10 Kasım 2023
Kamer Sûresi 50-55 / Rahmân Sûresi 1-16 (530. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Kamer Sûresi 50. Ayet

وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ  ...


Emrimiz ancak bir tek emirdir. Göz kırpması gibidir. (Anında gerçekleşir.)

Ayet atıf harfi vav ile isti’naf cümlesine atfedilmiştir. nefiy harfi ve istisna harfi illa ile kasır oluşmuştur. Kasır mübteda haber arasındadır. Cümle faidei haber talebi kelamdır. Kasrı mevsuf ales sıfattır.

Car mecrur kelemhın, mahzuf hale müteallıqtır. Bilbasari, lemhın’e müteallıqtır.

Kelemhın bil basarı (Gözleri açıp kapamak gibi) ibaresinde mürsel, mücmel teşbih vardır. (Safvetüt Tefasir) 

Bizim buyruğumuz tektir;” yani gerçekleştirmesi süratli tek bir kelimedir. “Gözü açıp kapamak kadar…” Bununla “Ol!” denilmesi kastedilmektedir; yani Allah bir şeyin olmasını istediğinde o şey beklemeksizin anında oluverir. (Keşşaf)

Kamer Sûresi 51. Ayet

وَلَقَدْ اَهْلَكْنَٓا اَشْيَاعَكُمْ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ  ...


Andolsun, biz sizin gibileri hep helâk ettik. Fakat var mı düşünüp öğüt alan?

Nice nesiller vadelerini tamamlayıp bu dünyayı terkedip gitmişlerdir; ama bu hayatın sona ermesi yaptıklarının da silinip gittiği, olanların olmamış gibi kabul edileceği anlamına gelmez. Küçük büyük her eylem tek tek kayda geçirilmiştir, belgeler halinde korunmaktadır. Âyette somut bir anlatım içinde hatırlatılan bu gerçeğe iman eden bir kimsenin artık bile bile sicilini kirletici bir iş yapması akıl kârı değildir; fakat rasyonel düşünme anlamıyla akıl bütün davranışları disipline etmeye yetmemekte, bunun yanında aklı doğru kullanıp sonuçlar çıkardıktan sonra buna uygun davranma iradesini ortaya koymak, bu gerçeklerle ters düşen kişisel istek ve arzulara gem vurmak gerekmektedir. 17, 22, 32, 40. âyetlerde geçen “Düşünecek yok mu?” tarzındaki ilâhî çağrıya, bu defa 51. âyette hemen herkesin kolayca kavrayabileceği bir gerçeğe, daha önce nice nesillerin helâk edilmiş olduğuna dikkat çekildikten sonra bir kez daha yer verilmektedir. 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 193-194

وَلَقَدْ اَهْلَكْنَٓا اَشْيَاعَكُمْ

Vav isti’nafiyedir. Ayet kasem üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. Lam, mukadder kasemin cevabına dahil olan harftir. Qad tahkik içindir. Tekid ifade eder. Kasem fiili mahzuftur. Kasem fiilinin hazfedilmesi icaz-ı hazif sanatıdır. Ehleknâ  kasemin cevap cümlesidir. Eşyâakum, ehleqnâ fiilinin mefuludur.

 

فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Fe mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Takdiri izâ kâne’l qurâne muyessera fehel muddekir (Kuran kolaylaştırıldığında ibret alan var mı?) şeklindedir. İstifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Min zaidtir. Tekid ifade eder. Müddekir lafzen mecrur, mahallen mübteda olarak merfudur. Haberi mahzuftur. Takdiri mevcûdun (vardır) şeklindedir.

Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen gerçek manada soru olmayıp, taaccüp ve tahkir manalarına geldiği için mecazı mürsel mürekkeptir.

Kamer Sûresi 52. Ayet

وَكُلُّ شَيْءٍ فَعَلُوهُ فِي الزُّبُرِ  ...


İşledikleri her şey ise kitaplarda kayıtlıdır.

Ayet atıf harfi vav ile mukadder istinaf cümlesine atfedilmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Küllü şeyin, mübtedadır. Fealûhu cümlesi küllü’nün sıfatı olarak mahallen merfudur. Sıfatlar manayı kuvvetlendirmek için yapılan itnabtır.

Car mecrur fiz zuburi, mübtedanın mahzuf haberine müteallıqtır. Cümlede icaz-ı hazif vardır.
Kamer Sûresi 53. Ayet

وَكُلُّ صَغ۪يرٍ وَكَب۪يرٍ مُسْتَطَرٌ  ...


Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.

Atıf harfi vav ile önceki cümleye atfedilmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Küllü sağîrin, mübtedadır. Kebîrun makabline matuftur. Müstetarun haberdir.

Kebîrun - sağîrun kelimeleri arasında tıbak-ı icab sanatı vardır. 

Kamer Sûresi 54. Ayet

اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍۙ  ...


Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar cennetlerde, ırmak başlarındadırlar.

İlk âyetteki neher kelimesine “bol ışık” mânası da verilmiştir (Zemahşerî, IV, 49). Buna göre âyetin meâli şöyle olur: “Takvâ sahipleri cennetlerde nur içinde olacaklardır.” 55. âyetin “doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda” diye çevrilen kısmı “hoşnut olunacak, güzel bir yerde, dost meclisinde; boş sözler konuşulmayan, günah işlenmeyen, hak ve hakikat meclisinde” mânalarıyla da açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 113; Zemahşerî, IV, 49; İbn Atıyye, 222). Aynı âyetin “gücüne sınır olmayan bir hükümdar” diye çevrilen kısmında geçen “melîk” ve “muktedir” kelimelerinin nekre (belirsiz) olmasında, insan havsalasının Allah Teâlâ’nın hükümranlık ve gücünün mahiyetini kavrayamayacağına işaret bulunduğu yorumu yapılmıştır (Zemahşerî, IV, 49; Elmalılı, VII, 4656).


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 194

Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. İnne ile tekid edilmiş cümle faidei haber talebi kelamdır. İnne’nin ismi elmutteqîne’dir. Car mecrur fî cennâtin, inne’nin mahzuf haberine müteallıqtır.

Neherin, cennâtin’e matuftur.

Cennâtin’deki tenvin tazim ve kesret ifade eder.

İnnel mucrimîne fî dalâlin ve suurın (Kuşkusuz suçlular bir sapıklık ve çılgın ateş içindedir.) şeklindeki 47.âyeti ile inne lilmutteqîne (Kuşkusuz takva sahipleri ise, cennetler ve nehirlerdedir.) âyeti arasında mukabele sanatı vardır.

Neher yani nehirler, ırmaklar; çoğul mânasını ifade etmek için cins isimle yetinilmiştir. Neher’in bolluk ve gündüzün aydınlığı anlamına geldiği de söylenmiştir. Neher’in çoğulu olarak hâ’nın sükûnuyla nuhrin şeklinde de okunmuştur. Tıpkı aslan anlamındaki esed - usd örneğinde olduğu gibi. (Keşşaf)
Kamer Sûresi 55. Ayet

ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ  ...


Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.

Fî meqadı, cennâtin sözünden bedeldir. Sıdqın muzafun ileyhtir. Zarfı zaman ınde, melîkin’e muzaftır. Muqtedirin ise melîk’in sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.

Buradaki ınde (maddi yakınlık olmayıp) Allahü teâlâ'nın fazl-u keremi olan rütbe ve manevî yakınlığa işarettir. (Celaleyn Tefsiri)

Melîkin, mübalağa siğasındandır. Muqtedirin kelimesinin tenkiri tazim içindir. 

Dostluk makamında yani hoşnut kalınan bir mekânda demektir. Bu ifade fi makã‘idi sıdkin şeklinde de okunmuştur. “Muktedir” son derece kudretli “bir hükümdarın katında;” hâkimiyet ve iktidarına akıl sır ermez bir sultanın mânevî yakınlığında demektir. Öyle bir sultan ki hâkimiyet ve kudretinin kapsamına girmeyen hiçbir şey yoktur. Memnuniyet verici ve mutluluk bahşedici ne varsa içeren böylesi bir mertebeden daha değerli hangi mertebe olabilir ki! (Keşşaf)

Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)

Rahmân Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 78 âyettir. Sûre, adını ilk âyeti oluşturan ve Allah’ın sıfatlarından biri olan “er-Rahmân” kelimesinden almıştır. Sûrede başlıca, Allah’ın nimetleri, birliğini ve kudretini gösteren kâinat delilleri ve günahkârların kıyamette karşılaşacakları korku ve şiddet konu edilmektedir.
Mushaftaki sıralamada elli beşinci, iniş sırasına göre doksan yedinci sûredir. Ra‘d sûresinden sonra, İnsân sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Tamamının Mekkî olduğu veya bir kısmının Mekke’de bir kısmının ise Medine’de indiği görüşleri de vardır (Zemahşerî, IV, 49). Şevkânî, sûrenin hem Mekke’de hem de Medine’de indiğine dair rivayetler bulunduğu dikkate alınarak kısmen Mekkî kısmen Medenî olduğunu kabul etmenin uygun olacağını belirtir (V, 151).
İnsanın kendinde ve dış dünyada görebileceği dinî, dünyevî birçok nimete değinilerek bunların sorumluluğunu idrak etmesi ve kulluk bilinci içinde hareket etmesi gerektiği hatırlatılmakta, cinlere ve insanlara müşterek hitaplarda bulunulmakta, nisbeten kısa bir cehennem tasvirini takiben oldukça ayrıntılı bir cennet tasvirine yer verilmektedir.
Sûrede, edebiyatımızda terciibend denen edebî sanat benzeri bir üslûpla, “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” anlamındaki cümleye otuz bir defa yer verilmiştir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Rahmân Sûresi 1. Ayet

اَلرَّحْمٰنُۙ  ...


1-2. Ayetler Meal  :   
Rahmân, Kur’an’ı öğretti.

Sûreye Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin enginliğini, kulluk görevini yapsın yapmasın bütün kullarına nimet vermesini ifade eden Rahmân ismiyle ve O’nun Kur’an’ı öğretmesiyle başlanmakta, böylece dinin irade sahibi varlıklar için nimetlerin en büyüğü olduğuna, din konusunda insanlığa bahşettikleri arasında da Kur’an’ın zirvede bulunduğuna dikkat çekilmektedir (Zemahşerî, IV, 49; Rahmân ismi hakkında ayrıca bk. Fâtiha 1/1). “Öğretti” anlamına gelen fiile “alâmet kıldı” mânası da verilebildiğinden bazı müfessirler bu âyetler için şöyle bir yorum yapmışlardır: Allah, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in peygamberliğini gösteren, ibretle okuyacaklar için işaretler içeren bir mûcize kıldı (Râzî, XXIX, 84).

Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. 

Mukadder bir mübteda için haberdir. Yani Allahurrahmânu (Allah rahmandır) demektir. Veya takdir edilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani: errahmânu  rabbunâ (Rahman rabbimizdir). Veya sonraki ayetteki haber için mübtedadır.

Errahmânu mübtedadır; arkadan gelen fiiller (aid) zamirleriyle birlikte peş peşe gelen haberlerdir. Aralarında atıf harfinin olmaması, birer birer sayma şeklinde zikredilmiş olmalarındandır. Tıpkı “Zeyd ki seni yoksul iken zengin kıldı, hor hakir iken saygın kıldı, azken çok etti, senin yararına hiç kimsenin bir başkasına yapmayacağı şeyi yaptı… Hâl böyle iken onun sana olan bu iyiliğini nasıl inkâr edebilirsin!?” demen gibi. (Keşşaf) 

Allahü teâlâ'nın, biri önceden, biri de sonradan olmak üzere iki rahmeti vardır. Önce olanı, sayesinde mahlukatı, yaratma rahmeti, sonra olanı ise, yarattıktan sonra mahlûkata, rızık, akıl, zekâ gibi şeyleri verdiği rahmetidir... Binâenaleyh Allahü Teâlâ, önceki rahmeti nazar-ı dikkate alınınca, rahman; sonraki rahmeti nazar-ı dikkate alınınca, rahîm’dir. (Fahrettin Razi)

Surenin ilk ayetleri, mütekellimin söze başlarken güzel lâfızları seçmesi, ağır lâfızlardan ve tenâfürden uzak durması, en güzel nazmı tercîh etmesi, ta’kîdden kaçınması, sahîh bir mânâ ifâde etmesi, muktezây-ı hâli gözetmesi şeklinde tarif edilen hüsnü-l ibtidâ sanatının en güzel örneklerindendir.  Bu, muhâtabı sözün devâmını dinlemeye, önemsemeye ve kabûllenmeye sevk eder, merâkını celb eder. Aksi hâlde muhâtab sözün devâmını dinlemez. İsterse dünyânın en güzel kelâmı olsun boşa gider. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi)

Rahmân Sûresi 2. Ayet

عَلَّمَ الْقُرْاٰنَۜ  ...


Önceki ayetin haberi olan bu cümle fasılla gelmiştir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Müsnedin mazi fiil formunda gelmesi hükmü takviye ve hudus ifade eder. Hükmü takviye demek; hükmü te'kîd etmek ve hükmün gerçeğe mutâbık olduğunu ifâde etmek demektir. Bunun Kur’ân’da çok örneği vardır.  (Kuran Işığında Belagat Dersleri Meani İlmi)

El kurâne fiilin mefulüdür. Bu kelimedeki harfi tarif, ahd içindir.

