Mücâdele Sûresi 22. Ayet

لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  ...

Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَا
2 تَجِدُ bulamazsın و ج د
3 قَوْمًا bir milletin ق و م
4 يُؤْمِنُونَ inanan ا م ن
5 بِاللَّهِ Allah’a
6 وَالْيَوْمِ ve gününe ي و م
7 الْاخِرِ ahiret ا خ ر
8 يُوَادُّونَ dostluk eder و د د
9 مَنْ olanlarla
10 حَادَّ düşman ح د د
11 اللَّهَ Allah’a
12 وَرَسُولَهُ ve Elçisine ر س ل
13 وَلَوْ şayet
14 كَانُوا olsa bile ك و ن
15 ابَاءَهُمْ babaları ا ب و
16 أَوْ yahut
17 أَبْنَاءَهُمْ oğulları ب ن ي
18 أَوْ yahut
19 إِخْوَانَهُمْ kardeşleri ا خ و
20 أَوْ yahut
21 عَشِيرَتَهُمْ akrabaları ع ش ر
22 أُولَٰئِكَ işte
23 كَتَبَ yazmıştır ك ت ب
24 فِي
25 قُلُوبِهِمُ onların kalblerine ق ل ب
26 الْإِيمَانَ iman ا م ن
27 وَأَيَّدَهُمْ ve onları desteklemiştir ا ي د
28 بِرُوحٍ bir ruh ile ر و ح
29 مِنْهُ kendinden
30 وَيُدْخِلُهُمْ ve onları sokacaktır د خ ل
31 جَنَّاتٍ cennetlere ج ن ن
32 تَجْرِي akan ج ر ي
33 مِنْ
34 تَحْتِهَا altlarından ت ح ت
35 الْأَنْهَارُ ırmaklar ن ه ر
36 خَالِدِينَ ebedi kalacaklardır خ ل د
37 فِيهَا orada
38 رَضِيَ razı olmuştur ر ض و
39 اللَّهُ Allah
40 عَنْهُمْ onlardan
41 وَرَضُوا onlar da razı olmuşlardır ر ض و
42 عَنْهُ O’ndan
43 أُولَٰئِكَ işte onlar
44 حِزْبُ hizbidir ح ز ب
45 اللَّهِ Allah’ın
46 أَلَا dikkat edin
47 إِنَّ muhakkak ki
48 حِزْبَ hizbidir ح ز ب
49 اللَّهِ Allah’ın
50 هُمُ onlar
51 الْمُفْلِحُونَ başarıya ulaşacak olanlardır ف ل ح
 

Allah’a ve peygamberine düşmanlık edenlerin dayanışma görünümü altında gerçekte kendilerini ve birbirlerini aldattıkları ve sonlarının hüsran olduğu belirtildikten sonra samimi müminlerin bu gibi kimselerle ilişkilerinde daha dikkatli olmaları gerektiği uyarısı yapılmaktadır.

14. ve müteakip âyetlerde başlıca özelliklerine değinilen kimselerin müslüman gibi görünen ama gerçekte İslâm düşmanlığı yapan münafıklar olduğu açıktır. Bunların kendileriyle iş birliği yaptıkları kimselerden “Allah’ın gazabına uğramış bir topluluk” diye söz edilmektedir. Âyette kimlikleriyle ilgili açık bir bilgi verilmemekle beraber, bağlamı dikkate alan hemen bütün müfessirler burada, o dönemde Medine ve çevresinde yaşayan yahudilerin kastedildiği kanaatindedirler. Dolayısıyla, 8. âyetin tefsiri sırasında belirtilen ihtimallerin bu âyetlerin iniş zamanı konusunda da göz önünde bulundurulması uygun olur (münafıkların müslümanlara tuzak kurmak üzere yahudilerle işbirliği yapmaları ve söz konusu yahudilerin Allah’ın gazabına müstahak olmaları hakkında bk. Enfâl 8/27, 55-57; Ahzâb 33/9-27; Haşr 59/2-6; ilâhî gazaba uğrayanlar hakkında ayrıca bk. Fâtiha 1/7).

