فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ١٦٩
| Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
|---|---|---|---|
| 1 | فَخَلَفَ | ardından |
|
| 2 | مِنْ |
|
|
| 3 | بَعْدِهِمْ | sonra onların |
|
| 4 | خَلْفٌ | yerlerine geçip |
|
| 5 | وَرِثُوا | varis olanlar |
|
| 6 | الْكِتَابَ | Kitaba |
|
| 7 | يَأْخُذُونَ | alıyorlar |
|
| 8 | عَرَضَ | menfaatini |
|
| 9 | هَٰذَا | şu |
|
| 10 | الْأَدْنَىٰ | alçak(dünyan)ın |
|
| 11 | وَيَقُولُونَ | ve diyorlar ki |
|
| 12 | سَيُغْفَرُ | (nasıl olsa) bağışlanacağız |
|
| 13 | لَنَا | biz |
|
| 14 | وَإِنْ | ve eğer |
|
| 15 | يَأْتِهِمْ | kendilerine gelse |
|
| 16 | عَرَضٌ | bir menfaat daha |
|
| 17 | مِثْلُهُ | ona benzer |
|
| 18 | يَأْخُذُوهُ | onu da alırlar |
|
| 19 | أَلَمْ |
|
|
| 20 | يُؤْخَذْ | peki alınmamış mıydı? |
|
| 21 | عَلَيْهِمْ | kendilerinden |
|
| 22 | مِيثَاقُ | misak (söz) |
|
| 23 | الْكِتَابِ | Kitap’ta |
|
| 24 | أَنْ | diye |
|
| 25 | لَا |
|
|
| 26 | يَقُولُوا | söylemeyecekler |
|
| 27 | عَلَى | hakkında |
|
| 28 | اللَّهِ | Allah |
|
| 29 | إِلَّا | başkasını |
|
| 30 | الْحَقَّ | gerçekten |
|
| 31 | وَدَرَسُوا | ve öğrenmediler mi? |
|
| 32 | مَا |
|
|
| 33 | فِيهِ | onun içindekini |
|
| 34 | وَالدَّارُ | ve yurdu |
|
| 35 | الْاخِرَةُ | Âhiret |
|
| 36 | خَيْرٌ | daha hayırlıdır |
|
| 37 | لِلَّذِينَ |
|
|
| 38 | يَتَّقُونَ | korunanlar için |
|
| 39 | أَفَلَا |
|
|
| 40 | تَعْقِلُونَ | düşünmüyor musunuz? |
|
Zemahşerî’ye göre buradaki “yeni kuşak”tan maksat, Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler, vâris oldukları kitap ise o günkü Tevrat’tır (II, 101); aldıkları geçici dünya menfaatinin de mahkemelerde aldıkları rüşvet olduğu söylenir. Taberî’nin kaydettiğine göre o dönemlerde yahudiler arasında rüşvet o kadar yaygındı ki, rüşvet almak istemeyenleri suçlarlardı. Hâkim olarak birine başvurulduğunda rüşvet isterdi; “Neden hüküm verirken rüşvet alıyorsun?” denildiğinde de, “Nasıl olsa bağışlanacağım” derdi (IX, 105-107, özellikle 106). Bazı rivayetlerde âyette sözü edilen bu kuşağın hıristiyanlar olduğu ileri sürülmüşse de bu rivayetleri aktaran Taberî’ye göre Kur’an’ın yer vermediği bu fikri kabul etmek mümkün değildir; âyetin bağlamı sadece yahudilerle ilgili olduğuna göre burada başka bir topluluğun kastedildiğini düşünmek için elimizde hiçbir delil yoktur (IX, 105).
Yahudiler hem rüşvet ve benzeri yollarla haram malları alırlar, yiyip içerler hem de bu günahlarından dolayı tövbe edecekleri yerde, –muhtemelen Tanrı katında seçkin bir millet oldukları yolundaki bâtıl inançlarından dolayı– nasıl olsa bağışlanacaklarını ileri sürerler ve yeni haramlar işlemekten çekinmezlerdi. Halbuki Kitâb-ı Mukaddes’te de birçok vesile ile bildirildiği üzere, bu şekilde günah işlemekten, haram yemekten uzak duracaklarına, Allah’ı tanıyıp buyruklarını yerine getireceklerine dair kendilerinden söz alınmış, Allah ile bu şekilde ahidleşmişlerdi (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/40).