Alleme fiili alime fiilinin tefil babıdır. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mefulun çokluğu), bir tarafa yönelme, mefulu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, birşeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

Allah Teâlâ nimetlerini sıralamakta ve nimetlerinin türleri, lutuflarının çeşitleri içinde en önde geleni en başta zikretmeyi murad etmektedir ki o da din nimetidir. Din nimeti içinde de mertebe bakımından en yüce ve amaç yönünden en üstün olanını öne almıştır ki o da Kur’ân ile, onun indirilmesi ve öğretilmesi yoluyla olan nimetidir; çünkü o, mertebece Allah’ın vahyinin en büyüğü, değer itibariyle en yücesi, etkisi bakımından da en güzelidir, semavî kitapların zirvesidir, onların doğrulayıcısı ve mihengidir. (Keşşaf)

Rahmân Sûresi 3. Ayet

خَلَقَ الْاِنْسَانَۙ  ...


İnsanı yarattı.

İnsanı da yaratanın Allah olduğu belirtilip ona verilen özelliklerin en önemlisinin, duygu ve düşüncelerini açıklayabilme, konuşma ve anlatma yetisi olduğuna işaret edilmektedir. Anlamak, anlatabilmenin ön şartı olduğuna göre burada altı çizilen nimetin idrak ve ifade yetisi olduğu söylenebilir. Böylece bu âyetlerde insanı insan yapan akıl nimeti ve muhâkeme gücünün pratiğe yansıyan yüzü ön plana çıkarılmaktadır. İnsanın, her şeyden önce Allah’a olan kulluğunu idrak ve ifade etmesi, başka insanlarla ilişkilerinde hak ve vecîbelerini kavrayıp bunların gereğini yerine getirmesi, kısaca akıl nimetinin semere verebilmesi hep anlama ve anlatma yetisine bağlıdır; dolayısıyla kültür ve medeniyetleri oluşturan temel faktör de budur. Gülme, ağlama, sevgi veya nefretle bakma, anlamlı söz söyleme, düşündüklerini eyleme dönüştürme, bir sanat eserine şekil verme ... hep anlama ve anlatma faaliyetinin sonuçlarıdır ve birer anlatım biçimidir. Güzel, düzgün ve etkili söz söylemeyi, bir anlamı belli yöntem ve kurallara göre değişik yollarla ifade etmeyi, anlatım fenomenini kendisine konu edinen belâgat, hitabet, beyân, narratoloji gibi teorik incelemeler; en güçlü örneklerine görsel sanatlarda rastlanmakla beraber esasen herhangi bir alanda anlatım imkânlarını zorlayan sanat akımı ekspresyonizm (dışavurumculuk) ve bu konudaki fikrî çekişmeler, hep insanın bu yetisinin önemini somut biçimde ortaya koyan ürünler ve göstergelerdir. 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 197

Surenin ilk cümlesine aid ikinci haber olarak fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesi, faidei haber ibtidai kelamdır. El insâne fiilin mefuldür. Kelimedeki el takısı cins için istiğraqtır.

İnsanın yaratılmasını Kur’ân’ın zikrinden sonraya bıraktı ve onun peşinden andı. Böylece Allah’ın ‘insanı din için yaratmış olduğunun’ bilinmesini, onun vahyi, kitaplarını ve insanın yaratılış amacı olan şeyi ihatalı biçimde kavramasını istedi. Âdeta insanın yaratılış amacı, var oluşuna öncelenmiş ve onun önüne geçmişçesine... Sonra insanın diğer canlılardan ayrıştığı özelliğini zikretti ki o da içindeki düşünceyi ifade edebilme, açıkça ortaya koyabilme imkânı veren dile sahip olmasıdır.(Keşşaf)

Ayette geçen "insan" ile kim kastedilmiştir? Deriz ki: Bununla bütün insanlar (cinsi) kastedilmiştir. Bununla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, Hazret-i Adem'in kastedildiği de söylenmiştir. Fakat ayetteki, "Onu (Allah) yarattı" lafzını nazar-ı dikkate aldığımızda, ilk mana daha doğru olur. Çünkü "yarattı" ifadesine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) de, diğer peygamberler (ve insanlar) da girer. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 4. Ayet

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ  ...


Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.

Üçüncü haber cümlesi müsbet fiil cümlesidir. Faidei haber talebi kelamdır.

İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti dedi. Bunda şuna îma etmektedir ki, insanın ve onu diğer hayvanlardan ayıran konuşmanın yaratılması - ki, o içindekini ifade edip anladığını başkasına anlatmaktır - vahyi almak, hakkı tanımak ve şerîatı öğrenmek içindir. Rahmân mübtedasının haberi olan üç cümlenin (alleme, halaka, allemehu) atıfsız verilmesi, bunların ayrı ayrı olmalarındandır. (Beydavi)

Dört ayetten meydana gelen cümlede müsned olan haber cümlelerinin mazi fiil olarak gelmeleri hükmü takviye ve hudus ifade eder. Müsnedün ileyh, iki kez zikredilmiş gibi vurgulanmıştır.

Alleme fiilinin tekrarında cinas, itnab ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.

Buradaki, beyandan murad, Kur'ân'dır. Beyan, içinde bulunan şeylerin kastedildiği bir masdar olur. Çünkü Kur'ân manasında beyan lafzının, Kur'ân hakkında kullanılması, Kur'ân'da pek çok geçer. Nitekim Hak teâlâ, "İşte bu, insanlar için bir beyandır" (Al-i İmran, 138) buyurmuştur. Allahu Teâlâ Kur'ân'a, beyan gibi furkan adını da vermiştir. O halde beyan, hak ile bâtıl arasını ayırdetme demektir. Binâenaleyh, Kur'ân manasında beyan kelimesinin kullanılması doğrudur. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 5. Ayet

اَلشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍۖ  ...


Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.

Bu âyetlerde güneş, ay, gök ve yerin yaratılmasındaki bazı inceliklere değinilmekte, evrendeki dengeye dikkat çekilmekte, beşerî ilişkilerde de dengenin şart olduğu, bunun ise adaletle sağlanabileceği vurgulanmakta, ardından da insanlara sağlanan bazı nimetler hatırlatılmaktadır.

5. âyette gök cisimlerinin ince bir hesaba bağlı hareket ettiklerinin belirtilmesi öncelikle bunun yüce Allah’ın kudretini gösteren açık kanıtlardan olduğu anlamını düşündürmektedir. Burada özellikle güneş ve ayın zikredilmesi, bunların insanların en fazla ilgili olduğu gök cisimleri olmasıyla izah edilmiştir; bu sûrede eşli durumlara dikkat çekme üslûbunun kullanıldığı, insanların da ay ve güneşi daima birlikte düşündükleri şeklinde bir yorum da yapılmıştır (İbn Âşûr, XXVII, 235; güneş ve ayın hareketleri hakkında bilgi için bk. Yâsîn 36/38-40). Bunun yanı sıra şu hususa da işaret edildiği söylenebilir: Bütün bu varlıklar ve bağlı bulundukları düzen kendisi için var edildiğine göre insan da hayatını bir hesaba göre düzenlemeli, bir hesap gününün geleceği bilinci içinde olmalı ve kendisini bu hesaba hazırlamalıdır.