Tefsirlerde bu gruptaki âyetlerin veya bir kısmının nüzûl sebebi olarak –bazı rivayetlere göre Abdullah b. Nebtel isimli– bir münafığın, Resûlullah’ın huzurunda onun aleyhine sözler söylemediğine dair yalan yere yemin etmesi ve bulup getirdiği tanıkların da bile bile yalan yere yemin etmeleri olayına yer verilir (Zemahşerî, IV, 76-77). Bununla birlikte âyetin hedefinin bu olaya değinmekle sınırlı olmayıp, bile bile yalan yere yemin etmenin, yeminlerini kalkan olarak kullanmanın, yani yeminlerinin arkasına sığınıp onlarla insanları aldatmanın münafıklara özgü en belirgin özelliklerden olduğuna dikkat çekmek olduğu anlaşılmaktadır. 

17. âyette yer alan “Malları da evlâtları da Allah katında kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır” anlamındaki cümle değişik vesilelerle başka âyetlerde de bir uyarı ifadesi olarak yer almış, dünya hayatında kişiye güvence sağlayabilen hiçbir yolun kıyamet gününde bir yarar sağlayamayacağına ve herkesin tek başına yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacağına dikkat çekilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/10).

18. âyetin “... sanacaklar ki işe yarar bir şey yapmaktalar!” diye çevrilen kısmı şöyle açıklanmıştır: Dünyada yalan yere yemin etmek ve muhatabı kandırmaya çalışmak onlarda öylesine bir alışkanlık ve âdeta meleke haline gelmiştir ki âhirette dahi bu tutumlarını sürdürecekler, bunun kendilerine bir fayda getireceğini sanıp Allah’ı bile kandırmaya kalkacaklar, böylece iyiden iyiye rezil rüsvâ olacaklardır. Gerek duyular âlemindeki gerekse bunun ötesindeki her şeyi bilen Allah’a karşı bile böyle bir tutum sergilemeye kalkışan bu insanların dünyada müminleri kandırma çabası içinde olmalarını yadırgamamak gerekir (Zemahşerî, IV, 77; Râzî, XXIX, 274-275). 

22. âyetin nüzûl sebebiyle ilgili birçok rivayet bulunmakla beraber bunları buradaki mânaların uygulanmasına ilişkin örnekler olarak düşünmek uygun olur, yoksa âyetin anlamını bunlardan birine bağlamak gerekmez. Âyet, içeriği bakımından öncesi ve sonrasıyla irtibatlıdır; Allah ve resulüne husumet besleyenlerin, akrabalık bağı gibi motifleri kullanarak müminleri kendileriyle –münafıkların yahudilerle yaptığı iş birliğine benzer– bir dayanışma ilişkisi içine çekmeye çalışabilecekleri tehlikesine karşı uyarı anlamı taşımaktadır (İbn Âşûr, XXVIII, 58). Kur’an-ı Kerîm’in nüzûl sürecinde, müslümanlar başka dinlerin mensuplarıyla, özellikle putperestlerle farklı konumlarda ve çeşitli ilişkiler içinde bulunduklarından, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Dolayısıyla, bu konuda sağlıklı sonuca ulaşabilmek için, her âyeti kendi bağlamında ele almak ve ayrıca müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetleri ve Resûlullah’ın uygulamalarını topluca değerlendirmek gerekir (bu konuda genel bir değerlendirme için bk. Âl-i İmran 3/28; sevginin anlamı ve dereceleri ile ilgili tasnif ışığında bu âyette ve daha sonraki yıllarda nâzil olan iki âyette söz konusu edilen sevgi bağının yorumu için bk. Tevbe 9/23-24; ayrıca bk. Mümtehine 60/7-9). 22. âyetin “Onları katından bir ruh ile desteklemiştir” diye çevrilen kısmı “Onları katından bir lutuf ile, Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in sözlerinden kaynaklanan ilâhî bir lutuf, ışık ve başarı ile, Kur’an ile, Cebrâil (a.s.) ile desteklemiştir” vb. mânalarla açıklandığı gibi, “Onları iman ruhuyla desteklemiştir” tarzında da yorumlanmıştır; çünkü bizatihî iman, kalplere hayat veren bir ruh mesabesindedir (Zemahşerî, IV, 78; İbn Atıyye, V, 282).

