |
|
23 | مِنْ | tarafından |
|
24 | رَبِّهِمُ | Rableri |
|
25 | الْهُدَىٰ | yol gösterici |
|
Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).
19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321).
Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’an-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52).
23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ
اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اِلَّٓا hasr edatıdır. اَسْمَٓاءٌ haber olup lafzen merfûdur.
سَمَّيْتُمُوهَٓا cümlesi اَسْمَٓاءٌ ‘un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَمَّيْتُمُوهَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمُ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَٓا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez. Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir و harfi getirilir. سَمَّيْتُمُوهَٓا fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı - işbâ edatı denilir.
Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olup, سَمَّيْتُمُوهَٓا ‘daki faili tekid eder. اٰبَٓاؤُ۬كُمْ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ cümlesi اَسْمَٓاءٌ ‘un ikinci sıfatı olarak mahallen merfûdur.
مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. بِهَا car mecruru اَنْزَلَ fiiline mütealliktir.
مِنْ harf-i ceri zaiddir. سُلْطَانٍ lafzen mecrur, mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْزَلَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ
Fiil cümlesidir. اِنْ nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَتَّبِعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. الظَّنَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. مَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَهْوَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. الْاَنْفُسُ fail olup lafzen merfûdur.
يَتَّبِعُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
وَ istînâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
Fiil cümlesidir. جَٓاءَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ رَبِّهِمُ car mecruru جَٓاءَهُمْ fiiline matuftur. Muttasıl zamir هِمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْهُدٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb sanatı babındandır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنْ nefy harfi ve اِلَّا istisna harfiyle oluşan kasr, mübteda ve haber arasındadır. هِيَ maksûr/mevsuf, اَسْمَٓاءٌ maksûrun aleyh/sıfattır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ cümlesi اَسْمَٓاءٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Munfasıl zamir اَنْتُمْ , fiilin failini tekid için gelmiştir. اٰبَٓاؤُ۬كُمْ , fiildeki faile matuftur.
مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ cümlesi اَسْمَٓاءٌ için ikinci sıfattır.
Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِهَا , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için mef’ûle takdim edilmiştir.
اَنْزَلَ fiiline müteallik olan car mecrur بِهَا ‘daki zamirin takdiri بعبادتها (Onlara ibadet etmeniz için) olan muzâfı mahzuftur. Muzâfın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mef’ûl konumundaki مِنْ سُلْطَانٍۜ ‘deki tenvin kıllet ve nev içindir. Kelimeye dahil olan zaid harf مِنْ , tekid ifade ederek “hiçbir” anlamı katmıştır. Çünkü, menfi siyakta nekre umum ifade eder.
سَمَّيْتُمُوهَٓا - اَسْمَٓاءٌ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İsimler, adlandırılmaz aksine, isimlerle adlandırılır. O halde Cenâb-ı Hak niçin, isimlendirdiğiniz isimler demiştir? Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
a) Lügavî olarak: Tesmiye, “isim koyma" demektir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, Bunlar ancak sizin vazettiğiniz (koyduğunuz) isimlerdir demek istemiştir. Böylece de, isimlendirdiğiniz ifâdesini, vazettiniz yerine kullanmıştır. Nitekim Arapçada, hem "Onu "Zeyd" diye isimlendirdim" denilir, hem de "onu Zeyd ismi ile isimlendirdim" denilir.
b) Mana açısından: Eğer Allahu Teâlâ, "Bunlar, kendileriyle adlandırdığınız isimlerdir" demiş olsaydı, o zaman burada, ifadesindeki بِ harf-i cerinin taalluk ettiği, isimden başka bir şey olmalıydı. Çünkü bir kimsenin, "Onunla (......) adlandırdım" şeklindeki sözü başka bir mef'ûlü de gerektirir. Bu durumda sen, "Oğlumu, kölemi veya bir başkasını "Zeyd" diye adlandırdım" dersin. Eğer ayette böyle söylenmiş olsaydı, o zaman isimlerin ötesinde, putlar için bir itibar ortaya çıkardı. Cenab-ı Hak, böyle buyurunca yani "Bunlar, gerçeklikleri (asılları) olmayan ve sizin verdiğiniz isimlerden ibaret olan şeylerdir" buyurunca, bu itibar verilmemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkârî kelam olan cümle, kasr üslubuyla tekid edilmiştir. اِنْ ve اِلَّا ’nın oluşturduğu kasr, fiille mef’ûlü arasındadır.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَا müşterek ism-i mevsûlu الظَّنَّ ’ye matuf olup sılası olan تَهْوَى الْاَنْفُسُ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari sıygada gelen fiiller istimrar, hudûs ve teceddüt ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Önceki cümledeki اَنْتُمْ ’den sonra bu cümlede يَتَّبِعُونَ lafzı gelmiştir. İki cümle arasında muhataptan gaibe geçişte iltifat sanatı vardır.
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ [Zanna tabi oluyorlar] ifadesinde istiare vardır. يَتَّبِعُونَ fiili aslında ‘izlemek, arkasından gitmek’ demektir. Burada zannın takip edilip izlenecek birine benzetilmesi, kâfirlerin yargılarındaki yanlışlığı mübalağa içindir.
وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
لَ , mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ ve لَ mahzuf kasem ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Ayette ulûhiyet ve rubûbiyet ifade eden isimler bir arada zikredilmiştir. Allah ve Rabb isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rabb isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rab olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 234)
مِنْ رَبِّهِمُ car mecrur جَٓاءَ fiiline mütealliktir. Cümlede takdim tehir sanatı vardır. Car mecrur önemine binaen fail olan الْهُدٰىۜ ’ya takdim edilmiştir.
رَبِّهِمُ izafeti muzâfun ileyhin tahkiri içindir.
الْهُدٰىۜ ’deki marifelik, kemal manasına işaret etmek içindir. Yani apaçık hidayet, açıklayıcı kılavuz anlamındadır. (Âşûr)
Bu kelam, onların zanna uymalarının bâtıl olduğunu tekîd etmekte ve hallerini, ziyadesiyle takbih etmektedir. Zira zanna ve nefsin arzularına uymak, kimden olursa olsun, çirkindir. Allah'ın, peygamberleri göndermek ve kitapları indirmek suretiyle hidayet yolunu gösterdiği kimselerden sâdır olması ise çok daha çirkindir. (Ebüssuûd)