6. âyette geçen ve “gövdesiz bitkiler” diye çevirdiğimiz necm kelimesi, tahıl ve ot gibi gövdesi olmayan bitkileri ifade eder. Bu kelime “yıldız” anlamına da gelmekle beraber burada meâlde esas aldığımız mânada kullanıldığı genellikle kabul edilir (Taberî, XXVII, 116-117; Râzî, XXIX, 89). Ağaçların ve diğer bitkilerin secde etmesi, bunların Allah’ın yasalarına iradî olmaksızın boyun eğmelerini ifade etmekte; bu da kendisine akıl nimeti ve irade gücü verilmiş olan insana bilinçli bir tercih sonucu O’na tâzimde bulunmanın, buyruk ve yasaklarına uymanın değerini, dolayısıyla –iradesini bu yönde kullanması şartıyla– kendisine bahşedilen onuru hatırlatmaktadır.

7. âyette “gök” anlamı verilen semâ kelimesiyle, üzerimizde yükselen uçsuz bucaksız âlemin, milyarlarca galaksi ve gök cisminin içinde yer aldığı ve belli bir düzene göre hareket ettiği kozmik uzayın kastedildiği söylenebilir. “Göğün yükseltilmesi” hakikat anlamı esas alınarak bize nisbetle yüksekte olması yahut mecazî anlamda düşünülüp mânevî bir yüksekliğe sahip olması şeklinde yorumlanabilir. Her iki mâna, bizi, bunu sağlayan Allah Teâlâ’nın yüceler yücesi olduğu, secde ve kulluk edilmeye lâyık başka mâbud bulunmadığı gerçeğine götürür (Zemahşerî, IV, 50).

7-9. âyetlerde üç defa geçen ve “denge, ölçü, eşyanın birbirine nispetle ağırlığını tartma, tartı aleti, terazi” mânalarına gelen mîzân kelimesine, bulunduğu bağlamlara göre şu anlamlar verilebilir: 

a) Yüce Allah evrende denge kanununu koymuştur; bütün varlık ve oluşlar arasında, evrenin belirli bir sistem dahilinde yürümesini sağlayan bir genel denge mevcuttur. 7. âyetin bağlamı burada geçen mîzan kelimesiyle bunun kastedildiğini düşündürmektedir. Birçok müfessir burada “adalet” anlamının kastedildiği kanaatindedir (meselâ bk. Taberî, XXVII, 118; İbn Atıyye, V, 224). 

b) İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenlemesi için konmuş ilâhî yasalar bütünü olan din de denge kanununun bir tezahürüdür. Bunların özü, genellikle kısaca “her şeyi lâyık olduğu yere koymak” diye tanımlanan adalet ilkesidir. Bu ilke, bir taraftan kişinin Allah’tan başka varlığa tanrılık yakıştırmamasını, diğer taraftan da beşerî ilişkilerde her hak sahibine hakkını vermesini ifade eder. 8. âyetteki mîzan kelimesi bu anlamda olmalıdır; zira burada mîzanın ihlâl edilmemesi, dengeden sapılmaması istenmektedir. 

c) İnsanın evrendeki dengeyi koruma sorumluluğunda temel ilke adalet olmakla beraber, bu soyut kavramın somut hayat olaylarına yansıtılması da sözü edilen dengenin korunmasında bir dikkat ve özeni gerektirir. Beşerî ilişkiler bakımından bunun adı “hakkaniyet”tir. Bunu belirlemede kişilere düşen, takdir yetkisini iyi niyet esasına dayalı olarak kullanmak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama uğruna elinden gelen bütün çabayı harcamaktır. Allah’a karşı vecîbelerinin yerine getirilmesi konusunda adalet ilkesinin somutlaştırılması ise, kişinin dine kendisinden bir şey katmadan ilâhî bildirime uygun davranmasıyla mümkündür. 9. âyetin “ölçüyü düzgün tutasınız” diye çevrilen kısmında “hakkaniyet” anlamına gelen “kıst” kelimesine yer verilmesi burada vezin ve mîzan kelimelerinin adalet ilkesinin, dolayısıyla genel denge kanununun hayat olaylarına yansıtılması gereğini ifade etmek üzere kullanıldığını göstermektedir. Bu âyetin “eksik tartmayasınız” şeklinde tercüme edilen kısmı, aynı zamanda her bir olayla ilgili uygulamanın yani bütün davranışlarımızın âhiretteki teraziyi aleyhimize çevirmeyecek biçimde olması gerektiği şeklinde de yorumlanabilir. Öte yandan, iki şeyin birbirine denkliğini ölçmek için kullanılan el terazisinin evrendeki cazibe (çekim) kanununun bir sonucu olarak bu işlevini yerine getirebiliyor olması, eski zamanlardan beri insanların adaleti temsil etmek üzere teraziyi sembol yapmaları, kişiler arası mübadeleye konu olan ve tartılabilir özellikteki şeylerde adalete uygun paylaşımın (hakkaniyet) belirlenmesinde terazinin hem gerçek hem simgesel bir yere sahip olması, hatıra ilk gelen anlamı terazi olan “mîzan” kelimesinin bu âyetlerde –yukarıdaki açıklandığı şekilde– farklı ama birbiriyle sıkı ilişkisi bulunan mânalarda kullanıldığı yönündeki yorumumuzu destekleyici niteliktedir. Râzî de bu kelimenin konumuz olan âyetlerde üç ayrı mânada kullanıldığı kanaatindedir; fakat ona göre birincide “tartı aleti”, ikincide “tartma fiili”, üçüncüde ise “tartılan” kastedilmiştir (XXIX, 91). 

10. âyette geçen enâm, canlı varlıkların tamamını kapsayan bir kelimedir; fakat başka âyetlerde yeryüzünde bulunan bütün varlıkların insanın emrine verildiği açıkça ifade edildiği (meselâ bk. Câsiye 45/13) ve bu kümedeki âyetlerin ana teması da insanın sorumluluklarıyla ilgili olduğu için, âyeti yerin canlıların yaşamasına elverişli kılındığı mânasında almak, ama yerin yaratılmasındaki asıl amacın yine insan olduğunu göz ardı etmemek gerekir. 11 ve 12. âyetlerde, başta insan olmak üzere yeryüzündeki canlıların yararına var edilen bazı nimetler hatırlatılmaktadır. 11. âyette geçen ekmâm kelimesinin tekili olan kimm, “hurma meyvesinin ilk aşamadaki kapçığı” demektir; bu mâna esas alınarak zâtü’l-ekmâm tamlaması “tomurcuklu” şeklinde çevrilmiştir. Diğer tekili kümm esas alındığında ise ağacın “lifleri, çekirdekleri, dal ve kabuk gibi örtüleri” bu kelimenin kapsamına girer. Her iki ihtimale göre bu unsurların yararları hakkında açıklamalar yapılmıştır. Bir yoruma göre birinci anlamda ileride oluşacak ürüne, ikincisinde ise değişik aşamaların ardından ürünün meydana gelmiş bulunduğuna işaret edilmiş olur. Diğer bir yoruma göre hurma ağacı açısından tomurcukların oluşturduğu salkım çok önemlidir, ürün toplamayı kolaylaştırır. Bazı müfessirler ise burada estetik görünüme, göze hitap eden güzelliğe işaret bulunduğu kanaatindedir. Aynı kelime Fussılet sûresinin 47. âyetinde meyvenin ürün vermesi için kabuğunu çatlatması bağlamında ve genel olarak meyvelerin ilk aşamadaki kapçığı, çekirdeğin kabuğu anlamlarında kullanılmıştır. 12. âyette “çimlenen taneler” diye çevrilen ifade için de değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber genellikle insanların beslenmelerinde özel önemi haiz olan tahıl türü bitkilerin kastedildiği kabul edilir (Râzî, XXIX, 93-94; İbn Âşûr, XXVII, 242; Elmalılı, VII, 4667). Bu âyetteki “hoş kokulu bitkiler” diye çevrilen reyhân kelimesi “rızık” anlamında da yorumlanmıştır. Taberî bu yorumu tercih eder ve temel gıda maddesi olan hububatın kastedildiğini belirtir (XXVII, 122-123).

