وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ ٣٠
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَتِ | ve dediler ki |
|
2 | الْيَهُودُ | Yahudiler |
|
3 | عُزَيْرٌ | Uzeyr |
|
4 | ابْنُ | oğludur |
|
5 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
6 | وَقَالَتِ | ve dediler |
|
7 | النَّصَارَى | Hıristiyanlar |
|
8 | الْمَسِيحُ | Mesih |
|
9 | ابْنُ | oğludur |
|
10 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
11 | ذَٰلِكَ | bu |
|
12 | قَوْلُهُمْ | onların sözleridir |
|
13 | بِأَفْوَاهِهِمْ | ağızlarıyla (geveledikleri) |
|
14 | يُضَاهِئُونَ | benzetiyorlar |
|
15 | قَوْلَ | sözlerine |
|
16 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
17 | كَفَرُوا | inkar edenlerin |
|
18 | مِنْ |
|
|
19 | قَبْلُ | önceden |
|
20 | قَاتَلَهُمُ | onları kahretsin |
|
21 | اللَّهُ | Allah |
|
22 | أَنَّىٰ | nasıl da |
|
23 | يُؤْفَكُونَ | çevriliyorlar |
|
Üzeyir adı Kur’an’da sadece bu âyette geçmektedir ve hakkında özel bir açıklama bulunmadığı için peygamber olup olmadığı tartışılmıştır. Bu ismin Arapça olduğunu ileri sürenler varsa da çoğunluğa göre İbrânîce asıllı olup Arapçalaşmıştır. İbrânîce’deki aslı Ezrâ’dır ve “yardım” (Tanrı’nın yardımı) anlamına gelmektedir. Eski Ahid’in Grekçe ve Latince tercümelerinde onun ismi Esdras olarak geçer. Kitâb-ı Mukaddes’te kendi adını taşıyan bir bölüm de bulunan Üzeyir, burada “kâhin, yazıcı, Rabb’in emirlerinin ve İsrail’e olan kanunlarının sözlerinin yazıcısı, İsrail’in Allah’ı Rabb’in vermiş olduğu Mûsâ’nın şeriatında zeyrek bir yazıcı, gökler Allah’ının şeriatının yazıcısı, Allah’ı Rabb’in eli üzerinde olan, Allah’ın inâyet eli üzerinde olan” ifadeleriyle anılır (Ezrâ, 7/1-12). Fars kralı Artahşaşta (Artaxerxes) zamanında (m.ö. 465-424) yaşamış olup, soyu Hârun’a kadar çıkmaktadır. Anılan kral tarafından, yahudi cemaatinin durumuyla ilgili araştırma yapmak, onlara Allah’ın şeriatına riayet etmelerini öğütlemek ve mâbedin hizmeti için gerekli malzemeyi sağlamak üzere Yeruşalim’e (Kudüs) gönderilmiştir.
Üzeyir’in Tevrat’ın yeniden ihyası hususundaki çaba ve faaliyeti, yahudi ve hıristiyanların yanı sıra Kitâb-ı Mukaddes’le ilgili bilimsel eleştiri faaliyetlerine katkı sağlayan araştırmacılar tarafından da kabul edilmektedir. Tevrat’ın ilâhî şeriat olarak Yahudilik’te özel bir önemi haiz olması, onun redaksiyonunu yapıp ilân eden Üzeyir’in de mevkiini yükseltmiştir.
İslâmî kaynaklarda, yahudilerce –henüz kendisi hayatta iken– Üzeyir’in Allah’ın oğlu olarak nitelenmesi konusunda başlıca iki rivayetle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birine göre, önceleri Tevrat’a bağlı olan İsrâiloğulları, zamanla Tevrat’a göre yaşamayı terkeder olmuşlar, bunun sonucu olarak ilâhî bir ceza olmak üzere Tevrat hâfızalardan silinmiş, onun muhafaza edildiği Tabut da (ahid sandığı) ellerinden alınmıştı. Buna çok üzülen Üzeyir, kendisine Tevrat’ı yeniden öğretmesi için Allah’a yalvarıyordu. Yine böyle bir dua esnasında Tanrı onun hâfızasına Tevrat’ı tekrar yerleştirdi. Çok bilgili bir kimse olarak tanınan Üzeyir Tevrat’ı kavmine de öğretince onlar nezdinde daha bir itibar kazandı. Bazıları “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyecek kadar ileri gittiler.
Diğer rivayete göre ise, Amâlika kavmi yahudilere saldırarak bir kısmını öldürmüş ve ellerindeki Tevrat’ı almıştı. Geride kalanlar, Tevrat kitaplarını dağlara gömüp o bölgeyi terkettiler. O sıralarda henüz genç olan ve dağlarda ibadetle meşgul bulunan Üzeyir’in Tevrat’ı en iyi bilen kişi olduğu anlaşılınca, o, mevcudu olmayan Tevrat’ı kaleme aldı. Ülkeyi terkeden bilginler geri dönüp de gömdükleri Tevrat’ı Üzeyir’in kaleme aldığı ile karşılaştırdıklarında arada hiçbir fark bulunmadığını görünce “Allah bunu sana ancak O’nun oğlu olduğun için verdi” dediler.
