وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَتِ | ve dediler ki |
|
2 | الْيَهُودُ | Yahudiler |
|
3 | عُزَيْرٌ | Uzeyr |
|
4 | ابْنُ | oğludur |
|
5 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
6 | وَقَالَتِ | ve dediler |
|
7 | النَّصَارَى | Hıristiyanlar |
|
8 | الْمَسِيحُ | Mesih |
|
9 | ابْنُ | oğludur |
|
10 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
11 | ذَٰلِكَ | bu |
|
12 | قَوْلُهُمْ | onların sözleridir |
|
13 | بِأَفْوَاهِهِمْ | ağızlarıyla (geveledikleri) |
|
14 | يُضَاهِئُونَ | benzetiyorlar |
|
15 | قَوْلَ | sözlerine |
|
16 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
17 | كَفَرُوا | inkar edenlerin |
|
18 | مِنْ |
|
|
19 | قَبْلُ | önceden |
|
20 | قَاتَلَهُمُ | onları kahretsin |
|
21 | اللَّهُ | Allah |
|
22 | أَنَّىٰ | nasıl da |
|
23 | يُؤْفَكُونَ | çevriliyorlar |
|
Üzeyir adı Kur’an’da sadece bu âyette geçmektedir ve hakkında özel bir açıklama bulunmadığı için peygamber olup olmadığı tartışılmıştır. Bu ismin Arapça olduğunu ileri sürenler varsa da çoğunluğa göre İbrânîce asıllı olup Arapçalaşmıştır. İbrânîce’deki aslı Ezrâ’dır ve “yardım” (Tanrı’nın yardımı) anlamına gelmektedir. Eski Ahid’in Grekçe ve Latince tercümelerinde onun ismi Esdras olarak geçer. Kitâb-ı Mukaddes’te kendi adını taşıyan bir bölüm de bulunan Üzeyir, burada “kâhin, yazıcı, Rabb’in emirlerinin ve İsrail’e olan kanunlarının sözlerinin yazıcısı, İsrail’in Allah’ı Rabb’in vermiş olduğu Mûsâ’nın şeriatında zeyrek bir yazıcı, gökler Allah’ının şeriatının yazıcısı, Allah’ı Rabb’in eli üzerinde olan, Allah’ın inâyet eli üzerinde olan” ifadeleriyle anılır (Ezrâ, 7/1-12). Fars kralı Artahşaşta (Artaxerxes) zamanında (m.ö. 465-424) yaşamış olup, soyu Hârun’a kadar çıkmaktadır. Anılan kral tarafından, yahudi cemaatinin durumuyla ilgili araştırma yapmak, onlara Allah’ın şeriatına riayet etmelerini öğütlemek ve mâbedin hizmeti için gerekli malzemeyi sağlamak üzere Yeruşalim’e (Kudüs) gönderilmiştir.
Üzeyir’in Tevrat’ın yeniden ihyası hususundaki çaba ve faaliyeti, yahudi ve hıristiyanların yanı sıra Kitâb-ı Mukaddes’le ilgili bilimsel eleştiri faaliyetlerine katkı sağlayan araştırmacılar tarafından da kabul edilmektedir. Tevrat’ın ilâhî şeriat olarak Yahudilik’te özel bir önemi haiz olması, onun redaksiyonunu yapıp ilân eden Üzeyir’in de mevkiini yükseltmiştir.
İslâmî kaynaklarda, yahudilerce –henüz kendisi hayatta iken– Üzeyir’in Allah’ın oğlu olarak nitelenmesi konusunda başlıca iki rivayetle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birine göre, önceleri Tevrat’a bağlı olan İsrâiloğulları, zamanla Tevrat’a göre yaşamayı terkeder olmuşlar, bunun sonucu olarak ilâhî bir ceza olmak üzere Tevrat hâfızalardan silinmiş, onun muhafaza edildiği Tabut da (ahid sandığı) ellerinden alınmıştı. Buna çok üzülen Üzeyir, kendisine Tevrat’ı yeniden öğretmesi için Allah’a yalvarıyordu. Yine böyle bir dua esnasında Tanrı onun hâfızasına Tevrat’ı tekrar yerleştirdi. Çok bilgili bir kimse olarak tanınan Üzeyir Tevrat’ı kavmine de öğretince onlar nezdinde daha bir itibar kazandı. Bazıları “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyecek kadar ileri gittiler.