13. âyette yegâne rab olan Allah’ın nimetlerini yalan sayma yani inkâr etme kınanmaktadır. Sûrede bu kınama değişik nimetlerin hatırlatılmasını takiben ısrarla sürdürülmektedir. Nimetin nimet olduğunu veya nimetin Allah’a nisbet edilmesini ya da her ikisini inkâr bu eleştirinin kapsamındadır. Sûrede 31 defa geçen, “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” anlamındaki cümlenin yüklemini oluşturan fiil ve “rabbiniz” tamlamasının tamlananı olan zamir tesniye (ikil) kalıbındadır, yani iki kişiye veya iki gruba hitap edilmekte, “Siz ikiniz, artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” denilmektedir. Buradaki “ikiniz” ile kimlerin kastedildiği yani muhatabın kimler olduğu konusunda farklı yorumlar bulunmaktadır. 14-15. âyetlerde insanların ve cinlerin yaratılışı özetlendiği gibi 32. âyette de açık biçimde cin ve insan topluluklarına hitap edilmiştir. Bu iki karîne yanında konuya ilişkin rivayetler de dikkate alınarak buradaki hitabın insanlara ve cinlere yönelik olduğu kabul edilir. Râzî, burada kime hitap edilmiş olabileceği ile ilgili birçok ihtimal zikreder. Bunlardan biri şöyledir: Bunun aslı, tekil hitabın vurgu için aynen tekrarlanması olabilir yani “Sen rabbinin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsin, sen rabbinin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsin!” demektir. Diğer bir ihtimal de Kur’an’ın genellikle muhatap aldığı iki insan cinsine yani erkeklere ve kadınlara hitap edilmiş olmasıdır (XXIX, 94-96). İbn Âşûr’a göre burada insan cinsinin “inananlar” ve “inkârcılar” şeklindeki iki kategorisine hitap edilmekte, mümin olsun kâfir olsun gerçekte hiçbir insanın Allah’ın nimetlerini inkâr edemeyeceği anlatılmak istenmektedir. İbn Âşûr, müfessirlerin çoğunluğunun burada insanlara ve cinlere hitap edildiği şeklindeki yorumunu uzak bir ihtimal olarak görür; çünkü Kur’an cinlere değil insanlara hitap etmek için gelmiştir (bk. XXVII, 243-244). 

Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 198-201

İtiraziyye cümlesi olarak fasılla gelen ayette icazı hazif sanatı vardır. Eşşemsu mübtedadır. Qameru mübtedaya matuftur. Car mecrur olan bi husbânin, mahzuf habere muteallıktır.

Husbânin; yani belli bir hesap ve eşit bir ölçü ile; kendi burç ve menzillerinde akıp giderler. Bunda insanlar için çok büyük yararlar vardır ki bunlardan biri de takvim ve hesap ilmidir. (Keşşaf) 

Güneş ve ay birbirine münâsib iki gök cismidir. Aralarında muraatün nazir sanatı vardır.

Güneş ve ay’ın belli bir yörüngede akması özelliğinde bir araya getirilmesi cem sanatıdır.

El -Husbân, yörünge demek olup, ayetteki bu ifâde, o yörüngeyi, değirmenin yörüngesine benzetmek için yer almıştır. Çünkü yörünge, dönüp de dolayısıyla değirmenin taşını döndüren şeydir. Bu izaha göre de, ifâdenin başındaki bâ harf-i cerri, istiâne için olmuş olur. Nitekim Arapça'da, alet edevat hakkında, meselâ "Kalem ile, onun sayesinde yazdım" gibi ifâdeler kullanılır. Bu izaha göre, güneş ile ay, yörüngeleri sayesinde dönmüş, hareket etmiş olurlar.  (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 6. Ayet

وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ  ...


Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.

Ayet önceki itiraziyye cümlesine matuftur. 

İtiraz cümleleri itnab babındandır. 

Parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâbtır. Bir cümlenin öğeleri arasına veya anlamca ilgili iki cümle arasına anlamı pekiştirmek, güzelleştirmek veya tenzih, tâzim, tenbih, dua gibi amaçlarla bir kelime, cümle yahut cümleler getirilerek ıtnâb sağlanır. Bu cümleler, genellikle öndeki kelime veya cümleyle bağlantılı olarak sırası ve yeri gelmişken hemen kaydedilmesi gerekli açıklayıcı notlar şeklinde gelir. (TDV İsmail Durmuş)

Güneş ve Ay her ikisi de gökseldir; bitki ve ağaçlar ise yeryüzüne aittir. Birbirlerine karşılık gelme açısından bu iki kabil şey arasında bir tenasüp vardır. Gök ve yer hep birlikte zikredilegelmektedir. Güneşin ve ay’ın belli bir hesap ile akıp gitmesi Allah’ın emrine boyun eğme kabilindendir. (Keşşaf)

Necmu ve şeceru’nun ortak bir özellik olan yescudâni’de  birleşmesi cem sanatıdır. Bu kelimeler arasında muraatün nazir sanatı vardır.

Necm kelimesinin başlıca üç mânâsı vardır: Gezegen, ot ve kısım(taksit). Burada ot mânâsı murâd edilmiştir. Ot mânâsı, kendinden sonra gelen ağaç kelimesiyle uyumludur. Ama gezegen mânâsı da güneş ve ayla uyumludur. Dolayısıyla necm kelimesinin ot mânâsıyla ağaç kelimesi arasında murâatu-n nazîr varken, gezegen mânâsıyla güneş ve ay arasında da iyhâm-ı tenâsüb vardır.

