بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
فَاطِرُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً وَمِنَ الْاَنْعَامِ اَزْوَاجاًۚ يَذْرَؤُ۬كُمْ ف۪يهِۜ لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
Gerek insanlarda gerekse hayvanlar âleminde açıkça görülen eşlilik olgusunu ve buna dayalı olarak işleyen üreme düzenini var edenin, daha da önemlisi onlara mekân olan gökleri ve yeri yoktan yaratanın yüce Allah olduğu dikkate alınırsa hiçbir varlığın O’na benzer olamayacağı kolayca anlaşılır. 11. âyetin asıl amacının da İslâm inancının en önemli noktalarından olan bu hususu pekiştirmek olduğu söylenebilir. Bunu belirtmek için Kur’an’ın kullandığı ifade öylesine vecizdir ki, bunu çevirmedeki güçlük âdetâ Allah Teâlâ’nın diğer varlıklardan farklılığının nasıllığını kavrayabilmenin de insan idrakinin çok üstünde olduğunu îma etmektedir.
“O’na benzer hiçbir şey yoktur” diye çevrilen cümleyi lafza daha bağlı kalınarak, “Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bu da göstermektedir ki, benzerliği red ifadesinde dahi Cenâb-ı Allah’ın yüce zâtı ile başka varlıklar arasında bir karşılaştırma yapılması uygun görülmemiş, “benzeri, dengi” anlamına gelen misl kelimesine bir de “gibi” mânası taşıyan bir edat eklenmiştir (bazı müfessirler burada Arap dilindeki mutat bir kullanımın söz konusu olduğunu, bazıları da “gibi” anlamındaki edatın, benzerliğin bulunmadığı mânasını pekiştirdiğini belirtirler). Müfessirler bu ifadenin mâna incelikleri, yüce Allah’ın kendi zâtına izâfe ettiği görme, işitme gibi bazı özellikleri insana lutfetmiş olmasıyla bu âyetteki anlamın bağdaştırılması gibi konular üzerinde geniş biçimde durmuşlardır. Özü itibariyle tenzih (Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak oluşu ve yaratılmışlara benzemezliği) fikrine dayalı olan bu açıklamalar, âyetin Allah’a ortak koşma, O’na çocuk izâfe etme, bazı yaratılmışlarla ulu Tanrı arasında benzerlikler kurma ve onlara ulûhiyyet izâfe etme gibi sapkın inanç ve düşünceleri mahkûm ettiğini ortaya koymakta ve yüce Allah’ın zât ve sıfatlarının beşerî tasavvurlara sığmayacağını vurgulamaktadır (meselâ bk. Zemahşerî, III, 399; Râzî, XXVII, 150-154; Elmalılı, VI, 4225-4226. Allah’ın isim ve sıfatları ve âyetteki bu ifadenin tevhid inancının temellendirilmesindeki rolü hakkında bk. Bekir Topaloğlu, “Allah”, DİA, II, 481-493, özellikle 483; bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/255; Nisâ 4/164; A‘râf 143, 180).
“Hayvanlar” şeklinde çevrilen en‘âm kelimesi bu bağlamda insanların yararlanmak üzere kendi hakimiyetleri altına alabildikleri hayvanları ifade etmektedir. İnsanların yakın çevrelerinde bulunmaları ve günlük hayatta onlarla iç içe olmaları yani gözlem kolaylığı bulunması sebebiyle bu grubun örnek olarak seçildiği düşünülebilir. Bununla birlikte meâlde sınırlayıcı bir niteleme yapılmamıştır (en‘âm hakkında bk. Mâide 5/1; “yoktan var eden” diye çevrilen fâtır kelimesi hakkında bk. Fâtır 35/1; 12. Âyette “anahtarlar” diye çevrilen mekālîd hakkında bk. Zümer 39/63; rızkın ilâhî iradeye bağlı oluşu hakkında bk. Rûm 30/37; Sebe’ 34/36).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 733-734Mesele مثل :
مَثُولٌ sözcüğü asıl olarak ayağa kalkıp dikilmek demektir.
مُمَثَّلٌ ise başkası örnek alınarak düşünülen ve yapılan şey anlamındadır.
تِمْثالٌ kelimesi şekil verilen şey heykel ve büsttür.
Tefe'ul babı formundaki تَمَثَّلَ fiili bir şeyin kılığına girmek onun biçimini, şeklini veya suretini almaktır.
مَثَلٌ kelimesi iki şekilde kullanılır: Birincisi benzer, denk, aynı cinsten olan şey anlamında; ikincisi bir şeyin herhangi bir manada diğerine benzemesini ifade etmesi.
Bu kök herhangi bir şekilde benzerlik manası ifade etmek için kullanılan kelimelerin içinde en genel manalı olanıdır. İşte bu sebeple Kur'an'da Yüce Allah kendine benzerliği her yönden nefy etmek için özellikle مِثْل kelimesini kullanmıştır.