Kurtubî –haklı olarak– rüşvet almak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl olsa Allah affeder” şeklinde boş ümitlere kapılmanın sadece yahudilere mahsus bir hastalık olmadığını, müslümanların da bu şekilde günahlar işlediklerini belirtmektedir (VII, 311). Aynı müfessirin, ilâhî buyruklara uygun davranmanın sadece yahudilerle sınırlı bir görev olmadığını, bu ve benzeri âyetlerin müslümanları da bağladığını, çünkü bu konularda dinler arasında bir farklılık bulunmadığını belirtmesi de yerinde ve anlamlı bir tesbittir (VII, 312). M. Reşîd Rızâ da müslümanların, özellikle din adamlarının aynı illete müptelâ olmalarından yakınmakta; bu kuruntularla mağfiret, şefaat gibi yalnızca Allah’ın hoşnut olduğu kullar için bir değer taşıyan kavramlara bel bağlayarak haramlar irtikâp ettiklerini hatırlatmaktadır. Allah’ın İsrâiloğulları hakkında bu bilgileri vermesindeki maksadı, müslümanların bunlardan ibret ve ders alarak hallerini düzeltmeleri, onların işlediği günahlardan uzak durmalarıdır (IX, 384).
Kuşkusuz insanlar bu tür günahları dünyevî menfaat ve zevkleri yüzünden işledikleri için Allah onlara âhiret yurdunun daha hayırlı, dolayısıyla “geçici menfaat ve zevkler” anlamındaki dünya ile âhiret arasında bir tercih yapmak gerektiğinde âhireti tercih etmenin daha yararlı olduğunu, bunu da ancak takvâ sahiplerinin, yani Allah’ın buyruklarını hiçe saymak yerine onlara saygı duyarak günah işlemekten sakınanların anlayıp gereğini yerine getireceklerini hatırlatmakta; nihayet muhataplarını Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanmaya davet etmekte; insanların, kendilerine vahiyle bildirilen bu bilgi ve haberlerdeki hikmetleri ve yararlı sonuçları akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 620-621
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
خَلَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مِنْ بَعْدِهِمْ car mecruru خَلَفَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. خَلْفٌ fail olup damme ile merfûdur. وَرِثُوا cümlesi, خَلْفٌ ‘un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
وَرِثُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. يَأْخُذُونَ cümlesi, وَرِثُوا ‘deki failin hali olarak mahallen mansubdur.
يَأْخُذُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. عَرَضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. هٰذَا işaret ismi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْاَدْنٰى işaret isminden bedel olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Maksur isimdir.
وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir. يَقُولُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l kavli, سَيُغْفَرُ لَنَا ‘dir. يَقُولُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Fiilin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. يُغْفَرُ damme ile merfû meçhul muzari fiildir. Naib-i faili kelamın siyakından anlaşıldığından mahzuftur. Takdiri; ما فعلناه şeklindedir. لَنَا car mecruru يُغْفَرُ fiiline mütealliktir.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. Ayette fiil cümlesi şeklindedir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).Ayette fiil cümlesi şeklindedir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Meçhul fiil gelmesinin sebepleri şunlardır: Fail bilinmediği zaman, Fail muhataptan gizlenmek istendiği zaman, Fail herkes tarafından bilindiği zaman, Failin zikredilmesine gerek olmadığı zaman, fiile vurgu yapılmak istendiği zaman. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَأْتِهِمْ şart fiili olup, illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. عَرَضٌ fail olup damme ile merfûdur.
مِثْلُهُ kelimesi عَرَضٌ ‘un sıfatı olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ karînesi olmadan gelen يَأْخُذُوهُ cümlesi şartın cevabıdır.