Necm kelimesinin de üç mânâsı vardır. Yakın mânâsı gezegen’dir. Uzak mânâsı ise “ot” tur. Üçüncü mânâsı ise “kısım/taksit” tir. Âyette uzak mânâsı olan “ot” kasdedilmiştir. Ancak öncesinde yakın mânâsının levâzımından güneş ve ay zikredildiği için tevriye, muraşşah olmuştur. (Kur'ân Işığında Belağat Dersleri, Bedî İlmi)

Rahmân Sûresi 7. Ayet

وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ  ...


Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.

Vav atıftır. Es semâe mahzuf fiilin mefulü olarak mansubtur. Es semâe, mübteda olarak merfu da okunmuştur. Ve veda’al mizâne cümlesi refea’ya matuftur.

Göğü yükseltmiş onu yüksek ve derin yaratmıştır. Öyle ki onu; hükümlerinin menşei, verdiği kararların çıkış yeri, emir ve yasaklarının iniş yeri, peygamberlere vahyi getirmek için inen meleklerin mesken tuttukları yer kılmıştır. Bu şekilde ulu şanına, mülk ve saltanatının yüce oluşuna dikkat çekmektedir. (Keşşaf)

Göklerin yükseltilmesinin ne demek olduğu malum olduğu gibi, burada semâ (gök) kelimesinin lafzan niçin mansub olduğu da malumdur. Çünkü bu kelime, "onu yükseltti" ifadesinin tefsir ettiği bir fiil ile (iştigal ile) mansubtur. Buna göre Hak teâlâ sanki, Allah göğü yükseltti demiştir. Semâ kelimesi, mübteda olarak ve ibtidâ cümlesi olan, Güneş de, ay da hesapladır ifadesine atfedilerek, merfû da okunmuştur. (Fahrettin Razi)

Rafea - veda’a kelimeleri arasında tıbak icab sanatı vardır. 

El mîzâne’deki harfi tarif ahdi ilmidir. Bu kelime adalet manasında müsteardır.

Ve mizanı koydu. Mücahid, Katade ve es-Süddîden, adaleti koydu, demektir. Yani o yeryüzünde uygulanmasını emrettiği adaleti koydu. "Allah şeriatı koydu, vazetti" denilir. (Kurtubi)

Rahmân Sûresi 8. Ayet

اَلَّا تَطْغَوْا فِي الْم۪يزَانِ  ...


Ölçüde haddi aşmayın.

Ellâ, en masdar harfi ve la nefi harfinden meydana gelmiştir. En ve masdarı müevvel mahzuf bi hafiyle birlikte önceki ayetteki vedaa fiiline muteallıqtır. Fil mizâne, tatğav fiiline muteallıqtır.  

Ki siz de tartıda haksızlık etmeyin ifadesi, ki siz de tartıda haksızlık etmeyesiniz diye takdirindedir. (Keşşaf)

El mîzâne’deki harfi tarif ahdi sarihidir. Bu kelimenin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.

Rahmân Sûresi 9. Ayet

وَاَق۪يمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْم۪يزَانَ  ...


Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.

وَاَق۪يمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ

Vav itiraziyyedir. Cümle emir üslubunda talebi inşai isnadtır. Bil qısti, eqîmu fiiline muteallıqtır.

El vezne - el qısti kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.

El vezne’deki tarif ahdi ilmidir.

وَلَا تُخْسِرُوا الْم۪يزَانَ

Ayetin ikinci cümlesi vav’la öncesine atfedilmiştir. Nehiy üslubunda talebi inşai isnadtır.

El mîzâne’deki tarif ahdi sarihidir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, Tartıyı eksik yapmayın... buyurmuştur. Ki buradaki mîzân kelimesi de, "hem tartılan şeyi, hem de tartmayı noksan yapmayın" demektir. Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, her defasında bir başka manaya olmak üzere üç kez kullandı. Binâenaleyh birincisinde, tartı aleti ve o aleti koyma (insanlara verme); ikincisinde, masdar manasına, "mîzânda yani tartmada haddi aşmayın manasına; üçüncüsünde de, ismi mef'ûl manasında, "Mizanı eksik yapmayın, yani ölçülen-tartılan şeyi eksik yapmayın" manasında kullanmıştır. Ama bu üç manayı da, mîzân  kelimesiyle ifade etmiştir. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 10. Ayet

وَالْاَرْضَ وَضَعَهَا لِلْاَنَامِۙ  ...


Allah, yeri yaratıklar için var etti.

Vav, atıftır. El arda, cümlenin manasından anlaşılan mahzuf bir fiil için mefuldür. Vedaahâ cümlesi tefsiriyye olarak fasılla gelmiştir. Faidei haber, ibtidai kelam olan müsbet fiil cümlesidir. Car mecrur lil enâmi, vedaa fiiline muteallıqtır. Enâmi kelimesindeki harfi tarif ahd veya cins içindir.

Yer, üzerinde bulunan her şey için konulmuş, yaratılmıştır. Ama, insan, özellikle zikredilmiştir. Zira, yeryüzünden en çok yararlanan insandır. Çünkü insan, hem yerden, hem onun içindekilerden, hem de üzerinde bulunan şeylerden yararlanmaktadır. İşte bu sebeple, yerden çokça yararlandığı için, li enâmi denildi. Bu, bizim, el-enâm kelimesiyle, insan’ın kastedildiğini söylememiz halinde söz konusudur. Ama, "bu ifâdeyle bütün mahlukât kastedilmiştir" dememiz halinde, Kur'ân'ın pek çok yerinde, halk (mahlûkat) ifâdesi zikredilmiş, ama bununla insan kastedilmiştir. 

El en'ami kelimesinin, cinlerin ve insanların ismi olduğu da söylenmiştir. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 11. Ayet

ف۪يهَا فَاكِهَةٌۖ وَالنَّخْلُ ذَاتُ الْاَكْمَامِ  ...


Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır.

El ardi için hal olarak gelen cümlede takdim tehir ve icazı hazif vardır. Fîhâ mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. Fâkihetun muahhar mübtedadır. Ennahlu, fakihetun’a matuftur. Zâtul ekmâmi, ennahlu için sıfattır. Hal ve sıfat dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.

Müsnedün ileyhin nekra gelişi, bilinmeyen, tarifi mümkün olmayan bir nev olduğuna işaret, kesret ve tazim içindir.

En nahlu ve el ekmâmi kelimelerindeki harfi tarif ahdi ilmidir.

Fakihe herkes nezdinde zarurî olan bir şey değildir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak bunu nekire olarak getirmiştir. Halbuki hurma ve tahıllar, bilinen malûm şeylerdir. Bundan ötürü Cenab-ı Hak, bu ikisini de marife olarak getirmiştir.

Rahmân Sûresi 12. Ayet

وَالْحَبُّ ذُوالْعَصْفِ وَالرَّيْحَانُۚ  ...


Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.

  Habbe حبّ :

  حَبٌّ ve حَبَّةٌ sözcükleri buğday ve arpa gibi yiyeceklerin taneleri hakkında kullanılır.

  حَبَبْتُ فُلاناً deyimi aslen falan kişinin kalbinin habbesine dokundum anlamındadır.