كَمِثْلِ şeklindeki kullanımına gelince bu bir görüşe göre nefyi te'kid etmek için böyledir denmiştir.
Son olarak مُثْلَةٌ sözcüğü insanın başına gelen ve bir başkasının bakıpta kendisini geri tutacağı (ibreti âlem olacak) bir misal halin getirilen ceza kabilinden bir karşılıktır. Çoğulu مَثُلات şeklinde gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de tefe'ul babı fiil ve birçok isim formunda toplam 169 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri misil, misâl, emsâl, masal,meselâ, mümessil, temsil, temessül, mümâsil, timsal, (darb-ı) mesel, misli ve misillemedir . (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَاطِرُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Ayet öncesindeki zâlikum’un beşinci haberi ve mahzuf mübtedanın haberidir. Yani huve fâtırus semâvâti...dir.
Semâvat - ard kelimeleri arasında tıbak-ı icâb ve muraatun nazir sanatları vardır.
جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً وَمِنَ الْاَنْعَامِ اَزْوَاجاًۚ يَذْرَؤُ۬كُمْ ف۪يهِۜ
Cümle zâlikum’un altıncı haberidir. Müsbet fiil cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur lekum, ikinci mefulun bih’e yani min enfusikum ibaresinin fiiline müteallıqtır. Min enfusikum, ezvâcen’in mahzuf haline müteallıqtır.
Ezvâcen ceale’nin mefulun bih’idir. Minel enâmi ezvâcen, min enfusikum ezvâcen’e matuftur. Yezraukum fîhi cümlesi ezvâcen’in sıfatı veya ceale filinin failinden haldir.
Burada muktezây-ı zâhir yezraüküm ve yezraühâ fîhî buyurulmasını gerektirirken, tağlîb yoluyla muhâtab akıllılara ğâib hayvanları dâhil ederek yezraüküm fihî buyurulmuştur.
Min enfusekum sözünün manası, “sizin cinsinizden” demektir ki böylece birbirimize yakınlık duyalım. Bu ifade, rahmete ve dostluğa daha yakındır. (Muhammed Ebu Musa, Şura Suresi Belaği Tefsiri)
Bu âyet-i kerîmede yezraüküm fîhî bölümünün mânâsı, sizi yayar ve zevc yapma [eşleştirme] şekliyle çoğaltır ki; bu şekil insanları ve hayvanları dişi ve erkek sûretinde yaratıp, birleşme yoluyla üremelerini sağlamaktır. İşte bu şekil, çoğalıp yayılmanın kaynağıdır. Bunun için burada bihî yerine fihî tercih edildi. Yâni bu çoğalıp yayılmanın kaynağının bu planlama olduğuna delâlet etmesi için. Birbirine benzeyen iki şey için kullanılan kelimeler de tağlîb sayılır. Meselâ ana ve baba için elebevâni, güneş ve ay için elqamerâni, Ömer ve Amr için elümerâni denir. Cemî ve müsennâ için müfred, cemî için müsennâ zamirlerin kullanılması da tağlîb sayılır. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meâni İlmi)
Min ve ezvâcen kelimelerinin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ
Fasılla gelen bu cümle zâlikum’un yedinci haberidir. Leyse nakıs fiildir. Ke zaidtir. Tekid ifade eder. Mislihi lafzen mecrur, leysenin mukaddem haberi olarak mahallen mansubtur. Şeyun leyse’nin muahhar ismidir. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır.
Olumlu cümlede mislü kelimesinin başına gelen kef harfi, olumluluğu tekid eder. Bunların başına olumsuzluk gelirse; olumsuzluk tekid edilmiş olur. Mislü kelimesinin başına kendisiyle aynı manada olan teşbih harfi kef gelmiştir. O halde bu kef harfinin mislü’nün manasını tekid ettiği açıkça ortaya çıkar. Çünkü nefy harfinden sonra gelen mislü kelimesi ve bu olumsuzluğu tekid eden kef harfi dolayısıyla, sanki Allah Teâlâ iki cümle ile benzerinin olmadığını ifade etmiştir. (Muhammed Ebu Musa, Şura Suresi Belaği Tefsiri)
وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
Ayetin son cümlesinde vav, haliyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümlede huve mübteda, essemîu haberdir. Müsnedin el takısıyla marife olması, herkes tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, tahsis ifade eder. Cümle faidei haber talebi kelamdır.
Bu cümledeki tahsisten muradın Zat'ının hakikati konusunda dengi ve benzeri olmadığıdır. Çünkü kullar da tıpkı Allah Teâlâ gibi âlim olarak, kâdir olarak sıfatlanırlar. Yine Allah Teâlâ gibi bilinir ve zikredilir olmak ile sıfatlanırlar. (Muhammed Ebu Musa, Şura Suresi Belaği Tefsiri)
Allah Teala’ya ait bu iki vasfın marife olarak gelmesi bu sıfatların onda kemal derecede olduğunu, aralarında vav olmadan gelmesi, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
Essemîu - elbasîru kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşabuhel etraf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu muraatün nazir sanatıdır.
