Enfâl Sûresi 67. Ayet

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَكُونَ لَـهُٓ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِۜ تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَاۗ وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ  ٦٧

Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 مَا
2 كَانَ yakışmaz ك و ن
3 لِنَبِيٍّ hiçbir peygambere ن ب ا
4 أَنْ
5 يَكُونَ olmak ك و ن
6 لَهُ sahibi
7 أَسْرَىٰ esirler ا س ر
8 حَتَّىٰ kadar
9 يُثْخِنَ ağır basıncaya ث خ ن
10 فِي
11 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
12 تُرِيدُونَ siz istiyorsunuz ر و د
13 عَرَضَ geçici malını ع ر ض
14 الدُّنْيَا dünya د ن و
15 وَاللَّهُ Allah ise
16 يُرِيدُ istiyor ر و د
17 الْاخِرَةَ ahireti ا خ ر
18 وَاللَّهُ Allah
19 عَزِيزٌ daima üstün ع ز ز
20 حَكِيمٌ hüküm ve hikmet sahibidir ح ك م
 

Bedir Savaşı’nda yetmiş kadar düşman savaşçısı esir alınmıştı. Bunlar İslâm’ın düşmanı ve onun mensuplarını yok etmeyi amaç edinmiş kimselerdi. Savaşta öldürülmeleri halinde yapabilecekleri kötülükler engellenmiş, İslâm düşmanlarının sayısı azaltılmış olacaktı. Buna rağmen müslüman savaşçılar onları öldürmeyip esir aldılar. İbn Hişâm’ın verdiği bilgiye göre (Sîre, II, 281) Peygamberimiz, amcası Abbas, Ebü’l-Buhtürî gibi bazı isimleri sayarak bunların istemeden Bedir’e geldiklerini bildirmiş ve öldürülmemelerini istemişti. Bazı sahâbîlerin düşmanı öldürmek yerine esir almalarında bu isteğin de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Harp bitip ganimet ve esirlerin ne yapılacağı konusunun görüşülmesi başlayınca esirler hakkında iki görüş ortaya çıktı. Meselenin bundan sonrasını Müslim’in naklettiği bir hadisten takip edelim. Hz. Ömer anlatıyor: “Hz. Peygamber, Ebû Bekir’e ve bana, ‘Bu esirler hakkında düşünceniz nedir?’ diye sordu. Ebû Bekir, ‘Bunlar amca ve akraba çocuklarıdır, onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Böylece fidye kâfirlere karşı bize güç olur, belki Allah’ın hidayetiyle ileride müslüman da olurlar’ dedi… Ben de, ‘Doğrusu ben Ebû Bekir gibi düşünmüyorum. Bana göre, kellelerini uçurmamız için bize izin vermelisin; Ali, Ak^l’in, ben de filan yakınımın kafasını keselim, çünkü bunlar kâfirlerin öncüleri ve ileri gelenleridir’ dedim. Resûlullah, benim değil de Ebû Bekir’in görüşünü tercih etti. Ertesi gün yanlarına geldiğimde ikisini de oturmuş ağlar halde buldum ve ‘İkiniz niçin ağlıyorsunuz?’ diye sorduğumda Resûlullah, ‘Arkadaşlarının, fidye alarak başıma getirdikleri yüzünden!’ dedi ve (yakındaki bir ağacı göstererek) ‘Cezayı kendilerine şu ağaç kadar yaklaşmış gördüm’ buyurdu” (Müslim, “Cihâd”, 58).

 

 Esir alınmadan bütün düşmanların öldürülmesi hükmü şüphe yok ki tarihî şartlara bağlı bir zaruretten, İslâm’ı koruma amacından kaynaklanıyordu, yoksa Allah’ın devamlı hükmü bu değildi. Savaşta gerekirse esir de alınacaktı, sonra bunlara adalete uygun şekilde işlem yapılacaktı (Muhammed 47/4). Allah’ın devamlı ve yazılı hükmü, metne göre “kitab”ı bu idi. Nitekim 69. âyet bu genel hükmü ifade ediyor, aldıkları ganimeti gönül rahatlığı ile yiyebileceklerini bildiriyordu. Müslümanları uyarmasının, hatta kınamasının sebebi, bu savaşa mahsus olmak üzere gerekeni yapmamaları ve belki içlerinden bazılarının geçici dünya varlığını isteyerek, yani akrabalık bağının verdiği duyguların etkisinde kalarak veya esir edinmenin sağlayacağı nüfuz ve hâkimiyet arzusuna kapılarak dinlerini ve canlarını tehlikeye atmalarıydı. Bu hatalarına rağmen ceza görmemeleri hem genel geçer hükmün böyle olacağından ileri geliyordu hem de Allah’ın âdetine göre “kanunsuz, uyarısız suç ve ceza yoktu.” Ayrıca Bedir Savaşı’na katılanların bütün günahlarını bağışlayacağını da vaad etmişti.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri

 Cilt: 2 Sayfa: 708-709

 

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَكُونَ لَـهُٓ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِۜ

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَا  nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

لِنَبِيٍّ  car mecruru  كَانَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. اَنْ  ve masdar-ı müevvel  كَانَ ’nin muahhar ismi olup mahallen merfûdur. 

اَنْ  muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir.  

يَكُونَ  nakıs, fetha ile mansub muzari fiil veya tam fiildir. لَـهُٓ  car mecruru  يَكُونَ ‘nin mahzuf haberine müteallik veya  يَكُونَ  fiiline mütealliktir. اَسْرٰى  kelimesi,  يَكُونَ ‘nin ismi veya faili olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Maksur isimdir.

حَتّٰى  gaye bildiren cer harfidir. يُثْخِنَ  fiilini gizli  اَنْ  ile nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir. اَنْ  ve masdar-ı müevvel  يَكُونَ ‘nin mahzuf haberine müteallik mahallen mecrur veya  يَكُونَ  fiiline mütealliktir.

يُثْخِنَ  fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir. فِي الْاَرْضِ  car mecruru  يُثْخِنَ  fiiline mütealliktir. 

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra,  Atıf olan اَوْ ’den sonra,  Lamul cuhuddan sonra, Lamu-ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Ayette harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra gizlenmiştir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir.  اَلْفَتَى – اَلْعَصَا  gibi…

Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُثْخِنَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  ثخن ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 

 تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَاۗ 

 

Fiil cümlesidir. تُر۪يدُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. عَرَضَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. الدُّنْيَا  muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Maksur isimdir.

تُر۪يدُونَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  رود ’dir.

 

   وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۜ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اللّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. يُر۪يدُ  cümlesi, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  

يُر۪يدُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.  الْاٰخِرَةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

 

وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  اللّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. عَز۪يزٌ  haber olup damme ile merfûdur.  حَك۪يمٌ۟  ikinci haber olup damme ile merfûdur.

عَز۪يزٌ -  حَك۪يمٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَكُونَ لَـهُٓ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِۜ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfî  كان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

مَا كَان ’li olumsuz sîgalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir, Âl-i İmrân, 3/79) 

Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  لِنَبِيٍّ  car mecruru,  كَانَ ‘nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. 

لِنَبِيٍّ  ’deki nekrelik, cins ifade eder. Ayrıca olumsuz sıygada nekre, umum ifade etmiştir.

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يَكُونَ لَـهُٓ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِۜ  cümlesi, masdar teviliyle  كَانَ ‘nin muahhar ismi konumundadır. Masdar-ı müevvel, müspet muzari fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.  يَكُونَ  tam fiildir. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  لَـهُٓ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için fail olan  اَسْرٰى ‘ya takdim edilmiştir.

Gaye bildiren harf-i cer  حَتّٰى ‘nın, gizli  أنْ ‘le masdar yaptığı  يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel mecrur mahalde olup  حَتّٰى  ile  يَكُونَ  fiiline mütealliktir. 

Muzari fiil hudus, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

فِي الْاَرْضِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla dünya, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü yeryüzü, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.

يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِ  tabirinde istiare vardır. Bununla kastedilen, ‘’durumu ağırlaştırmak, öldürmeleri çoğaltmak’’tır. Bu ifade, ‘’ Bu iş beni çökertti ’’diyenin sözünden alınmıştır ki; ‘’Bu iş üzerime olanca ağırlığıyla çöktü, kalbime fena halde acı verdi’’demektir. (Şerîf er-Radî, Kur’ân Mecazları) 

اِثْخَانٌ  Aslında kalınlık demek olan  ثخَان  ve  ثخَانة  kökünden kalınlaştırmak demektir. Sonra bu anlamdan alınarak, savaşta düşmanın esas kuvvetlerini iyice vurarak, gücünü kırmak ve askerlerini yerinden kımıldayamaz hale getirmek, kesin bir yenilgiye uğratmak durumuna  اِثْخَانٌ  denilmiştir. Buna göre ayetin manası şu demek olur: Hiçbir peygamber için bulunduğu ülkede küfrü kahredip İslam’ı yüceltecek şekilde küfür ehline karşı kesin zafer elde edip, hak kuvvetlerinin istila ve istikrarını sağlayıp, yaptığı savaşta Allah düşmanlarını iyice kırıp kuvvetlerini yok edinceye kadar esirleri bulunması, yani askerlerinin esir tutmakla meşgul olması doğru ve meşru bir hareket değildir. Ancak ishan hasıl olduktan sonra esir alması meşru olabilir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili) 