Diğer rivayete göre ise, Amâlika kavmi yahudilere saldırarak bir kısmını öldürmüş ve ellerindeki Tevrat’ı almıştı. Geride kalanlar, Tevrat kitaplarını dağlara gömüp o bölgeyi terkettiler. O sıralarda henüz genç olan ve dağlarda ibadetle meşgul bulunan Üzeyir’in Tevrat’ı en iyi bilen kişi olduğu anlaşılınca, o, mevcudu olmayan Tevrat’ı kaleme aldı. Ülkeyi terkeden bilginler geri dönüp de gömdükleri Tevrat’ı Üzeyir’in kaleme aldığı ile karşılaştırdıklarında arada hiçbir fark bulunmadığını görünce “Allah bunu sana ancak O’nun oğlu olduğun için verdi” dediler.
Bunlar, Üzeyir’in yaşadığı dönemle ilgili rivayetlerdir. Bir de, bu sözün yahudilerden bir kişi veya bir topluluk tarafından Hz. Peygamber’le yaptıkları bir konuşma sırasında söylendiğini belirten rivayetler bulunmaktadır.
Yahudiler Kur’an’daki bu ifadenin kendilerine ait olmadığını ileri sürerler. Esasen İslâmî kaynaklarda da bu sözün bütün yahudiler tarafından benimsenmiş olmayıp, içlerinden sadece bir kişi veya grup tarafından söylendiği belirtilmektedir (Taberî, VI/10, 110-111; Ömer Faruk Harman, “Üzeyir”, İFAV Ans., IV, 409-411).
Eski Ahid Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğu fikrinden hiçbir şekilde söz etmemekle beraber, Üzeyir’in yahudi geleneğinde oldukça önemli bir şahsiyet olduğu dikkate alınınca, gelenek içerisinde, en azından belli bir yerde, belli bir zamanda ilâhlık mertebesine yükseltilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz; İbn Hazm’ın Yemen yahudilerinin Üzeyir’e Allah’ın oğlu dedikleri yönündeki rivayeti de bu ihtimali desteklemektedir (Mehmet Paçacı, “Kur’ân-ı Kerîm’in Işığında Vahiy Geleneğine–Kitab-ı Mukaddes Bağlamında– Bir Bakış”, İslâmî Araştırmalar, Ankara1991, V/ 3, s. 191).
Bu bilgi ve ihtimallerin doğruluk derecesi bir yana, İslâmî kaynaklarda Üzeyir dönemiyle ilgili olarak yer alan rivayetlerin asıl kaynağının Medine yahudileri olduğu dikkate alınırsa (Derveze, XII, 124), âyetin açıklanmasında, Hz. Peygamber’le yaptıkları bir görüşme esnasında bazı yahudilerin bu sözü söylemiş oldukları rivayetinin esas alınması daha uygun görünmektedir (Kur’an’da yüzyıl uyuyup tekrar uyandığı bildirilen kişinin Üzeyir olabileceği rivayeti hakkında bk. Bakara 2/259).
Hıristiyanların Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak nitelemeleri ise sadece Resûlullah döneminde karşılaşılan bir durum değildir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren Hz. Îsâ Tanrı’nın oğlu olarak kabul ediliyordu ve günümüzde de Hıristiyanlık’ta hâkim anlayış onun teslîs inancının bir ögesini oluşturduğu yönündedir (bu konuda bk. Âl-i İmrân 3/45; Mâide5/17, 72).
Müfessirler, yahudi ve hıristiyanların, kendilerine benzedikleri önceki inkârcıların kimler olduğu hakkında değişik yorumlar aktarırlar. Ancak âyetteki ifade akışına daha uygun görünen yoruma göre, gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar âyette belirtilen tutumlarıyla, melekleri Allah’ın kızları olarak niteleyen veya putları Allah’a ortak koşan inkârcılara benzemiş olmaktadırlar (Taberî, X, 112-113; İbn Atıyye, III, 25).
