اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَرَ | görmedin mi? |
|
3 | أَنَّ | şüphesiz |
|
4 | اللَّهَ | Allah |
|
5 | يَعْلَمُ | bilir |
|
6 | مَا | olanı |
|
7 | فِي |
|
|
8 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
9 | وَمَا | ve olanı |
|
10 | فِي |
|
|
11 | الْأَرْضِ | yerde |
|
12 | مَا |
|
|
13 | يَكُونُ | olmaz ki |
|
14 | مِنْ | hiç |
|
15 | نَجْوَىٰ | gizli konuşan |
|
16 | ثَلَاثَةٍ | üç kişi |
|
17 | إِلَّا | mutlaka |
|
18 | هُوَ | O’dur |
|
19 | رَابِعُهُمْ | dördüncüleri |
|
20 | وَلَا | ve olmasa |
|
21 | خَمْسَةٍ | beş kişi |
|
22 | إِلَّا | mutlaka |
|
23 | هُوَ | O’dur |
|
24 | سَادِسُهُمْ | altıncıları |
|
25 | وَلَا | ve olmasa |
|
26 | أَدْنَىٰ | daha az |
|
27 | مِنْ | -ndan |
|
28 | ذَٰلِكَ | bu- |
|
29 | وَلَا | ve olmasa |
|
30 | أَكْثَرَ | daha çok |
|
31 | إِلَّا | mutlaka |
|
32 | هُوَ | O |
|
33 | مَعَهُمْ | onlarla beraberdir |
|
34 | أَيْنَ | nerede |
|
35 | مَا |
|
|
36 | كَانُوا | bulunsalar |
|
37 | ثُمَّ | sonra |
|
38 | يُنَبِّئُهُمْ | onlara haber verir |
|
39 | بِمَا | şeyleri |
|
40 | عَمِلُوا | yaptıkları |
|
41 | يَوْمَ | günü |
|
42 | الْقِيَامَةِ | kıyamet |
|
43 | إِنَّ | çünkü |
|
44 | اللَّهَ | Allah |
|
45 | بِكُلِّ | her |
|
46 | شَيْءٍ | şeyi |
|
47 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
Bu ve devamındaki âyetlerde, Resûlullah dönemindeki bazı olaylar ışığında İslâm’ın bir kısım temel inanç ve ahlâk ilkeleri işlenmekte, müslümanların bu ilkelere uygun muaşeret kuralları oluşturmaları için örnek verilmekte; toplumsal huzur, bireyler arası sevgi ve saygının korunup geliştirilmesi açısından önem taşıyan bu kurallara uymanın kişilerin Allah katındaki derecelerini de yükselteceği belirtilmektedir.
Bu âyetlerde işlenen konulardan ilki, birkaç kişinin bir araya gelip gizli görüşmeler yapması ve başkalarının bulunduğu ortamlarda fısıltıyla konuşmalarıdır. Âyetlerde bu tutum ve eylemden necvâ masdar ismi ve aynı kökten türetilen fiiller kullanılarak söz edilmiştir. İnsanların böyle bir yöntem izlemelerinin genellikle başkalarında tecessüs hatta tedirginlik meydana getirmesi tabiidir ve bu yüzden dostlukların zedelendiği yahut husumetlerin doğduğu bilinmektedir. Bu gerçek karşısında Kur’an-ı Kerîm değişik vesilelerle, gizli görüşmeler yapmaktan ve fısıltıyla konuşmaktan olumsuz biçimde söz etmiş, fakat bunu haklı kılan sebepleri istisna etmiş ve bütün durumları kapsayan kesin bir yasak koymamıştır (bk. Nisâ 4/114).
Sûrenin ilk âyetinde Allah Teâlâ’nın, kendisine zıhâr yapılan kadınla Resûlullah arasında geçen konuşmayı işittiği ve 6. âyette inkârcıların yapıp ettiklerini bir bir kendilerine haber vereceği, çünkü O’nun her şeye tanık olduğu belirtilmişti. Sûrenin bu bölümünün mukaddimesi mahiyetindeki 7. âyette de, –gizli konuşanların sayılarıyla ilgili örnekler verilerek somut bir tasavvura da imkân sağlanmak suretiyle– yüce Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiği, bu şekilde konuşanların sayısı ne olursa olsun, seslerini ne kadar alçaltmış olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O’nun bunlardan haberdar olduğu ve kıyamet günü kendilerine bunları hatırlatacağı bildirilmekte, böylece İslâm inançlarının esaslarından olan “Allah’ın ilmine sınır bulunmadığına iman etme” ilkesine vurgu yapılmaktadır (âyetteki sayıların özellikle seçilmiş olmasına dair bazı yorumlar da yapılmıştır, bk. Râzî, XXIX, 264-265; Elmalılı, VII, 4786-4788). Zemahşerî, Rebîa b. Amr ve kardeşi Habîb b. Amr ile Safvân b. Ümeyye arasında geçen bir konuşmayı bu âyetin iniş sebebi olarak zikretmektedir (IV, 74); İbn Âşûr ise bunların ashaptan sayıldıklarını, halbuki âyetin münafıklar ve yahudiler veya sadece münafıklar hakkında olduğunu, muhtemelen bu olayı anlatan râvinin Fussılet 41/22. âyetiyle bu âyetin iniş sebeplerini karıştırarak aktardığını belirtir (XXVIII, 26-27).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 268-269Kevene كون :
كانَ geçmiş zamanı bildiren bir fiildir. Yüce Allah'ın vasfedildiği yerlerin çoğunda ezelilik anlamıyla ilgili bilgi verir.