 

Allah’a ve peygamberine düşmanlık edenlerin dayanışma görünümü altında gerçekte kendilerini ve birbirlerini aldattıkları ve sonlarının hüsran olduğu belirtildikten sonra samimi müminlerin bu gibi kimselerle ilişkilerinde daha dikkatli olmaları gerektiği uyarısı yapılmaktadır.

14. ve müteakip âyetlerde başlıca özelliklerine değinilen kimselerin müslüman gibi görünen ama gerçekte İslâm düşmanlığı yapan münafıklar olduğu açıktır. Bunların kendileriyle iş birliği yaptıkları kimselerden “Allah’ın gazabına uğramış bir topluluk” diye söz edilmektedir. Âyette kimlikleriyle ilgili açık bir bilgi verilmemekle beraber, bağlamı dikkate alan hemen bütün müfessirler burada, o dönemde Medine ve çevresinde yaşayan yahudilerin kastedildiği kanaatindedirler. Dolayısıyla, 8. âyetin tefsiri sırasında belirtilen ihtimallerin bu âyetlerin iniş zamanı konusunda da göz önünde bulundurulması uygun olur (münafıkların müslümanlara tuzak kurmak üzere yahudilerle işbirliği yapmaları ve söz konusu yahudilerin Allah’ın gazabına müstahak olmaları hakkında bk. Enfâl 8/27, 55-57; Ahzâb 33/9-27; Haşr 59/2-6; ilâhî gazaba uğrayanlar hakkında ayrıca bk. Fâtiha 1/7).

Tefsirlerde bu gruptaki âyetlerin veya bir kısmının nüzûl sebebi olarak –bazı rivayetlere göre Abdullah b. Nebtel isimli– bir münafığın, Resûlullah’ın huzurunda onun aleyhine sözler söylemediğine dair yalan yere yemin etmesi ve bulup getirdiği tanıkların da bile bile yalan yere yemin etmeleri olayına yer verilir (Zemahşerî, IV, 76-77). Bununla birlikte âyetin hedefinin bu olaya değinmekle sınırlı olmayıp, bile bile yalan yere yemin etmenin, yeminlerini kalkan olarak kullanmanın, yani yeminlerinin arkasına sığınıp onlarla insanları aldatmanın münafıklara özgü en belirgin özelliklerden olduğuna dikkat çekmek olduğu anlaşılmaktadır. 

17. âyette yer alan “Malları da evlâtları da Allah katında kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır” anlamındaki cümle değişik vesilelerle başka âyetlerde de bir uyarı ifadesi olarak yer almış, dünya hayatında kişiye güvence sağlayabilen hiçbir yolun kıyamet gününde bir yarar sağlayamayacağına ve herkesin tek başına yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacağına dikkat çekilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/10).

18. âyetin “... sanacaklar ki işe yarar bir şey yapmaktalar!” diye çevrilen kısmı şöyle açıklanmıştır: Dünyada yalan yere yemin etmek ve muhatabı kandırmaya çalışmak onlarda öylesine bir alışkanlık ve âdeta meleke haline gelmiştir ki âhirette dahi bu tutumlarını sürdürecekler, bunun kendilerine bir fayda getireceğini sanıp Allah’ı bile kandırmaya kalkacaklar, böylece iyiden iyiye rezil rüsvâ olacaklardır. Gerek duyular âlemindeki gerekse bunun ötesindeki her şeyi bilen Allah’a karşı bile böyle bir tutum sergilemeye kalkışan bu insanların dünyada müminleri kandırma çabası içinde olmalarını yadırgamamak gerekir (Zemahşerî, IV, 77; Râzî, XXIX, 274-275). 