“Allah onları kahretsin!” şeklinde çevirdiğimiz cümle bir beddua ve lânetleme ifadesidir. Arap dilinde bu cümle çok iyi veya çok kötü bir durum karşısında duyulan hayreti belirtmek için de kullanılır (Taberî, X, 113; İbn Atıyye, III, 25; Şevkânî, II, 403). Âyette bu anlamın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre, anılan inanç gruplarının böylesine önemli bir konuda ne kadar basiretsizce davrandıklarına ve gelişigüzel sözler söylediklerine dikkat çekilmiş olur. Bir insan kendi elinden bir şey gelmediği için haksız ve kötü davranışından ötürü birilerini Allah’a havale etmek istediğinde bu cümleyi kullanırsa, buna “Allah’ından bulsun!” şeklinde de mâna verilebilir; bazı meâllerde de, belirtilen cümle böyle tercüme edilmiştir; fakat burada sözü söyleyenin yüce Allah olduğu dikkate alınırsa bu tercümenin isabetli olmadığı anlaşılır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 757-759
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. الْيَهُودُ fail olup lafzen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ’dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
عُزَيْرٌ mübteda olup lafzen merfûdur. ابْنُ haber olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Âsım, Kisâî ve Yakûb tenvinle عزيْرٌ okumuşlardır. Bunu da Arapça kabul etmişler ve ابْنُ 'le sıfatlamamışlardır. Öteki okuyuşta tenvinin atılması ya ucmelik ve marifelikten dolayı gayri munsarif olduğu içindir ya da iki sakin cem’ olduğu içindir, bunda da ن harfi yumuşak harflere benzetilmiştir ya da ابْنُ sıfattır, haber de mahzuftur. Mesela: معبودنا yahut صاحبنا gibi. Bu da batıldır, çünkü nesebi kabul etmeye ve takdir edilen haberi inkâr etmeye götürür. (Beyzâvî)
وَ atıf harfidir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. النَّصَارَى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Mekulü’l-kavli, الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِ ’dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
الْمَس۪يحُ mübteda olup lafzen merfûdur. ابْنُ haber olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
قَوْلُهُمْ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاَفْوَاهِهِمْ car mecruru قَوْلُهُمْ ’un mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ
Fiil cümlesidir. يُضَاهِؤُ۫نَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
قَوْلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ قَبْلُ car mecruru كَفَرُوا fiiline mütellıktır. قَبْلُ cer mahallinde muzâftır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır.
قَبْلَ ve بَعْدَ muzâfun ileyhleri hazfedilince damme üzere mebni olurlar: Bu durumdaki izafete izafetten munkatı’ zarflar (izafetten kesilen zarflar) denir. قَبْلَ zarfı hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olanlar grubundandır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُضَاهِؤُ۫نَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi ضهأ ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Fiil cümlesidir. قَاتَلَهُمُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
اَنّٰى istifham ismi, يُؤْفَكُونَ fiilinin hali olarak mahallen mansubtur. يُؤْفَكُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
قَاتَلَهُمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dur.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
وَ, istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan عُزَيْرٌ ابْنُ اللّٰهِ, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir.
Aynı üslupta gelen müteakip cümle …قَالَتِ الْيَهُودُ cümlesine matuftur.
قَالَتِ - ابْنُ - اللّٰهِ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْيَهُودُ - النَّصَارَى ve عُزَيْرٌ - الْمَس۪يحُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ابْنُ اللّٰهِ izafeti muzâfı tazim içindir.
Üzeyr, yüz yıl ölüp dirilen kişidir.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ
Müstenefe olarak fasılla gelmiş isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi işaret edileni tahkir ifade eder.
ذٰلِكَ ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’ her ikisindeki vücudun tahakkukudur.
Sözler zaten ağızla söylendiği halde بِاَفْوَاهِهِمْۚ kelimesinin zikri tahkiri artırmak içindir.
Yahudilerin ve Hristiyanların sözleri ayrı ayrı zikredildikten sonra ذٰلِكَ diyerek birleştirilmiştir. Cem' ma’at-taksim vardır.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ sözünde mahsus şeyler için kulanılan işaret ismi, istiare yoluyla aklî bir şey için kullanılmıştır.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ [Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözdür.] Bu da ya bu sözün onlara nispetini tekittir ya da caiz olmasını reddir ya da bunun delilsiz söylenmiş olmasındandır. Ağızdan düşünülmeden çıkan ve gerçekte karşılığı olmayan söze benzetilmiştir. (Beyzâvî)
و olmaksızın gelen hal cümlesi … يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا (Kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar) yani يضاهي قولهم قول الذين كفروا (Sözleri kâfirlerin sözlerine benzemektedir); muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine geçirilmiştir. (Beyzâvî)
قَالَتِ - قَوْلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
İtiraziyye olarak fasılla gelen cümle müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidai kelamdır. Haberî formda geldiği halde cümle haber manasından çıkarak beddua manası kazanmıştır. Muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşması nedeniyle mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa içindir.
Beddua kastıyla gelen itiraz cümlesi ıtnâb sanatıdır.
اَنّٰى يُؤْفَكُونَ cümlesi قَاتَلَهُمُ fiilinin mef’ûlünden haldir.
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
يُؤْفَكُونَ fiilinin meçhul bina edilmesi, dikkatleri faile değil mef’ûle yöneltmiştir.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ ibaresinde onlar, sözlerinin çirkinliğinden duyulan hayret nedeniyle قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ ifadesine muhatap olmaya evleviyetle layıktırlar. Bu, çirkin eylemler işlemeyi alışkanlık haline getirmiş bir topluluğa, ”Allah onları kahretsin ne acayip fiiller işliyorlar onlar” demek gibidir. (Keşşâf II, 252)