Bir nesnenin cinsi/türü anlatılırken onun bir vasfı hakkında kullanıldığında bu vasfın kendisinin lâzımı olup ondan çok nadir ayrıldığına dair bir dikkat çekme anlamı taşır.
كانَ fiilinin kullanıldığı geçmiş zamanın çok önceleri geçmiş olmasıyla bu fiilinin kullanıldığı zamandan hemen önce meydana gelmiş olması arasında hiçbir fark yoktur.
Son olarak Kur'an-ı Kerim'de de geçen إسْتَكانَ فُلانٌ formunun anlamı 'Falan kişi alçakgönüllülük, tevazu ya da itaatkarlık ve zelillik, horluk, hakirlik izhar etti' demektir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle türevleriyle 1390 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri mekân, tekvin, tekevvün, kâinat ve yekundur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Hemze istifham harfidir. Fiil cümlesidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
تَرَ illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel تَرَ filinin iki mef’ûlü yerinde olarak mahallen mansubdur. تَرَ bilmek anlamında kalp fiillerindendir.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
أَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir. اللّٰهَ lafza-i celâli أَنَّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. يَعْلَمُ fiili أَنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَعْلَمُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مَا müşterek ism-i mevsûl يَعْلَمُ fiilinin mef’ûlu bihi olarak mahallen mansubdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir. مَا فِي الْاَرْضِ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَكُونُ tam fiil olup damme ile merfû muzari filidir. مِنْ harf-i ceri zaiddir. نَجْوٰى lafzen mecrur, fail olarak mahallen merfûdur. ثَلٰثَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. نَجْوٰى maksur isimdir.
Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin nekre halinde sonundaki elif-i maksure kelimenin kök harflerinden biriyse bütün îrab halleri takdiren olur ve tenvinli fetha ile yazılır ve okunur. Eğer ki kök harflerinden biri değilse bütün îrab halleri yine takdiren olur, ancak tek fetha ile yazılır ve okunur. Çünkü sondaki illet harfi ilave olunca kelime gayri munsarif olup cer ve tenvini kabul etmez. Buradaki نَجْوٰى kelimesi illet harfi ilave olunan gayri munsarif bir kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ nefî, nehiy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef’ûl ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M.Meral Çörtü Nahiv s.341 )
اِلَّا hasr edatıdır. هُوَ رَابِعُهُمْ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. رَابِعُهُمْ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. خَمْسَةٍ atıf harfi وَ ‘la نَجْوٰى ‘ya matuftur. اِلَّا hasr edatıdır. هُوَ سَادِسُهُمْ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. سَادِسُهُمْ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. اَدْنٰى atıf harfi وَ ‘la نَجْوٰى ‘ya matuftur. مِنْ ذٰلِكَ car mecruru اَدْنٰى ‘ya mütealliktir.
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. اَكْثَرَ atıf harfi وَ ‘la اَدْنٰى ‘ya matuftur. اِلَّا hasr edatıdır. هُوَ مَعَهُمْ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. مَعَ mekân zarfı mahzuf habere mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَيْنَ mekân zarfı مَا zaiddir. كَانُوا fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. كَانُوا tam fiil olup damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَدْنٰى - اَكْثَرَ kelimeleri ism-i tafdil kalıbındandır.
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir. يُنَبِّئُهُم atıf harfi ثُمَّ ile مَا كَانُواۚ ‘ya matuftur.
Fiil cümlesidir. يُنَبِّئُهُمْ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. مَا masdar-ı müevvel بِ harf-i ceriyle يُنَبِّئُهُمْ fiiline mütealliktir.
عَمِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. يَوْمَ zaman zarfı يُنَبِّئُهُمْ fiiline mütealliktir. الْقِيٰمَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. يُنَبِّئُهُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi نبأ ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.
بِكُلِّ car mecruru عَل۪يمٌ ‘e mütealliktir. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَل۪يمٌ kelimesi اِنّ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur.