22. âyetin nüzûl sebebiyle ilgili birçok rivayet bulunmakla beraber bunları buradaki mânaların uygulanmasına ilişkin örnekler olarak düşünmek uygun olur, yoksa âyetin anlamını bunlardan birine bağlamak gerekmez. Âyet, içeriği bakımından öncesi ve sonrasıyla irtibatlıdır; Allah ve resulüne husumet besleyenlerin, akrabalık bağı gibi motifleri kullanarak müminleri kendileriyle –münafıkların yahudilerle yaptığı iş birliğine benzer– bir dayanışma ilişkisi içine çekmeye çalışabilecekleri tehlikesine karşı uyarı anlamı taşımaktadır (İbn Âşûr, XXVIII, 58). Kur’an-ı Kerîm’in nüzûl sürecinde, müslümanlar başka dinlerin mensuplarıyla, özellikle putperestlerle farklı konumlarda ve çeşitli ilişkiler içinde bulunduklarından, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Dolayısıyla, bu konuda sağlıklı sonuca ulaşabilmek için, her âyeti kendi bağlamında ele almak ve ayrıca müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetleri ve Resûlullah’ın uygulamalarını topluca değerlendirmek gerekir (bu konuda genel bir değerlendirme için bk. Âl-i İmran 3/28; sevginin anlamı ve dereceleri ile ilgili tasnif ışığında bu âyette ve daha sonraki yıllarda nâzil olan iki âyette söz konusu edilen sevgi bağının yorumu için bk. Tevbe 9/23-24; ayrıca bk. Mümtehine 60/7-9). 22. âyetin “Onları katından bir ruh ile desteklemiştir” diye çevrilen kısmı “Onları katından bir lutuf ile, Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in sözlerinden kaynaklanan ilâhî bir lutuf, ışık ve başarı ile, Kur’an ile, Cebrâil (a.s.) ile desteklemiştir” vb. mânalarla açıklandığı gibi, “Onları iman ruhuyla desteklemiştir” tarzında da yorumlanmıştır; çünkü bizatihî iman, kalplere hayat veren bir ruh mesabesindedir (Zemahşerî, IV, 78; İbn Atıyye, V, 282).

 

لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ

 

Fiil cümlesidir. لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَجِدُ  damme ile merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى 'dir.  قَوْماً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

يُؤْمِنُونَ  fiil cümlesi  قَوْماً ‘in sıfatı olarak mahallen mansubdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi

يُؤْمِنُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. 

بِاللّٰهِ  car mecruru  يُؤْمِنُونَ  fiiline mütealliktir.  الْيَوْمِ  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. الْاٰخِرِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 يُوَٓادُّونَ  ile başlayan fiil cümlesi  تَجِدُ  filinin ikinci mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

يُؤْمِنُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  حَٓادَّ اللّٰهَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

حَٓادَّ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  اللّٰهَ  lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  رَسُولَهُ  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

يُؤْمِنُونَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  امن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.

حَٓادَّ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  حدد ’dir.   

Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.


 وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ

 

كَانُٓوا  ile başlayan cümle hal olarak mahallen mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim) 

Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و  ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

وَ  haliyyedir. لَوْ  gayr-ı cazim şart harfidir. 

كَانُوا  şart fiili olup nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. 

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و  muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur.  اَبْنَٓاءَهُمْ kelimesi  كَانُوا ’nun haberi olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

اِخْوَانَهُمْ  ve  عَش۪يرَتَهُمْۜ  ve  اَبْنَٓاءَهُمْ  kelimeleri  atıf harfi اَوْ  ile  اٰبَٓاءَهُمْ  kelimesine matuftur.  

اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ 

 

İsim cümlesidir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.  كَتَبَ  fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

كَتَبَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  ف۪ي قُلُوبِهِمُ  car mecruru كَتَبَ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  الْا۪يمَانَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

وَ  atıf harfidir.  اَيَّدَهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  بِرُوحٍ  car mecruru  اَيَّدَ  fiiline  mütealliktir.  مِنْهُ  car mecruru  رُوحٍ ‘nin mahzuf sıfatına mütealliktir. 

اَيَّدَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  ايد ‘dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


 وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ 

 

وَ   atıf harfidir.  يُدْخِلُهُمْ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  

جَنَّاتٍ  ikinci mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ  cümlesi  جَنَّاتٍ  kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur. 

تَجْر۪ي  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  مِنْ تَحْتِهَا  car mecruru, تَجْرِي  fiiline müteallıktır. الْاَنْهَار  kelimesi  تَجْرِي  fiilinin failidir.

خَالِد۪ينَ  kelimesi  يُدْخِلُهُمْ  fiilinin gaib zamirinden hal olup mansubtur. Nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler,  ي  ile nasb olurlar.  ف۪يهَا  car mecruru  خَالِد۪ينَ ’ye müteallıktır.   

خَالِد۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  خلد  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ 

 

Fiil cümlesidir.  رَضِيَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.  عَنْهُمْ  car mecruru  رَضِيَ  fiiline mütealliktir.

وَ  atıf harfidir.  رَضُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  عَنْهُ  car mecruru  رَضُوا  fiiline mütealliktir. 


اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ

 

İsim cümlesidir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur. حِزْبُ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.  اللّٰهِ  lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 


اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

اَلَا  tenbih edatıdır. Konuşmacı dinleyicilerin dikkatini çekmek,onları uyarmak ve konuşacağı sözün önemini belirtmek için konuşmasını bu edatla başlatır. Onun için bu edata istiftah ve tenbih edatı denilmiştir.(Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  حِزْبَ  kelimesi  اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.  Aynı zamanda muzâftır.  اللّٰهِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

هُمُ  fasıl zamiridir.  الْمُفْلِحُونَ  kelimesi  اِنّ ‘nin haberi olup ref alameti  و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

الْمُفْلِحُونَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

لَا تَجِدُ  fiilinin mef’ûlü olan  قَوْماً  kelimesindeki nekrelik, muayyen olmayan nev ve tazim ifade eder.

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ  cümlesi  قَوْماً  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

الْاٰخِرِ  kelimesi, lafz-ı celâle matuf olan  الْيَوْمِ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ  cümlesi  لَا تَجِدُ  fiilinin ikinci mef’ûlüdür. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

يُوَٓادُّونَ  fiilinin mef’ûlü, müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ‘in sılası olan  حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ  cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

 رَسُولَهُ  izafetinde Allah’a ait zamire muzâf olması Resul için tazim ve teşrif ifade eder.


وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ 

 

  

Hal  وَ ’ıyla gelen  وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ  cümlesi, şart üslubunda inşâî isnaddır.  كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, şarttır. 

Faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesinin cevabı, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Şartın cevabının hazfı, îcaz-ı hazif sanatıdır.

Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan serbestçe düşünebilmesini sağlar. 

Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır. 

اَبْنَٓاءَهُمْ  ile  اِخْوَانَهُمْ  ve  عَش۪يرَتَهُمْۜ kelimeleri اَوْ  ile كَانُٓوا ‘ nin haberi olan  اٰبَٓاءَهُمْ ‘e atfedilmiştir.

اَبْنَٓاءَهُمْ - اِخْوَانَهُمْ - عَش۪يرَتَهُمْۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu kelimelerin sayılması taksim sanatıdır.

İman, kendisine zıt olan hususlarda bütün yakınları ve dostları reddetmeyi gerektirir. (Ebüssuûd)

Onun,  ولَوْ كانُوا آباءَهُمْ [Babaları olsa bile] vb. sözleri de, kişinin yakın akrabalık nedeniyle haram olan konularda taviz verebileceği durumlara ilişkin bir mübalağadır. (Âşûr)

  

 اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesi sübut ve istimrar ifade eder. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.  اُو۬لٰٓئِكَ  işaret ismi mübteda, كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ  cümlesi haberdir.