Bunlar, Üzeyir’in yaşadığı dönemle ilgili rivayetlerdir. Bir de, bu sözün yahudilerden bir kişi veya bir topluluk tarafından Hz. Peygamber’le yaptıkları bir konuşma sırasında söylendiğini belirten rivayetler bulunmaktadır.
Yahudiler Kur’an’daki bu ifadenin kendilerine ait olmadığını ileri sürerler. Esasen İslâmî kaynaklarda da bu sözün bütün yahudiler tarafından benimsenmiş olmayıp, içlerinden sadece bir kişi veya grup tarafından söylendiği belirtilmektedir (Taberî, VI/10, 110-111; Ömer Faruk Harman, “Üzeyir”, İFAV Ans., IV, 409-411).
Eski Ahid Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğu fikrinden hiçbir şekilde söz etmemekle beraber, Üzeyir’in yahudi geleneğinde oldukça önemli bir şahsiyet olduğu dikkate alınınca, gelenek içerisinde, en azından belli bir yerde, belli bir zamanda ilâhlık mertebesine yükseltilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz; İbn Hazm’ın Yemen yahudilerinin Üzeyir’e Allah’ın oğlu dedikleri yönündeki rivayeti de bu ihtimali desteklemektedir (Mehmet Paçacı, “Kur’ân-ı Kerîm’in Işığında Vahiy Geleneğine–Kitab-ı Mukaddes Bağlamında– Bir Bakış”, İslâmî Araştırmalar, Ankara1991, V/ 3, s. 191).
Bu bilgi ve ihtimallerin doğruluk derecesi bir yana, İslâmî kaynaklarda Üzeyir dönemiyle ilgili olarak yer alan rivayetlerin asıl kaynağının Medine yahudileri olduğu dikkate alınırsa (Derveze, XII, 124), âyetin açıklanmasında, Hz. Peygamber’le yaptıkları bir görüşme esnasında bazı yahudilerin bu sözü söylemiş oldukları rivayetinin esas alınması daha uygun görünmektedir (Kur’an’da yüzyıl uyuyup tekrar uyandığı bildirilen kişinin Üzeyir olabileceği rivayeti hakkında bk. Bakara 2/259).
Hıristiyanların Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak nitelemeleri ise sadece Resûlullah döneminde karşılaşılan bir durum değildir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren Hz. Îsâ Tanrı’nın oğlu olarak kabul ediliyordu ve günümüzde de Hıristiyanlık’ta hâkim anlayış onun teslîs inancının bir ögesini oluşturduğu yönündedir (bu konuda bk. Âl-i İmrân 3/45; Mâide5/17, 72).
Müfessirler, yahudi ve hıristiyanların, kendilerine benzedikleri önceki inkârcıların kimler olduğu hakkında değişik yorumlar aktarırlar. Ancak âyetteki ifade akışına daha uygun görünen yoruma göre, gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar âyette belirtilen tutumlarıyla, melekleri Allah’ın kızları olarak niteleyen veya putları Allah’a ortak koşan inkârcılara benzemiş olmaktadırlar (Taberî, X, 112-113; İbn Atıyye, III, 25).
“Allah onları kahretsin!” şeklinde çevirdiğimiz cümle bir beddua ve lânetleme ifadesidir. Arap dilinde bu cümle çok iyi veya çok kötü bir durum karşısında duyulan hayreti belirtmek için de kullanılır (Taberî, X, 113; İbn Atıyye, III, 25; Şevkânî, II, 403). Âyette bu anlamın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre, anılan inanç gruplarının böylesine önemli bir konuda ne kadar basiretsizce davrandıklarına ve gelişigüzel sözler söylediklerine dikkat çekilmiş olur. Bir insan kendi elinden bir şey gelmediği için haksız ve kötü davranışından ötürü birilerini Allah’a havale etmek istediğinde bu cümleyi kullanırsa, buna “Allah’ından bulsun!” şeklinde de mâna verilebilir; bazı meâllerde de, belirtilen cümle böyle tercüme edilmiştir; fakat burada sözü söyleyenin yüce Allah olduğu dikkate alınırsa bu tercümenin isabetli olmadığı anlaşılır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 757-759
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. الْيَهُودُ fail olup damme ile merfûdur. Mekulü’l kavli, عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ ‘dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
عُزَيْرٌ mübteda olup damme ile merfûdur. ابْنُ haber olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzaftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. النَّصَارَى fail olup, elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Maksur isimdir. Mekulü’l kavli, الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِ ‘dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
الْمَس۪يحُ mübteda olup damme ile merfûdur. ابْنُ haber olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzaftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. قَوْلُهُمْ haber olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاَفْوَاهِهِمْ car mecruru قَوْلُهُمْ ‘un mahzuf haline mütealliktir. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ
Cümle, قَوْلُهُمْ ‘ün hali olarak mahallen mansubdur.