Ayetteki  مَا كَانَ  lafzının manası, nefyetmek ve tenzih etmektir. Yani, “Bahsedilen mana, peygambere uygun düşmez ve yakışmaz “ demektir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

Ayetteki  حَتّٰى  kelimesi, “intihâ-i gaye” içindir. Binaenaleyh [“Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar esirler alması (vâkî) olmamıştır”] Enfal/67 ayeti, peygamberin, ancak yeryüzünde tam bir hakimiyet kurduktan sonra esir edinebileceğine delalet eder. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

نَبِيءٍ  kelimesi nekre gelerek, bunun, İsrailoğullarındaki peygamberlerin savaşlarında daha önceki bir hüküm olduğuna işaret etmiştir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

كَانَ - يَكُونَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

 تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَاۗ وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)  

وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَ  cümlesi atıf harfi  وَ  ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Fiil cümlesinden isim cümlesine geçişte iltifat sanatı vardır. 

Lafza-ı celâl mübteda,  يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَ  cümlesi haberdir.

Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve ikazı artırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsned olan  يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۜ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye ve kasr ifade etmiştir. Ayrıca muzari fiil, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Allah'ın ahireti istemesi tabirinde lazım zikredilmiş, melzum kastedilmiştir. Yani Allah Teâlânın ahireti istemesi tabiriyle, insanlar için ahireti önemseyerek yaşamanın daha hayırlı sonuç doğuracağı, etkili bir şekilde anlatılmak istenmiştir. 

يُر۪يدُ  kelimesinde müşakele sanatı vardır. Allah’a isnad edilen istemek fiili farklı anlamda kullanılmıştır.

تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَاۗ  cümlesiyle, وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

يُر۪يدُ - تُر۪يدُونَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الدُّنْيَاۗ -  الْاٰخِرَةَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

عَرَضَ - الْاَرْضِ  kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ


وَ  istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)

Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil  اللّٰهِ  isminin müsnedün ileyh olarak zikredilmesi tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek, ikazı artırarak emre itaati kuvvetlendirmek ve onun yüceliğine dikkat çekmek için zamir makamında zahir ismin  tekrarlanmasında iltifat, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَز۪يزٌ - حَك۪يمٌ۟  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf  sanatıdır.

Haber olan iki vasfın arasında  و  olmaması Allah Teâlâda ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın  عَز۪يزٌ ve  حَك۪يمٌ۟  sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. 

عَز۪يزٌ  ve  حَك۪يمٌ۟  kelimeleri mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

عَز۪يزٌ [Aziz] çok ihtiyaç duyulur, zor ulaşılır, alternatifi yoktur şeklinde tarif edilmiştir. (İmam Gazali)

Önce gelen  عَز۪يزُ  ismini  حَك۪يمُ  isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr, Ankebût/26)

Allah, Azîz’dir. Kullarının zillete düşmesini istemez. Hakîm’dir, hikmeti ile koyduğu bu kurallara uyulduğu zaman kimse zelil olmaz.

Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in  birçok  suresinde ufak farklılıklarla veya aynen tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)

Savaş esirleri için Hz. Ömer “öldürelim” diyor, Hz. Ebubekir “fidye alalım” diyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hz. Ebu Bekir gibi düşünmeye meylediyor. Onun üzerine bu ayet nazil oluyor.

Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Dünya mal ve menfaati manasında  عَرَضَ  kelimesi kullanılmıştır. Çünkü dünya malı sebatlı ve devamlı değildir. Sanki (arızî birşey gibi) önce ortaya çıkıyor, sonra da ortadan kayboluyor. İşte bundan ötürü kelamcılar arazları ‘araz’diye adlandırmışlardır. Bu arazlar da aynen madde gibi sebatsızdırlar. Çünkü arazlar, maddelere arız olur ve o maddeler devam ettikleri halde, onlar maddeden silinip kaybolur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

Burada  عَرَضَ الدُّنْيَاۗ  şeklinde muzâfın zikri, dünyanın süratle zevale erdiğini ve geçici olduğunu hissettirir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)