Burada teşbîh harfi aslî mânâsındadır ve âyet kinâye yoluyla Allahu teâlâ’nın benzeri olmadığını ifâde etmektedir. Çünkü benzerin benzerinin nefyi, benzerinin nefyini gerektirir. Âyette hakîkî mânâyı düşünmeye engel olan bir karîne yoktur ama, hârîcî bir ârâz vardır. Bu ârâz da; Allah azze ve celle’nin misâlinin olmasıdır ki; bu muhâldir. O halde aklen böyle bir şeyin muhâl olması; hârîcî bir ârâz teşkîl etmiştir. Bu teşbîh harfinin zâid olması da câizdir. Bu durumda âyette kinâye düşünülmez. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Beyan İlmi)
لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
Fasılla gelen ayetin ilk cümlesi 10. ayetteki zâlikum’un sekizinci haberidir. Faidei haber ibtidai kelamdır.
Lehû meqâlîdu cümlesi mahallen merfudur. Cümlede takdim tehir ve icaz-ı hazif vardır. Lehu, mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. Meqâlîdu ise muahhar mübtedadır. Semâvâti vel ardi, meqâlîdu’nun muzafun ileyhidir.
Semâvât - ard kelimeleri arasında tıbak-ı icâb ve muraatün nazir sanatları vardır.
Muahhar olan müsnedün ileyh izafetle marife olmuştur. Bu izafet faydayı çoğaltmak ve az sözle çok anlam ifade etmek amacına matuftur.
Süddî meqalîd için göklerin ve yerin hazineleridir derken, başkaları: Göklerin hazineleri yağmur, yerin hazineleri bitkidir, demişlerdir. (Kurtubi)
Lehû meqâlîdus semâvâtı velardı (Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur.) cümlesinde istiare vardır. Göklerin ve yerin hayır anahtarları ve onların bereket madenleri demektir. Burada Yüce Allah, hayır ve bereketleri hazinelere benzetti ve anahtarlar mânâsına gelen mekâlîd kelimesini onlar için müsteâr olarak kullandı. Buna göre ayetin mânâsı, Rahmet ve lütfunun hazineleri O'nun elindedir şeklinde olur. (Safvetü’t Tefâsir)
يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ
Cümle zâlikum’un dokuzuncu haberidir. Müsbet fiil cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Müşterek ismi mevsul men, cer mahallinde li harfi ceriyle birlikte yebsutu fiiline müteallıqtır. İsmi mevsulun sılası yeşâu fiilidir. Her zaman ismi mevsulü takibeden sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. Mevsulde tevcih sanatı vardır. Yaqdiru fiili yeşâu’ya matuftur.
Yebsutu (bollaştırır) - yaqdiru, semâvat - ard kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.
Yebsutur rızqa limen yeşâu cümlesi ile yaqdiru cümlesi arasında mukabele vardır.
Errızqa’daki elif lam takısı ahdi harici ilmidir.
اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. İnne ve takdim kasrıyla ile tekid edilmiş cümle faidei haber inkari kelamdır. Bu cümlede hû zamiri, inne’nin ismi, âlîmun haberidir. Bi kulli şeyin amiline takdim edilmiştir. Bu takdim isnadın Allah Teala’ya olması karinesiyle hasr ifade eder.
شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا وَصّٰى بِه۪ نُوحاً وَالَّـذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِه۪ٓ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى وَع۪يسٰٓى اَنْ اَق۪يمُوا الدّ۪ينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا ف۪يهِۜ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِك۪ينَ مَا تَدْعُوهُمْ اِلَيْهِۜ اَللّٰهُ يَجْتَب۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ يُن۪يبُ
Hemen bütün müfessirler burada din kelimesinin ilâhî dinlerin tamamını ifade eden geniş anlamıyla kullanıldığı kanaatindedirler. Bu dinlerdeki bütün hükümlerin diğerlerinde aynen korunmadığı ve önceki ilâhî dinlerde yer alan amelî hükümlerin hepsinin Hz. Muhammed’in ümmeti için teşrî‘ kılınmadığı da bilinmektedir. Dolayısıyla burada geniş anlamıyla dinin bir kısmının kastedilmiş olması gerekir. Bu kısmın ise bütün ilâhî dinlerdeki müşterek hükümler olduğu açıktır. Başta kuşkusuz tevhid inancı gelmektedir. Aynı şekilde meleklere, vahiy olgusuna (ilâhî kitaplara), peygamberlik müessesesine ve âhiret hayatına inanmak da ortak akîde esaslarındandır. Bunların yanı sıra temel ahlâk ilkeleri, –ayrıntılarında farklılıklar olsa da– namaz vecîbesi ve belirli yakınlık derecesinde olanların birbirleriyle evlenme yasağı gibi bazı amelî hükümler bütün peygamberlerin toplumlarına bildirdiği ve uyma çağrısı yaptığı hususlardır. Âyette kutlu peygamberler zincirinin dönüm noktası özelliği taşıyan halkalarına ismen yer verildiği görülmektedir: İnsanlık tarihinde önemli bir başlangıcı temsil eden Hz. Nûh, çok tanrıcı inançların her tarafı sardığı bir ortamda tek Tanrı inancının ihyası için görevlendirilen ve halen mevcut üç büyük ilâhî dinin peygamberlerinin atası olarak bilinen Hz. İbrâhim ve bu üç dinin peygamberleri Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed (Bu âyette ve Ahzâb sûresinin 7. âyetinde bu peygamberlerden özel olarak söz edildiği için, bazı İslâm âlimleri Ahkaf sûresinde geçen “ülü’l-azm” tabiri ile, anılan beş peygamberin kastedildiği yorumunu yapmışlardır; bk. Ahkaf 46/35). Burada Resûl-i Ekrem kendisine hitap edilen olduğu için ismen değil, “sen” şeklinde muhatap olarak zikredilmiştir. Fakat onun peygamberlik görevini vurgulamak üzere, diğer peygamberlere bildirilenler için “vassâ” fiili kullanıldığı halde, ona bildirilenler için “evhâ” fiili kullanılmıştır. Başlangıcı temsilen Hz. Nûh zikredildikten hemen sonra vahiy zincirinin son halkası olması itibariyle Hz. Muhammed’e hitap edilmesi ve ona vahyedilenden söz edilmesi de dikkat çekicidir. Âyetin “sana vahyettiklerimizi” anlamına gelen kısmı, bu âyetin indiği zamana kadar Resûlullah’a vahyedilmiş olanlar veya mutlak olarak ona vahyedilenler şeklinde anlaşılabilir. Az önce açıklandığı üzere, burada bütün ilâhî dinlerin temel hükümlerindeki, özellikle inanç ve ahlâk ilkelerindeki müşterekliğe değinilmekle beraber, âyetin devamında bunların da varlığını korumasının vazgeçilmez şartı olan bir ilkeye vurgu yapılmaktadır: “... ki o dini ayakta tutasınız, o konuda tefrikaya düşmeyesiniz.” Âyetin bu kısmını “... ki bunların özü, dine özen gösterme ve o konuda parça parça olmama gereğidir” şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Bazı müfessirler bu cümleyi anılan peygamberlere buyurulanların yerini tutacak tarzda açıklamışlardır; bu anlayışa göre âyetin meâli şöyle olur: “O, ‘Dine özen gösterin ve o konuda parça parça olmayın’ diye Nûh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya buyurduklarımızı sizin için de din kıldı.” Râzî, parçalanmama buyruğunu “Çok tanrıcı inançlara saparak parçalanmayın” şeklinde açıklar (XXVII, 156; din kavramı hakkında bilgi için bk. Bakara 2/256; Âl-i İmrân 3/19).
“Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi” anlamındaki cümle müfessirlerce daha çok Mekke putperestlerinin yeni din çağrısını içlerine sindirememeleri olgusuyla açıklanır. Bunun sebebi olarak da Kur’an’ın, Resûl-i Ekrem’in tebliği karşısında müşriklerin tavrına ilişkin verdiği bilgiler ışığında şu hususlar hatıra gelmektedir: Bu çağrının Hz. Muhammed gibi bir beşer tarafından, hele onların değer yargılarına göre toplumda üstün bir konuma (özellikle büyük bir servete) sahip olmayan mütevazi bir kişi vasıtasıyla yapılmış olması; Resûlullah’ın bir anda toplu bir kutsal kitap getirmemesi, tebliğ işine melekler indirmek gibi olağan üstülükler içeren gösterilerle başlamaması; Kur’an’ın çok tanrı inancını mahkûm edip insanları tevhid inancına yöneltmesi ve gönüllere âhiret bilincini yerleştirmesi, bunun ise müşrik ileri gelenlerinin şirke dayalı kurulu düzenlerini ve çıkarlarını tehdit etmesi.