Fiil cümlesidir. يُضَاهِؤُ۫نَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. قَوْلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzaftır. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْ قَبْلُ car mecruru كَفَرُوا fiiline mütealliktir. قَبْلُ cer mahallinde muzâftır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır.
قَبْلَ ve بَعْدَ muzâfun ileyhleri hazfedilince damme üzere mebni olurlar: Bu durumdaki izafete izafetten munkatı’ zarflar (izafetten kesilen zarflar) denir. قَبْلَ zarfı, hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olanlar grubundandır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).Ayette fiil cümlesi şeklindedir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُضَاهِؤُ۫نَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil mufâale babındandır. Sülâsîsi ضهأ ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Fiil cümlesidir. قَاتَلَهُمُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur. اَنّٰى istifham ismi, قَاتَلَهُمُ ‘deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.
يُؤْفَكُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.
قَاتَلَهُمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dur.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan عُزَيْرٌ ابْنُ اللّٰهِ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üslupta gelen وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِ cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَتِ - ابْنُ - اللّٰهِ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْيَهُودُ - النَّصَارَى ve عُزَيْرٌ - الْمَس۪يحُ gruplarındaki kelimeler arasındamürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Veciz ifade kastına matuf ve ayette tekrarlanan ابْنُ اللّٰهِ izafeti, muzâfı tahkir içindir.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ cümlesiyle, وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi işaret edileni tahkir ifade eder. İsm-i işaret, müsnedün ileyhi göz önüne koyarak onu net bir şekilde gösterip uzağı işaret eden özelliğiyle onun önemini belirtir.
İşaret isminde istiare vardır. Tecessüm ve cem’ ifade eden ذٰلِكَ ile yahudi ve hıristiyanların sözlerine işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi, aklî şeyler için kullanıldığında istiâre olur. Câmi’; her ikisinde de vücûdun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Sözler zaten ağızla söylendiği halde بِاَفْوَاهِهِمْ kelimesinin zikri tahkiri artırmak için yapılmış ıtnâb sanatıdır.
Yahudilerin ve Hristiyanların sözleri ayrı ayrı zikredildikten sonra ذٰلِكَ diyerek birleştirilmiştir. Cem' ma’at-taksim sanatı vardır.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ [Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözdür.] Bu da ya bu sözün onlara nispetini tekittir veya caiz olmasını reddir ya da bunun delilsiz söylenmiş olmasındandır. Ağızdan düşünülmeden çıkan ve gerçekte karşılığı olmayan söze benzetilmiştir. (Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t-Te’vîl)
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ cümlesi, قَوْلُهُمْ ‘deki zamirin halidir. Hal cümleleri anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mef’ûl konumundaki قَوْلَ ‘nin muzâfun ileyhi olan cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sıla cümlesi olan كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle bildirilmesi, sonraki habere dikkat çekmenin yanında o kişilere tahkir ifade eder.
كَفَرُوا kelimesinde irsâd sanatı vardır.
قَوْلَ - قَبْلُۜ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَالَتِ - قَوْلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا (Kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar) yani يضاهي قولهم قول الذين كفروا (Sözleri kâfirlerin sözlerine benzemektedir); muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine geçirilmiştir. (Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t-Te’vîl)
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidai kelamdır. Haberî formda geldiği halde cümle haber manasından çıkarak beddua manası kazanmıştır. Muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşması nedeniyle mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa içindir. Ayette üçüncü kez tekrarında tecrîd, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَنّٰى يُؤْفَكُونَ cümlesi, قَاتَلَهُمُ fiilinin mef’ûlünun halidir. Hal cümleleri, anlamı açıklamak için yapılan ıtnâb sanatıdır.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Zarf-ı mekan olan istifham ismi اَنّٰى , amili olan يُؤْفَكُونَ fiilinin halidir. Fiile takdimi, istifham isimlerinin sadaret hakkı nedeniyledir.
İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, soru anlamında değildir. Vaz edildiği anlamdan çıkarak takrir ve taaccüb anlamına gelmesi nedeniyle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca istifhamda tecahülü arif sanatı söz konusudur.
يُؤْفَكُونَ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur. Kur’an-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er- Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Ayetin bu son cümlesi, Münafikun/4.ayette aynen tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ [Allah onları öldürsün.] cümlesi dua cümlesidir. Onlara lanet, rezillik ve helak isteği ile yapılmış bir bedduadır. (Safvetü’t Tefâsir)
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ ibaresinde onlar, sözlerinin çirkinliğinden duyulan hayret nedeniyle قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ ifadesine muhatap olmaya evleviyetle layıktırlar. Bu, çirkin eylemler işlemeyi alışkanlık haline getirmiş bir topluluğa, ”Allah onları kahretsin ne acayip fiiller işliyorlar onlar” demek gibidir. (Zemahşeri, Keşşâf ’an Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)