  أحْبَبْتُ فُلاناً  demek ise kalbimi onun sevgisine hedef yaptım anlamında kullanılır.

  Mehabbet مَحَبَةٌ kavramı; insanın hayır olarak gördüğü ya da sandığı, düşündüğü bir şeyi istemesi, sevmesi veya ondan hoşlanmasıdır. Üç şekilde gerçekleşir:

  1- Zevk için muhabbet/sevgi. Erkeğin kadını sevmesi gibi..

  2- Bir fayda ve çıkar için sevmek. Örneğin kendisinden faydalanılacak bir nesneyi sevmek gibi..

  3- Bir faziletten dolayı sevmek. İlim ehlinin ilim için birbirlerini sevmesi gibi..

  إسْتِحْبابٌ  kelimesinin hakikati insanın bir şeyde onu sevmenin yollarını aramasıdır. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda 95 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri habbe, hap, hububat, muhabbet, müstehap, muhip, mahbub, habib ve ahbaptır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

Vel habbu, fâkihetun’a matuftur. Zul asfi, el habbe’nin sıfatıdır. Zu, vav’la merfu olmuştur. Çünkü beş isimden biridir. Sıfat dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.

El habbe ve er reyhâne kelimelerindeki tarif ahdi ilmi içindir.

Buna göre şayet, "Durum böyle olunca, o halde daha, atfın, ne öncesine ne de sonrasına değil de, bu kelâma ve onunla başlamaya tahsis edilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, bu iki tür kelâmın dengeli ve eşit olması içindir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Kur'ân öğretme, insanı yaratma ... vs. gibi sekiz tür nimetten bahsetmiştir. Bunlardan dördünü vâv'sız, dördünü de vâv ile getirmiştir. Hak teâlâ'nın, "Onda meyveler, tomurcuktu hurmalar (var)... "(Rahman, 11) ve "Samanlı daneler, hoş kokulu nebatlar var" (Rahman,12) ayetleri, yeryüzünün nimetlerini tafsilatlı bir biçimde anlatmak içindir. 

Er reyhânu kelimesiyle koklanan nebat kastedilmiş olabilir. Böylece de, tahılların dışında bir şey olmuş ve onun üzerine atfedilmiş olur. Veya takdir, tıpkı, (Yusuf/82) ayetinde olduğu gibi, muzafın hazfedilip muzafun ileyhin muzafın yerine getirilmesi gibi, "zü'r-reyhânî" şeklinde olabilir. Bu tür tahlil, Cenâb-ı Hakk'ın, yerle ilgili olan nimet çeşitlerini kendisiyle hitâma erdirdiği bu reyhanın daha aziz ve kıymetli olması için, bahsettiğimiz manaya daha uygundur. Şayet bu kelimeyle, bilinen o şey veya kokulanan şeyler kastedilmiş olsaydı, böyle bir tertip ve münasebet kurulamazdı. Bu ifade ver-rayhâne şeklinde de okunmuştur. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 13. Ayet

فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ  ...


O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu sûre hakkında Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâbı­nın yanına çıkıp geldi. Onlara Rahmân Sûresi’ni başından sonuna kadar okudu, onlar da sessizce dinlediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Yemin ederim ki, cin gecesi, cinlere Rahmân Sûresi’ni okudum. Sizden daha iyi cevap vererek dinliyorlardı. Rahmân Sûresi’nde geçen: ″(Ey insanlar ve cinler!) O halde Rabbinizin nîmetlerinden hangisini yalanlarsınız?″ âyetine, ne zaman gelirsem şöyle diyorlardı: ″Ey Rabbimiz! Senin nîmetinden hiçbirini yalanlamıyoruz, hamd sana mahsustur.″
(Tirmizi, Tefsir 55/1; Elbâni , Silsiletü’l-ehadisi’s-sahiha ,V,183-184, nr. 2150).

Fe rabıtadır. Mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Şart cümlesi mahzuftur. Dolayısıyla ayette icazı hazif vardır. 

Car mecrur bi eyyi, tukezzibâni fiiline muteallıqtır. Eyyi, âlâi’ye muzaftır. 

Cevap cümlesi istifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen ikrar, tevbih ve tariz kastı taşıdığı için mecazı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Cümlede tecahülü arif sanatı vardır.

Rab isminde tecrit sanatı vardır.

Bu tekrarların; mânâyı muhâtabın nefsinde pekiştirmek, bir şeyin azametini muhâtaba hissettirmek, fâsılanın uzaması sebebiyle hatırlatma gibi faydası vardır. Ayrıca nefsi rahatlatmak amacıyla sevinç, pişmanlık, hüzün vs. ifâde eden ibâreler de tekrarlanır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi)

Rabbinizin… yalanlıyorsunuz ifadesinde hitap sekaleyne -yani ins ve cinne-dir; [8. âyette] enâm’ın (mahlukatın) zikredilmesi ve Ey insanlar ve cinler! Yakında sadece sizinle ilgileneceğiz!” [31]) âyeti de buna delâlet etmektedir. (Keşşaf)

Bu sûrede Allah Teâlâ pek çok nimetini zikretmiştir. Zikredilen her nimetten sonra da bu istifhâm tekrar edilmiştir. Bu tekrarda, nimetlerin ne kadar çok olduğuna ve üzerinde düşünmek gerektiğine tenbîh vardır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi)

Allah bu surede, nimetlerini inkâr edenleri azarlamak için “Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayetini tekrar etmiştir.

Rahmân Sûresi’nin bu âyetinde ve diğer âyetlerinde Febi eyyi âlâi rabbi kumâ tukezzibâni ifadesinin tekrar edilmesi en güzel tarîz örneklerindendir. (Allân, el-Bedî‘ fi’l-Kur’ân, s. 192)

"O hâlde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?” hitap sekelayn'e (insanlarla cinlere)dir bu da "lilenam” ve "essekalan” kavillerinden anlaşılmaktadır. (Beydavi)

Herhangi bir muhatap geçmediği halde, ayetteki böylesi hitabın hikmeti, iltifat sanatı türünden olmasıdır.

Önceki sûrede, fiiller bizzat Allah'ın zâtına isnat edilince, bu sûrede, rahmetinden bahsedilirken ise, korku ve dehşeti bertaraf edecek bir lafız kullanılmıştır ki, bu da "Rabb" lafzıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "O sizin Rabbiniz olduğu halde, siz onun hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?.." buyurmuştur.

Bu ayetin tekrarlanmasının ve bu tekrarın 31 kere olmasının hikmeti nedir? Tekranın faydası, iyice anlatmak, zihinlere yerleştirmektir. Ama, bu hususî sayının meselâ 31 şeklinde oluşuna gelince, biz deriz ki: Bu manadaki sayılar tevkifidir. Bunların niçin bu şekilde takdir edildiğine, insanın aklı ermez, buna muttali olamaz. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 14. Ayet

خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِۙ  ...


Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.