“Allah (dini tebliğ için) dilediğini seçer” şeklinde çevrilen cümlede “ona” anlamına gelen ve meâle yansıtılamayan bir zamir bulunmaktadır. Bu cümleyi bazı müfessirler, “Allah, seçilmeye lâyık olanları seçip kendisine yaklaştırır, onları nezdine celbeder, toplar” şeklinde açıklamışlardır (meselâ Taberî, XXV, 16). Bazıları ise –belirtilen zamir ile “din”in veya “Hz. Peygamber’in yaptığı çağrı”nın kastedildiğini düşünerek– “Lâyık olanları hak din için seçer” yorumunu yapmışlardır (meselâ bk. Beyzâvî, V, 401; Hâzin, V, 401).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 736-738
شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا وَصّٰى بِه۪ نُوحاً وَالَّـذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِه۪ٓ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى وَع۪يسٰٓى
Müstenefe cümlesidir veya zâlikum’un onuncu haberdir. Müsbet fiil cümlesi olarak faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur lekum, şeraa fiiline müteallıqtır. Mined dîni, mahzuf hale müteallıqtır. Müşterek ismi mevsul mâ, meful olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası vessâ fiilidir. Sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır. Bihî, vassâ fiiline müteallıqtır.
Vellezî evhaynâ cümlesi atıf harfi vav ile mâ’ya atfedilmiştir. Müfret has ismi mevsul ellezî, meful olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası evhaynâ fiilidir. İleyke, evhaynâ fiiline müteallıqtır.
Şeraa - evhaynâ kelimeleri arasında gâibten mütekellime güzel bir iltifat sanatı vardır.
Ellezî ism-i mevsul olarak konulmuş bir kelimedir. Sılasıyla marife olur ve muhatap tarafından bilinen bir olay hakkında kullanılır. Halbuki ism-i mevsul olan mâ harfinde durum böyle değildir. Çünkü bu harf sadece ism-i mevsul olarak kullanılmaz. Kullanıldığı yerlerin çoğunda nekra mevsûfe olarak gelmiştir. Dolayısıyla ellezî ile tarif edilen şey, mâ ile tarif edilenden daha açık, daha meşhurdur. Çünkü mâ; ister nekra mevsûfe ister ism-i mevsul olarak gelsin bir şeyi kat kat örtmeyi, kapalılığı, ibhamı ifade eder. Dolayısıyla neshedilmiş, tarihe gömülmüş şeriatlerden bahsederken bunun kullanılması uygun olmuştur. (Muhammed Ebu Musa, Şura Suresi Belaği Tefsiri)
اَنْ اَق۪يمُوا الدّ۪ينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا ف۪يهِۜ
En tefsiriyye veya masdariyyedir. Tefsiriyye cümlesinin irabdan mahalli yoktur. En ve masdarı müevvel, ref mahallinde mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri huve’dir. Ayette icaz-ı hazif vardır.
Lâ teteferraqû cümlesi eqîmû cümlesine matuftur.
Eddîne’deki elif lam takısı ahdi harici sarihidir.
Sülasisi fereqa olan teteferraqû fiili tefa’ûl babındadır. Bu bab fiile, mutavaat (daha çok tef’il bâbının dönüşlülüğü), tekellüf (zorlanma, yapmacık davranma) ittihaz (edinmek), sayruret (durum değişikliği), tedric (aşamalı olma), talep ve fiilin delalet ettiği şeye benzemek gibi anlamlar katar.
كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِك۪ينَ مَا تَدْعُوهُمْ اِلَيْهِۜ
Cümle isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur alelmüşrikîne, kebura fiiline müteallıqtır. Konu onlar hakkında olduğu için alel müşrikîne faile takdim edilmiştir. Müşterek ismi mevsul mâ, kebura fiilinin faili olarak mahallen merfudur. İsmi mevsulun sılası tedûhum fiilidir. Sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır. Car mecrur olan ileyhi, tedûhum fiiline müteallıqtır.
El müşrikîne’deki tarif ahdi harici ilmidir.
اَللّٰهُ يَجْتَب۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ يُن۪يبُ
Allahu yectebî cümlesi isti’nafi olarak fasılla gelmiştir. Faidei haber talebi kelamdır. Allahu mübtedadır. Yectebî fiili, haber olarak mahallen merfudur.
Cümlede müsnedin ileyh tazim ve korkutmak için alem isimle marife olmuştur. Müsnedün ileyhin müsnede takdimi söz konusudur. Bu takdim kasır ifade eder.
Bu cümlede mutlak kemale delâlet eden lafza-i celâl takdim edilmiştir ki, o yaptıklarından sorulmaz. Bu takdim ihtisas içindir. (Muhammed Ebu Musa, Şura Suresi Belaği Tefsiri)
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Müşterek ismi mevsul men, mahallen mansubtur. Yectebî fiilinin mefulüdür. İsmi mevsulun sılası yeşâu fiilidir. Sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Yehdî ileyhi men yunîbu cümlesi yectebî cümlesine matuftur.
Tavsiye edilenlerin Nuh, İbrahim, Musa, ve İsa şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
Eqîmû - teteferreqû kelimeleri arasında tıbakı hafiy, yehdî - müşrikîne kelimeleri arasında tıbakı hafiy sanatı, yehdî - yunîbu, yectebi - yeşâu, nûhen - ibrahîme - mûsâ - îsâ, kelimeleri arasında ise muraatün nazir sanatı vardır.