يَأْخُذُوهُ fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir.
Cevap cümlesi; başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt ف ’si) gelmez. Ayrıca لَمْ (cahd-ı mutlak) ve لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt ف ’si) gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt ف ’si) gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ
Fiil cümlesidir. Hemze istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يُؤْخَذْ sükun ile meczum meçhul muzari fiildir. عَلَيْهِمْ car mecruru يُؤْخَذْ fiiline mütealliktir. م۪يثَاقُ naib-i fail olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَنْ ve masdar-ı müevvel م۪يثَاقُ ‘den bedel veya atfı beyan olarak mahallen merfûdur.
اَنْ muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir.
لَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَقُولُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. عَلَى اللّٰهِ car mecruru يَقُولُوا fiiline mütealliktir. اِلَّا hasr edatıdır. الْحَقَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. دَرَسُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. ف۪يهِ car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına mütealliktir.
Fiil-i muzarinin başına اَنْ harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Meçhul fiil gelmesinin sebepleri şunlardır: Fail bilinmediği zaman, Fail muhataptan gizlenmek istendiği zaman, Fail herkes tarafından bilindiği zaman, Failin zikredilmesine gerek olmadığı zaman, fiile vurgu yapılmak istendiği zaman. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. الدَّارُ mübteda olup damme ile merfûdur. الْاٰخِرَةُ kelimesi الدَّارُ ‘un sıfatı olup damme ile merfûdur. خَيْرٌ haber olup damme ile merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu لِ harf-i ceriyle خَيْرٌ’e mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası يَتَّقُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَتَّقُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
يَتَّقُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil, iftial babındadır. Sülâsîsi وقي ’dır. İftial babının fael fiili و ي ث olursa fael fiili ت harfine çevrilir. وقي fiili iftiâl babına girmiş, إوتقي olmuş, sonra و harfi ت 'ye dönüşmüş إتّقي olmuştur.
Bu bab, fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.
خَيْرٌ kelimesi ism-i tafdildir. İsmi tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsmi tafdil اَفْعَلُ veznindendir. İsmi tafdilin sıfatı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsmi tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
خَيْرٌ ve شَرٌّ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ismi tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları اَخْيَرُ ve اَشْرَرُ veznindedir. Çok kullanıldıklarından dolayı Arap dilbilgisinde bu şekilde gelmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Fiil cümlesidir. Hemze istifham harfidir. Atıf harfi فَ ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, أغفلتم فلا تعقلون. şeklindedir.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَعْقِلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ
Ayetin ilk cümlesi atıf harfi فَ ile وَقَطَّعْنَاهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. مِنْ بَعْدِهِمْ konudaki önemine binaen fail olan خَلْفٌ ‘a takdim edilmiştir. خَلْفٌ ’daki nekrelik, tahkir içindir.
وَرِثُوا الْكِتَابَ cümlesi, خَلْفٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَرِثُوا الْكِتَابَ sözündeki varis olmaktan murat insanlara ihsan olarak verilen ve geri alınmayan kitaptır. Varis için de miras böyledir. Miras, mirası veren kişiye geri dönmez. Bu lafızda tasrîhî ve tebeî istiare vardır. Çünkü varis olmak, baki kalmak anlamında kullanılmıştır. (Ruveynî, Teemmülat fi Sûreti Meryem, Meryem/63, s.243)
Veraset mülk edinmede ve hak sahibi olmada kullanılan en güçlü lafızdır; çünkü fesh edilmez, geri dönülmez, reddetmekle iptal edilmez ve düşürülmez.(Beyzâvî,Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t -Te’vîl)
يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى cümlesi, وَرِثُوا ‘deki failin halidir. Hal cümleleri anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ cümlesi, atıf harfi وَ ‘la sıfat cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sıfat cümlelerinin وَ ’la birbirine atfedilmesi, mevsûfa ait bu sıfatların kemal manada olduğuna işarettir.