عَل۪يمٌ mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede hemze takriri veya inkârî istifham harfidir. Menfî muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Tekid ve masdar harfi اَنَّ ‘nin dahil olduğu اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ cümlesi, masdar teviliyle تَرَ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Masdar-ı müevvel sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
اَنَّ ’nin haberi olan يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يَعْلَمُ fiilinin mef’ûlu konumunda olan müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın, sıla cümlesi mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ibaresindeki فِي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla gökyüzü ve yeryüzü, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mekânlardaki herşeyi kapsadığını tekid etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
السَّمٰوَاتِ’ tan sonra الْاَرْضِ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
مَا فِي car mecrurunun tekrarında ıtnâb, reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
تَرَ - يَعْلَمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَعْلَمُ kelimesinde irsâd sanatı vardır. Ayetin başında zikredilen kelime, ayetin sonunda müştakı ile yeniden zikredilmiştir.
تَرَ (Görme) kelimesi ‘bilme’ manasında kullanılmıştır, çünkü Allah'ın âlim oluşunun delili O'nun muhkem, muntazam, sapasağlam işleridir. İşleri böylesine düzgün ve sağlam olan, şüphesiz âlimdir. (Fahreddin er-Râzî)
تَرَ fiili aklî (manevi) bir durumla ilgili olup basiretle (hissî) ilgili değildir. İlim manasında rü’yet kelimesinin kullanılmasında, sebep müsebbep alakası ile mecaz-ı mürsel vardır. Zikredilen rü’yet, kastedilen ise ilim olan müsebbeptir. Şöyle de ifade edilebilir; manevi, aklî ve görülmez olan bir anlatım, gözle görülen, canlı bir şey menziline konulmuştur. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i, Meryem 77. Ayetten Uyarlama, s. 307)
Kur’an'da geçen أولم تر ile ألم تر arasındaki fark için, و harfiyle gelen tabirin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delil çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir. أولم تر tabirinin hayatta misali çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir. ألم تر tabirinin de, çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.329)
مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede يَكُونُ , tam fiildir. Cümle kasr ve zaid harfle tekid edilmiştir.
Veciz ifade kastına matuf نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ izafeti, fiilin faili konumundadır. مِنْ harf-i ceri zaiddir.
هُوَ رَابِعُهُمْ cümlesi haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nefy harfi مَا ve istisna edatı اِلَّا ile oluşan kasr, fiil ile hal arasındadır.
وَلَا خَمْسَةٍ mahallen merfû olarak مِنْ نَجْوٰى ‘ya matuftur. Nefy harfi لَا zaiddir.
اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ , hasr edatının dahil olduğu hal cümlesi, ayetteki ikinci müstesnadır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ثَلٰثَةٍ - خَمْسَةٍ - سَادِسُهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bu ayetten maksad haber vermek, ayetteki bu haberden maksat inzar ve vaîddir. (Âşûr)
يَكُونُ fiili tam fiil olarak gelmiştir. Nefyin umumu için مِنْ zaid olarak gelmiştir. نَجْوٰى kelimesi de يَكُونُ fiilinin failidir. (Âşûr)
نَجْوٰى hakiki müennes olmadığı için يَكُونُ fiili müzekker olarak gelmiştir. Fiil ve fail arası مِنْ ile ayrılmıştır. نَجْوٰى masdar ismidir. Muzâftır. ثَلٰثَةٍ de muzâfun ileyhdir. (Âşûr)
İstisnalar müferrağdır. مَا يَكُونُ sözünün delalet ettiği أكوان veya hal olarak takdir edilen müstesna minhlerden istisna edilmiştir. Dolayısıyla müstesnalar hal konumundadır. Takdir: ‘’ما يكون في نجوى ثلاثة في حال من علم غيرهم بهم و اطلاعه عليهم إلا حالة الله مطلع عليهم’’ (Fısıldaşan üç kişi yoktur ki halini başkası bilmez ama Allah bilir) şeklindedir. (Âşûr)
Burada beş ve altı sayısının özel olarak zikredilmesi, ayetin inmesine sebep olan olayın özelliğinden dolayıdır. Çünkü gizli bir şeyler konuşmak için bir araya gelen münafıklar, bazen üç, bazen beş kişi olurlardı. (Rûhu-l Beyân)
İbn Cinnî; ekseriyetin kıraatı olan, ya ile (يَكُونُ) şeklindeki kıraat, dil yönünden daha vazıhtır. Çünkü bu okuyuşta daha yaygınlık ve cinsin umumîliği (hem müzekker hem müenneslik durumu) vardır. Bu tıpkı, senin: "Bana hiçbir kadın gelmedi" ve "Bana hiçbir cariye gelmedi" demen gibidir. Bir de, fail ile mef'ûl arasına bir fasıla girmiştir. Bu fasıla harf-i cerdir. Öte yandan, نَجْوٰى kelimesinin müennesliği hakiki müenneslik değildir" demiştir. (Fahreddin er-Râzî ve Âşûr)
مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ cümlesi sonuna kadar bedel-i baz minel kül’dür.(Âşûr)
Burada üç rakamının tercih edilmesi اَدْنٰى denildiğinde ikiyi kapsaması içindir. Dört buyurulsaydı اَدْنٰى ile üç anlaşılırdı bu durumda fısıldaşmanın en azı iki kişi arasında olacağı için sanki iki kişininkini bilmez gibi bir mana anlaşılabilirdi. Beş de üçe münasip olduğu için tercih edilmiştir. Fısıldaşmanın şura için olduğu bunun için de en az üç kişinin olması gerektiği de söylenmiştir. (Âlûsi)
منْ ذوي نجوى şeklinde نجوى ’ya muzâf takdir edilebilir. (Âlûsi)
Ayette geçen نَجْوٰى kelimesi, insanın içinde gizlemiş olduğu sır demektir. Bu kelimenin aslı, insanın çevresine göre yüksekçe bir yerde yalnız kalması demektir. İçinden bir şeyler geçiren kimse, sanki onlara başkası erişemesin ve bilmesin diye insanlardan uzakta yeryüzünün yüksekçe bir tepesinde gibidir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Ve üç kişinin gizli konuştuğu ve birbirlerine sır verdiği yerde onların dördüncüsü mutlaka Allah'tır. Yüce Allah, aralarında konuştukları şeyi bilmesi açısından o üç kişinin arasında dördüncü olmaktadır. Nitekim el-Hüseyin en-Nûrî der ki: ”Allah nefsi ve zatı açısından değil, bilgisi ve hükmü bakımından onların dördüncüsüdür." (Rûhu-l Beyân)
وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ ibaresi, hal cümlesinin haberi olan سَادِسُهُمْ ‘e matuftur. Nefy harfi لَٓا zaiddir. مِنْ ذٰلِكَ car mecruru اَدْنٰى ’ya mütealliktir.
لَٓا اَكْثَرَ ifadesi tezat nedeniyle لَٓا اَدْنٰى ’ya atfedilmiştir. Nefy harfi لَٓا yine zaiddir.
اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ , hasr edatının dahil olduğu hal cümlesi ve üçüncü istisnadır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mekan zarfı olan مَعَهُمْ , mahzuf habere mütealliktir. Yine habere müteallik olan, şarttan mücerret mekan zarfı اَيْنَ , muzâfdır. مَا zaiddir.
Muzafun ileyh olan كَانُواۚ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَانُواۚ fiili tam fiil olarak gelmiştir.
اَكْثَرَ - اَدْنٰى arasında tıbâkı hafî sanatı, كَانُواۚ - يَكُونُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
هُوَ مَعَهُم ile başlayan cümle mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tekmil ıtnâbı vardır. هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. مَعَهُمْ haberdir. اَيْنَ مَا mürekkep bir kelimedir. اَيْنَ zaman zarfı, مَا zaiddir. (Âşûr)
ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ
ثُمَّ ile … مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى cümlesine atfedilmiş olan ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki مَا müşterek ism-i mevsûlu يُنَبِّئُهُمْ ’a mütealliktir. Sılası olan عَمِلُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ şeklindeki zaman zarfı يُنَبِّئُهُمْ fiiline mütealliktir.
ثُمَّ rütbede terahi içindir. Ahirette haber verecektir. Bu fısıldaşmaların büyük bir günah olduğunu haber verdiği için vaîd makamındadır. (Âşûr)
َّثُمَّ mühlet ifade etmekle beraber rütbe itibariyle tertip içindir ki buna göre mana: ‘Bir müddet işleri Allah’a kalır ki bu süre zarfında kendilerine zaman tanır, daha sonra onlara azap eder.’ şeklindedir.
Ayette خبر kelimesi yerine نَبَاَ tercih edilmiştir. Çünkü نَبَاَ , büyük fayda sağlayan, kendisiyle ilim veya zannı galib oluşan haberdir. Bu özellikleri taşımayan habere نَبَاَ denmez. (Müfredat)
Bu cümlede Allah’ın onlar hakkındaki hükmünün, onların hallerini kapsamlı olarak bilmesine dayalı olduğuna işaret vardır. Bu idmâc sanatıdır.
اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
إِنَّ ile tekid edilmiş, isme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
شَيْء ’deki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur كُلِّ شَيْءٍ , ihtimam için amili olan عَل۪يمٌ ‘a takdim edilmiştir.
عَل۪يمٌ۟ , mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
شَيْءٍ ‘deki tenvin, nev ve kesret ifade eder.
Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde ufak farklılıklarla veya aynen tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
عَل۪يمٌ - يَعْلَمُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يُنَبِّئُهُمْ - عَل۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı, عَمِلُوا - عَل۪يمٌ arasında cinas-ı nakıs vardır.