Vassâ- vassaynâ kelimeleri arasında, eddîne, mâ, men’nin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
وَمَا تَفَرَّقُٓوا اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫رِثُوا الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ
Dinde parçalanmaların yeterli ilâhî bildirim yapılmamış olmasından ileri geldiği iddiasını reddeden bu içerikteki âyetlerde, bölünmenin asıl sebebinin bilgisizlik değil, kişisel çıkarlara düşkünlük ve çekememezlik duyguları olduğuna dikkat çekilmektedir (bu eleştirinin muhatapları, âyetteki “ilim” kelimesiyle neyin kastedildiği hususunda bk. Bakara 2/213; Âl-i İmrân 3/19). “Rabbin tarafından belirli bir süre tanıma sözü verilmemiş olsaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi” buyurularak, suçlu, günahkâr, haksız insanların gidişatına niçin ilâhî bir müdahale yapılmadığı yönünde daima hatırdan geçen bir soruya cevap verilmekte, yüce Allah’ın bütün insanları kapsayan hesaba çekme ve buna göre mükâfat yahut ceza verme işini âhirete bırakmayı dilediği için bunun böyle olduğu bildirilmektedir.
Müfessirler arasında “kitaba vâris kılınanlar” ile, Hz. Muhammed zamanındaki yahudi ve hıristiyanların kastedildiği kanaati hâkimdir; bu görüşte olanların bir kısmı, burada onların kendi kutsal metinleri hakkında dahi şüphe içinde olduklarına, bir kısmı da Kur’an ve Hz. Muhammed hakkında kuşkular ortaya koyduklarına işaret edildiğini belirtirler (bk. Taberî, XXV, 16-17; Zemahşerî, III, 400; Şevkânî, IV, 607). Bu cümlede maksadın Araplar olduğu ve onların Kur’an veya hüküm (mahşer) günü hakkındaki şüphelerine değinildiği yorumunu yapanlar da olmuştur (bk. Zemahşerî, III, 400; İbn Atıyye, V, 30); fakat Râzî sözün akışının buna müsait olmadığını belirtir (XXVII, 158). Bize göre “onlardan sonra” ifadesini, bir kısmının isimleri önceki âyette zikredilen, “peygamberlerden sonra” şeklinde anlamak daha isabetlidir; sonra gelenler peygamberlerin bıraktığı kitaplar üzerinde şüpheye düşmüşlerdir (Allah tarafından verilmiş söz ve hükmün hemen verilmemesi hakkında bk. Yûnus 10/19).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 738-739
وَمَا تَفَرَّقُٓوا اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ
Vav isti’nafiyedir. Fiil cümlesi olarak faidei haber talebi kelamdır. Mâ nefiy harfi, illâ kasr harfidir. Kasır oluşmuştur.
Bağyen, mefulun lieclihtir. Kelimedeki tenvin tahkir ve kesret ifade eder.
İlmin gelmesi ibaresinde sebep müsebbep alakasıyla mecazı mürsel sanatı ya da istiare vardır.
وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ
Vav atıftır. İsti’naf olmasına da cevaz vardır. Levla cezmetmeyen şart harfidir. Cümle şart üslubunda gayrı talebi inşa cümlesidir. Haber manalıdır. Kelimetun mübtedadır. Haberi mahzuftur. Yani mevcûdetun demektir. Ayette icaz-ı hazif vardır. Sebeqat, kelimetun kelimesinin, musemmâ, ecelin kelimesinin sıfatı olarak gelmiştir. Sıfatlar manayı zenginleştirmek için yapılan itnabtır.
Lam, cevap cümlesine dahil olan vaqıa harfidir. Şartın cevabı qudiye cümlesidir.
Kelimetun ve ecelin müsemmen’deki tenvin nev ifade eder. Çünkü her ümmetin bir kelimesi ve eceli vardır.
Rabbike izafeti muzafun ileyhin şanı içindir.
وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫رِثُوا الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ
Son cümledeki vav, hal veya atıf içindir. Cümle inne ve lamul muzhalaqa ile tekid edilmiştir. Faidei haber inkâri kelamdır. Cümlede müsnedin ileyhin ismi mevsulle gelmesi arkadan gelecek habere dikkat çekmek içindir. İsmi mevsulun sılası uvrisû fiilidir. Sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Lefî şekkin, inne’nin mahzuf haberine müteallıqtır. Lam, lâmul muzhalaqadır. Car mecrur minhu, şekkin’in mahzuf sıfatına muteallıqdır. Murîbin sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Hal cümleleri, anlamı açıklamak için yapılan itnabtır.
Şekkin’deki tenvin tahkir içindir.