يَقُولُونَ fiilinin mekûlul kavli olan سَيُغْفَرُ لَنَا cümlesi, istikbal harfi سَ ile tekid edilmiş müspet muzari cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır.
الْاَدْنٰى ’nın هٰذَا ile işaret edilmesi istiaredir.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
الْاَدْنٰى , muzâfun ileyh olan هٰذَ ‘dan bedeldir.
[Şu dünyanın gelip geçici metâ‘ını alıyorlardı!] Yani şu ednâyı ve onun çer-çöpe dönüşecek menfaatini alıyorlardı. هٰذَا الْاَدْنٰى ifadesinde bir tahkir ve aşağılama söz konusudur. دنو ,الْاَدْنٰى kökünden olup ya yakınlık anlamındadır ve hemen elde ediliveren şey anlamını ifade eder ya da hal itibariyle düşüklük, alçaklık ve azlık ifade eder. Kastedilen, onların hükümleri halka kolaylaştırmak üzere Tevrat’taki kelimeleri değiştirme (tahrif) karşılığına aldıkları rüşvettir. (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ
Şart üslubunda gelen terkipte وَ , istînâfiyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Şart cümlesi olan يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مِثْلُهُ kelimesi عَرَضٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
فَ karînesi olmadan gelen cevap cümlesi olan يَأْخُذُوهُ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Fiillerin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir.
اِنْ şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder.
عَرَضَ kelimesinin manaları arasında ma’rad (fuar), arz, ırz kelimeleri de vardır. Türkçe’de de arz, ırz, arıza, itiraz, maruzat, tariz gibi köklerini kullanıyoruz.
يَأْخُذُونَ - يَأْخُذُوهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede hemze takriri istifham harfidir. Cümle menfî muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
İstifham üslubunda olmasına rağmen terkib, soru anlamında değildir. Cümle vaz edildiği anlamdan çıkarak takrir, taaccüb ve kınama anlamına gelmesi nedeniyle mecâz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca tecahülü arif sanatı söz konusudur.
Takrirde muhatabın bildiği bir şey soru şeklinde dile getirilir ve ondan bunu tasdik etmesi istenir. Bunda ikna edici, inandırıcı delil vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَيْهِمْ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için faile olan م۪يثَاقُ ‘ya takdim edilmiştir.
اَلَمْ يُؤْخَذْ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü fiil malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olur.
م۪يثَاقُ الْكِتَابِ izafetinde misak, güne isnad edilmiştir. Aslında misak kitaba değil, o kitabı indirene aittir. Bu üslup, kitabın önemini vurgulamak için sebep müsebbep alakasıyla yapılan mecazî isnad sanatıdır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ cümlesi, masdar teviliyle م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ’den bedel veya atf-ı beyandır. Masdar-ı müevvel müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur عَلَى اللّٰهِ , önemine binaen mef’ûle takdim edilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Nefy harfi لَا ve istisna harfi اِلَّا ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Fiille mef’ûlü arasındaki iki tekit hükmündeki kasr, kasr-ı sıfat, ale’l mevsûftur. Allah’a haktan başka hiçbir şey söylemiyorlar, sadece hak olanı söylüyorlar manasındadır.
Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vâki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Âşûr kasrın iki tekid yerinde olduğunu söyler. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr, Enam/71)
لَمْ يُؤْخَذْ - يَأْخُذُوهُۜ ve لَا يَقُولُوا - يَقُولُونَ gruplarındaki kelimeler arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِ cümlesi atıf harfi وَ ’la اَلَمْ يُؤْخَذْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Olumsuzluk ve istifhama dahildir.