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tazim ifadesinin yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.

Haber konumundaki cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  ف۪ي قُلُوبِهِمُ , ihtimam için mef’ûl olan  الْا۪يمَانَ ‘ye takdim edilmiştir.

Cümlede müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)

وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ  cümlesi, atıf harfi  وَ ‘la … كَتَبَ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.

بِرُوحٍ  car mecruru  اَيَّدَهُمْ  fiiline,  مِنْهُ  car mecruru  رُوحٍ ‘ın mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. 

ف۪ي قُلُوبِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  قُلُوبِ , mazruf mesabesindedir. Allah’ın onlara verdiği imanın sübutunu, mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf, istila manası taşıyan  عَلَيْ  yerine kullanılmıştır. İmana sahip olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhafaza edilmesine benzetilmiştir. Çünkü kalpler, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmî’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.

الْا۪يمَانَ - يُؤْمِنُونَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ  ifadesinde iki istiare vardır. Birisi  اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ [İşte (Allah) onların kalplerine imanı yazdı.] sözüdür. Bunun manası “Allah, onların kalplerine imanı sabitleyip çivilemiş, gönülleri içine yerleştirip kalıcı yazı ve sabit kitabe yazıları haline getirmiştir” demektir. Diğer istiare de  وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ  [hem onları katından bir ruh ile desteklendi] sözüdür. Bunun iki yorumu bulunmaktadır. İlkine göre buradaki ruh ile Kur’an’ın kastedilmiş olabilir. Çünkü ruhlar bedenlerin hayatı olduğu gibi Kur’an da Allah katından bütün dinlere bahsedilmiş bir hayat konumundadır. Nitekim Yüce Allah [İşte böylece sana da kendi buyruğumuzla bir ruh vahyettik] (Şurâ/52) buyurmuştur.

İkinci yoruma göre buradaki ruhun manası yardım, zafer, galibiyet ve üstünlük manalarıdır. Bu manalar rüzgâr (ريحٍ) ile de ifade edilmektedir. رُوحٍ  ve  ريحٍ ’in ikisi de aynı manaya çıkar. Nitekim Yüce Allah [Birbirinize düşmeyin; sonra zayıflarsanız ve rüzgârınız elden gider] (Enfâl/46) buyurmuştur ki, buradaki rüzgarınız (ريحكم) ifadesi zaferiniz, galibiyet ve üstünlüğünüz demektir. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)

[Allah, imanı bunların kalbine yazmış], yani kendilerini muvaffak kıldığı o şeyi kalplerine perçinlemiş ve zihinlerini ona açmış ve bunları kendi ruhuyla kalplerinin kendisiyle hayat bulacağı katından bir lütufla desteklemiştir. Zamirin imana ait olması da caizdir; o zaman “bir iman ruhuyla (desteklemiştir)” anlamında olup bu da imanın bizzat ‘kalplerin hayat bulduğu ruh’ olması esasına göredir. (Keşşâf)

Bu ayet delalet ediyor ki, amel, iman mefhumu haricindedir. Zira kalpte sabit olan şeyler, imanda kesin olarak sabittir. Ve bedenî işlerin hiçbirisi, kalpte sabit değildir. Allah katından olan ruh, kalp nurudur; yahut Kur’an'dır; yahut düşmanlara karşı zaferdir. (Ebüssuûd)

كَتَبَ  fiilinin, "Allah onların kalplerine bu nitelik ve vasıf ile hükmetti’’ manasında olduğu söylenmiştir.

(Ehl-i sünnet) alimlerimizin çoğu  كَتَبَ  fiilinin, ‘karar kıldırdı ve yarattı’ manasında olduğunu, çünkü imanın yazılmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla bu kelimenin ‘var etme, meydana getirme’ manasına hamledilmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)


 وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ 

 

Cümle  atıf harfi وَ ‘la …  كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. İki cümle arasında, mazi fiilden muzari fiile iltifat sanatı vardır. 

Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ  cümlesi, ikinci meful olan  جَنَّاتٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eden müspet muzari fiil sıygasıyla gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  مِنْ تَحْتِهَا , ihtimam için fail olan  الْاَنْهَارُ ‘ya takdim edilmiştir.

جَنَّاتٍ ’deki nekrelik nev, kesret ve tazim ifade eder.

تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ  cümlesinde mekân alakasıyla aklî mecaz sanatı vardır.

Akan, nehirler değil içindeki sudur. Fiil, hakiki failine değil; mekânına isnad edilmiştir. Kur’an’da bunun benzeri çok ayet vardır. Hepsinde de akma fiili suya değil de nehre isnad edilmiştir. Suyun miktarındaki çokluk ve akış şiddetinden dolayı mecazî isnad yapılmıştır. Sanki nehir, suyun akma fiilinden etkilenmiş, o da akmaya başlamıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde geçen  جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا  cümlesi, zihinlere yerleştirmek kastıyla tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır 

خَالِد۪ينَ ف۪يهَا  ibaresi  يُدْخِلُهُمْ  fiilinin gaib zamirinden haldir. Hal, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır. 

خَالِد۪ينَ  ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir. İsm-i fail vezni, car mecrur  ف۪يهَا ’ya müteallak olmasını sağlamıştır.

 

رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ 

 

اُو۬لٰٓئِكَ ‘nin ikinci haberi olan  رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil cümlesi olması hükmü takviye, hudûs, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve muhabbet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlenin başında  كَتَبَ ‘deki gaib zamirin cümle sonunda zahir isimle zikredilmesinde iltifat ve ıtnâb sanatları vardır.

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Aynı üsluptaki  وَرَضُوا عَنْهُ  cümlesi makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ  ve  رَضُوا عَنْهُ  cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.

رَضِيَ - رَضُوا  kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

 

 اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ 

 

Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tazim ve teşrif ifadesinin yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.

Müsnedin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifadesinin yanında müsnedün ileyhe tazim ifade eder. Çünkü müsned tazim anlamındaki kelimeye muzâf olmakla müsnedün ileyhin de tazimine işaret etmiştir.

Veciz ifade kastına matuf  حِزْبُ اللّٰهِۜ  izafetinde Allah ismine muzâf olan  حِزْبُ , şan ve şeref kazanmıştır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اُو۬لٰٓئِكَ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

19. ayetteki  اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِۜ  cümlesiyle, aynı üslupta gelen  اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı oluşmuştur.


 اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile  اَلَٓا  tenbih harfi ve fasıl zamiriyle tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Fasıl zamiri kasr ifade eder. Kurtuluştaki mübalağa için iddiaî kasrdır. Sanki bunun dışında felah yoktur.

اِنَّ ’nin ismi  حِزْبَ اللّٰهِ  , الْمُفْلِحُونَ  haberidir.

Müsnedün ileyh olan  حِزْبَ اللّٰهِ ‘nin, izafetle marife olması az sözle çok şey ifade etmenin yanında tahkir içindir.

Son cümle öncekinin sebebi konumunda gelmiştir. Normalde  فاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ   şeklinde gelmesi beklenirdi. Ehemmiyetine binaen  اَلَٓا  ile başlamış,  اِنَّ  ve fasıl zamiri ile tekid edilmiştir.

Müsnedinin  الْ  takısıyla marife olması, kasr ifadesinin yanında, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu belirtir.

Zihinlerde yerleşmesi ve tazim için zamir yerine açık isim gelerek  حِزْبَ اللّٰهِ  tekrar edilmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

19.ayetteki  اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ  cümlesiyle aynı üslupta gelen  اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  cümlesi arasında mukabele sanatı oluşmuştur.

Surenin, konunun sonuna işaret eden bu son ayeti, hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.

Hüsn-i intihâ, mütekellimin makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. 

Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedî’ İlmi)