Fî şekkin ibaresinde istiare vardır. Burada zarfiyye olan fî harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. Şek içine girilmeye müsait bir şey değildir. Fakat şüphe içinde olduklarını mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf ala yerine kullanılmıştır. Şek içinde olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhâfaza edilmesine benzetilmiştir.İnkarcılarla, şüphe arasındaki mutlak irtibat, zarf ve mazrûf arasındaki mutlak irtibâta benzetilmiştir. Câmi; temekkün (yerleşme, sâbit olma)’dür.
Beynehum, min kelimelerinin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
El kitâbedeki el takısı ahdi harici ilmidir. Kuranı Kerim’den kinayedir.
Şekkin - murîbin kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
فَلِذٰلِكَ فَادْعُۚ وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْۚ وَقُلْ اٰمَنْتُ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنْ كِتَابٍۚ وَاُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْۜ اَللّٰهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۜ لَـنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۜ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْۜ اَللّٰهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَاۚ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُۜ
Resûlullah’a çağrısına devam etmesi emredilirken, neye çağrıda bulunacağı hususu cümlenin açık bir ögesi halinde belirtilmediği için bu konuda bağlama göre değişik yorumlar yapılmıştır; bazı müfessirlerce bu, “Aslî haliyle Hanîflik inancına çağır” şeklinde yorumlanmıştır (Zemahşerî, III, 400; Râzî, XXVII, 158; Hanîflik hakkında bilgi için bk. Bakara 2/135; Rûm 30/30-32).
“Emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür” şeklinde tercüme ettiğimiz cümlede kullanılan emir fiilin masdarı olan istikamet, İslâmî terminolojide “inanç, niyet, düşünce ve davranışta doğruluk ve dürüstlüğü; Allah’a yönelme ve O’nun buyruklarına uygun davranma hususunda devamlı ve tutarlı olmayı” ifade eder. Hz. Peygamber Hûd sûresinin kendisini çok etkilediğini ifade etmiş ve –bir rivayete göre– bu etkinin gerekçesini orada da geçen bu buyruğun getirdiği ağır sorumlulukla açıklamıştır (Tirmizî, “Tefsîr”, 57). Grek kaynaklı felsefe kültürünün gelişmeye başladığı dönemlerden itibaren İslâm ahlâk kültüründe benimsenen, “Fazilet iki aşırılığın ortasıdır” şeklindeki anlayışın da etkisiyle İslâmî literatürde istikamet kavramı için daha çok itidal sahibi olma, aşırılıklardan kaçınma anlamının merkeze alındığı açıklamalar yapıldığı görülmektedir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı – Süleyman Uludağ, “İstikamet”, DİA, XXIII, 348-349; ayrıca bk. Hûd 11/112; Fussılet 41/30).
Önceki iki âyette şu noktalara dikkat çekilmişti: İlâhî mesajların özündeki birliğe rağmen bu bildirimlerin muhatapları kişisel arzularını öne çıkarıp bölünmeyi yeğlediler; ama yüce Allah haklı ve haksız ayırımıyla ilgili nihaî hükmünü mahşer günü açıklamayı murat ettiğinden, farklı tercihlere imkân veren ve bir sınav ortamı olan bu dünyada farklı yönlerde yolculuklar sürüp gitmektedir. Bu âyette de son peygamber Hz. Muhammed’in şahsında onun Allah’ın elçisi olduğuna yürekten inananlara şöyle hitap edilmektedir: Vahyin aydınlık yoluna yapılacak çağrı da durmadan devam etmeli, doğru çizgiden sapmayı özendiren etkenlere karşı güçlü bir irade sınavı verilmelidir; ayrılıkları tartışmak değil, açık hakikatler üzerindeki birlik hareket noktası olmalıdır; her hâlükârda adalet ilkesinden şaşılmamalıdır. Farklı kişi veya tarafların farklı tutum ve uygulamaları, olması gerekeni gösteremez; bu ayrılıklar yolunuzu aydınlatamaz, onları herkesin kendi yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla baş başa kalacağı güne havale etmek en uygun yoldur. Bütün insanların bir araya geleceği mahşer gününe doğru yol almaktayken yine herkese ışık tutacak açık ve öncelikli hakikatler ise şunlardır: Hepimizin rabbi birdir, Allah’tan başka mâbud tanımamalıyız; bütün hak peygamberlerin getirdikleri O’nun mesajlarıdır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 739-740
فَلِذٰلِكَ فَادْعُۚ
Fe isti’nafiyedir. Lizâlike, siyaktan anlaşılan mahzuf fiile müteallıqtır. Yani in deayte ente ve cemîul mürselîne lizâlike…(Sen ve bütün elçiler böyle davet ettiler) demektir. İkinci fe harfi, birinciyi tekid etmek içindir. Fe rabıtadır. Emir üslubunda talebi inşa isnadtır.
وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَۚ
Vesteqım cümlesi atıf harfi vav ile ud’u fiiline atfedilmiştir. Cümle emir üslubunda talebi inşai isnadtır.
Ke, misli manasında, amiline takdim edilmiş mahzuf masdarın sıfatı olarak nasb mahaldedir. Yani isteqım istiqâmeten misle ellezî ümirte bihî demektir.
Müşterek ismi mevsul mâ, muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsmi mevsulun sılası ümirte fiilidir. Sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْۚ
Cümle atıf harfi vav ile öncesine atfedilmiştir. Cümle nehiy üslubunda talebi inşai isnadtır.
وَقُلْ اٰمَنْتُ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنْ كِتَابٍۚ
Qul âmentu cümlesi atıf harfi vav ile udu cümlesine atfedilmiştir. Emir üslubunda talebi inşa isnadtır.
Mequlul qavl cümlesi qul fiilinin mefulü olarak mahallen mansubtur. Faidei haber ibtidai kelamdır. Müşterek ismi mevsul mâ, cer mahallinde bi harfiyle âmentü fiiline müteallıqtır. İsmi mevsulun sılası, enzele fiilidir. Sıla cümlesinin irabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Kitabin tenkiri tazim içindir.
وَاُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْۜ
Cümle vav’la öncesine atfedilmiştir. Müsbet fiil siygasıyla gelen cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Li, a’dile fiilini gizli enle nasb ederek manasını sebep bildiren masdar yapan cer harfidir. En ve masdarı müevvel, umirtu fiiline müteallıqtır. Beynekum, a’dile fiiline müteallıqtır.
اَللّٰهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۜ
Cümle isti’nafiye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş faidei haber ibtidai kelamdır. Allahu mübtedadır. Rabbunâ haberdir. Rabbukum, rabbuna’ya matuftur.
Müsnedin ileyh telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olabilir.
Rabbunâ izafeti muzafun ileyhe tazim ve teşrif ifade eder.
Allahu, rabbu kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Allah ve Rab isimlerinde tecrit sanatı vardır.
لَـنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۜ
İsti’naf cümlesidir. Lenâ, mahzuf mukaddem habere müteallıqtır. A’mâlunâ muahhar mübtedadır. Velekum a’mâlukum cümlesi lenâ a’mâlunâ cümlesine matuftur. Her iki cümle de faidei haber talebi kelamdır. Çünkü haberler ihtisas ifadesi için takdim edilmiştir.
İki cümle arasında mukabele sanatı vardır.
لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْۜ
Cümle isti’nafiye olarak fasılla gelmiştir. Cümlede icaz-ı hazif vardır. Lâ cinsini nefyeden harftir. Hucceten, lâ’nın ismidir. Haberi mahzuftur. Beynenâ, mahzuf habere müteallıqtır.
Cümle faidei haber ibtidai kelamdır.
اَللّٰهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَاۚ
Lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُۜ
Hal vavı ile gelen ayetin son cümlesinde icazı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. İleyhi mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. El masîr muahhar mübtedadır. Bu takdim kasır ifade eder. Dönüş sadece onadır. Dönüş başkasına değildir.
Dönüş ancak O'nadır cümlesi, Allah hepimizi birlikte toplayacak cümlesinin hali olarak gelmiştir. Dönüşün sadece O’na olduğunu, bunun kaçınılmaz olduğunu ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Şura Suresi Belaği Tefsiri)
Ayette tekrar edilen umirtu, beyne, a’mâlu, rabbu, allâhu kelimelerinin arasında cinas, itnab ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Ey her şeyi işiten ve gören Allahım! Ey her şeyi bilen Allahım!
Beni, benden iyi tanıyansın. Kendimden ve insanlardan sakladığımı sandıklarımı bilensin. Rahmetinle kusurlarımın üzerini örtensin. Pişmanlıklardan doğan hüznümü giderensin. Kendimi Sana emanet ediyorum. Şüphesiz ki; Sen koruyucuların en hayırlısısın.
Nefsimin büyüttüğü korkuları işitensin, sakinleştir. Bedenimde beslenen hastalıkları görensin, şifalandır. Nefsimin kullandığı bahaneleri işitensin, sustur. Kalbimde gizlenen kötülükleri görensin, arındır. Dünyaya bağlanan zincirlerimi bilensin, özgürleştir.
Göklerin ve yerin anahtarları Senin’dir. Kalbimin anahtarının sahibi de Sensin. İmanın ve muhabbetin ile doldur. Dünyalık bütün hasretlerden sıyır. Sana döneyim ve yalnız Seni ve Senin sevdiklerini özleyeyim. İslam bayrağında gölgelendir. Cennet rüzgarları estir. Zikrin ile coşayım ve Sana ibadet ile huzura kavuşayım.
Amin.