Cümlede îcâzı hazif sanatı vardır. Mef’ûl konumdaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası mahzuftur. ف۪يهِ bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
خَلَفَ - عَرَضٌ - الْكِتَابَ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
[Peki, onlardan kitap sözü alınmamış mıydı?!] sözüyle kastedilen, Tevrat’taki “Kim büyük günah işlerse tövbe etmedikçe affedilmeyecektir!” ifadesidir. “Ve onlar kitaptaki bu sözü okumamışlar mıydı?!” Yani Tevrat’taki; günahın bağışlanması için tövbenin şart olduğu hükmünü. اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ [Allah hakkında gerçek neyse sadece onu söyleyeceklerine dair] ifadesinin cümledeki konumu م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ifadesine ma‘tūftur. م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ise Allah’ın kitabında zikredilmiş olan misak demektir. Bu ifadede, “kişinin tövbesiz de bağışlanabileceği”ni kabul etmenin, kitapta yapılan antlaşmadan çıkmak, Allah’a iftira etmek ve O’nun adına hak olmayan bir şey uydurmak sayılacağı anlamı bulunmaktadır. İşte م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ifadesi bu şekilde tefsir edildiği zaman, اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ ifadesi de bunun mef‘ûlün lehi olur; anlamı da “Allah adına gerçeğin dışında bir şey söylememeleri için” şeklinde olur. اَنْ ’in müfessire olması ve لَا يَقُولُوا ifadesinin nehiy olması da mümkündür; adeta “[Kendilerinden söz alınıp] ‘Allah adına gerçeğin dışında bir şey söylemeyin’ denmedi mi bunlara?!” buyrulmuş olmaktadır. (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ
وَ istînâfiyyedir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الْاٰخِرَةُ kelimesi الدَّارُ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müsned olan خَيْرٌ mübalağalı ism-i fail kalıbı olan ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mecrur mahaldeki cemi müzekker has ism-i mevsûl لِلَّذ۪ينَ başındaki لِ harf-i ceriyle خَيْرٌ mütealliktir. Sılası olan يَتَّقُونَ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Hemze, inkârî istifham harfi, فَ istînâfiyedir. Cümlenin, takdiri أغفلتم (Gaflet mi ettiniz.?) olan mukadder cümleye matuf olduğu da söylenmiştir.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle, istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, inkâr ve tevbih anlamı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Menfî muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de sıkça başvurulan bir üslup olarak karşımıza çıkan istifhâmı inkârî ile kabul edilmeyen/edilmemesi gereken bir olgunun neden hala farkına varılmadığı sorgulanmaktadır. (İstifhâm Üslûbunun Mecâzi Kullanımları ve Meallere Yansıması Avnullah Enes Ateş)
اَفَلَا تَعْقِلُونَ sorusu azarlama ve kınama manasındadır. Bu manayı vurgulamak için iltifat yapılarak gaib sıygadan muhataba dönülmüştür.
Ayetin bu son cümlesi, birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
اَفَلَا تَعْقِلُونَ cümlesi çok büyük bir kınama ifadesidir. Anlam ise “Yaptığınız şeyin çirkin olduğuna akıl erdiremiyor musunuz ki bu fiillerin kötülüğü sizi onları yapmaktan alıkoymuyor? Âdeta akılları örtülmüş kimseler gibisiniz. Çünkü akıl bu tür şeylerden kaçınır, bunları reddeder.” şeklindedir. (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
الا , tenbih edatıdır. ف ise atfa işaret eder. Yani bu cümleden önce hazf edilen bir cümle vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ sorusu azarlama ve kınama için gelmiştir, mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Bu cümle aslında mukadder bir cümleye matuftur,“Siz hakikatten gafil kalıp akletmez misiniz?” demektir.(Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
İstifham müşriklere hitap edildiğinde tevbih (azarlamak) için kullanılır. Müminlere hitap edildiğinde ise tahzir (uyarı) için kullanılır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Kur’an’daki fasılaların en önemli meselelerinden birini de pek çok dilbilimci ve müfessirin üzerinde konuştuğu akılla direk bağlantılı olan تَعَقُّل , تَفَكُّر , تَدَبُّر , تَذَكُّر ve تَفَقُّه kavramları oluşturmaktadır. Kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken, geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَۙ gibi tezekküre çağıran fasılalarla bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur’an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكَّرُ) geleceğe yol bulmaları (تَدَبَّرُ) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla, bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise tefakkuh kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları, Doktora Tezi)