İnsanı ve cinleri kimin yarattığı ve bu varlıkların mahiyeti üzerinde düşünülürse, Allah’ı inkâr etme veya O’ndan başka varlıklara da tanrılık yakıştırmanın yahut O’nun nimetlerini görmezden gelmenin ne büyük nankörlük olacağı kolayca anlaşılır. İşte 14 ve 15. âyetlerde insanların ve cinlerin ilk yaratılışlarındaki ana unsurlara dair bilgi verilerek, bir taraftan onların mahiyetlerini böylesine bilen ve bildiren Cenâb-ı Allah’ın yegâne yaratıcı olduğuna diğer taraftan da bunların tek başına bir değer ifade etmeyip yüce yaratıcının onlara yüklediği görev sayesinde değer kazanmış olduklarına dikkat çekilmektedir. İnsanın yaratılışı hakkında Kur’an’ın değişik yerlerinde bilgiler verilmiş olup bunların özü şudur: Çamura şekil verilmiş, ateşte pişmiş toprak kaplar gibi tınlayacak kadar kurutulmuş bir çamura yani hayatiyetten çok uzak bir nesneye can verilmiş, bu canlı akıl nimetiyle ve onu iyi kullanmayı sağlayacak yeti ve yeteneklerle donatılmış, bu donanımlara paralel bir sorumluluğa muhatap kılınmıştır. 15. âyetin “yalın ateşten” diye çevrilen kısmında geçen mâric kelimesi sözlükte “çalkalanan, yerinde durmayan” ve “karışan, karıştırıcı” anlamlarına gelmektedir. Birinci mânaya göre bu kısım “dumansız saf alev”, ikinci mânaya göre ise “karışan, nüfuz eden dumanlı ateş” şeklinde açıklanmıştır (insan ve cinlerin yaratılması hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Hicr 15/26-29; Elmalılı, VII, 4669-4670).

Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 202-203

Fasılla gelen ayet isti’nafiyedir. Müsbet fiil cümlesi, faidei haber, ibtidai kelamdır. Car mecrur min salsalin, halaqa fiiline, kel fehhâr, salsalin’in mahzuf sıfatına muteallıqtır. Salsalin’deki tenvin kesret ve tazim ifade eder. El insâne’deki tarif ahdi sarihi, el fehhâr’daki ise nev içindir.

El salsalin - el fehhârin kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.

Ayette teşbih vardır. Müşebbehe bih el fahhâr, müşebbeh salsalin’dir. Ke teşbih edatıdır. Teşbihin her iki tarafı da hissidir. Vechu şebe ikisinin de toprak türü olmasıdır, tarafların hakikatinden hariç değildir.

Salsal, tın tın sesi olan kuru çamur; fehhâr çanak çömlek gibi ateşte pişirilmiş çamur (seramik) demektir. Şayet “Bu konuda, indirilen âyetler farklılık göstermektedir dersen şöyle derim: Bunların hepsi mâna bakımından aynıdır ve onu topraktan yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Buna göre Allah Teâlâ önce toprağı çamur kılmış, sonra kokuşmuş balçığa dönüştürmüş sonra da pişirilmiş toprak hâline getirmiştir. (Keşşaf)  

Ayetteki, fehhâr, ateşte pişmiş çamur olup, tuğla-kiremit manasınadır. Binâenaleyh burada, asıl lügat manası üzere kullanılmış olur. O halde fehhâr, fâhir kelimesinin, mübalağa sigası olup, tıpkı, allâm kelimesinin, âlim’in mübalağası olması gibidir. Bu böyledir. Çünkü, unufak olma özelliğindeki o toprak, suyu ve sıvıları içinde tutabilecek bir çömlek haline gelip, ufalanmayıp-yarılmayıp, içindekileri sızdırmayacak bir hal alınca, sanki, hemcinslerine karşı fahretmiş (öğünmüş) gibi olur. (Fahrettin Razi)

Rahmân Sûresi 15. Ayet

وَخَلَقَ الْجَٓانَّ مِنْ مَارِجٍ مِنْ نَارٍۚ  ...


“Cin”i de yalın bir ateşten yarattı.

Riyazus Salihin, 1850 Nolu Hadis
Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Melekler nûrdan, cinler kızıl ateşten, Âdem de size bildirilen şeyden (topraktan) yaratılmıştır.”  
(Müslim, Zühd 60. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 153, 168)

Ayet önceki ayete matuftur. Müsbet fiil cümlesi, faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur min mâricin, haleqa fiiline muteallıktır. Min nârin ise mâricin’in mahzuf sıfatına muteallıqtır.

Mâricin ve nârin kelimelerindeki tenvin nev ve tazim içindir. Bu kelimeler arasında muraatün nazir sanatı vardır. El cânne kelimesindeki tarif ahdi kinaidir.

Cân, cinlerin atasıdır; İblis olduğu da söylenmiştir. Mâric ise dumanı olmayan saf alev (yalaz) demektir. Ateşin karasıyla karışık olanıdır, da denilmiştir. Bir şey yalpaladığı ve başka bir şeyle karışık hâle geldiğinde merace’ş-şey’ü denir. “Peki, [tekrar] min nârin (ateşten) demenin anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Mâric’in beyanıdır; bir bakıma “ateşten; saf yalazdan” denmiş olmaktadır. Ya da ateşle karışık hâlde, demektir ya da özel bir ateşten demek istemiştir. (Keşşaf)

Rahmân Sûresi 16. Ayet

فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ  ...


O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Sayfadan Gönüle Düşenler

Yokluğu bilinmeyen nimetlerin kıymeti hafife alınır. Geçici olarak ya da Allah muhafaza kalıcı olarak kaybedildiğinde gerçek değeri anlaşılır. İyileşileceği umulan hastalıklar, yeryüzünün en önemli ibretlerindendir. Zira, Allah’a umut ile yaklaşan insan, o anın içindeyken zihnini yavaşlatır ve gerçekten şükür ile düşünür. 

Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarında şöyle bir hadise geçmektedir. 

Bir hoca yemek duası yaparken, yemeğin çıkış yollarını yarattığı için Allah’a hamd eder. Ali Ulvi Kurucu hoca da sofra başında bu kelimenin yeri miydi? diye düşünür. Kitabında anlatmaya şöyle devam eder: 

“Allahım şahittir. Sadece gönlümden geçti, havatır olarak. Sen misin bunu söyleyen! Sabah namazında, Harem-i Şerif’te sol tarafıma bir sancı saplandı. Böbrek sancısı, idrara çıkamıyorum, kum varmış, tıkamış.”

Kendisine doktor getirilir. Doktor büyük bir semaver çay yaptırdıktan sonra kumun böbrekten çıktığını, çayı içmesini ve merdiven inip çıkmasını söyler. Bu kumun düşmesi lazım. Ali Ulvi Kurucu:

“Öğleye kadar, çayları içtim, merdiveni çıktım indim. Sancı, ızdırap devam etti. Dedim: Ya Rabbi, dilimle söylemedim, gönlümden geçti. Allahım, yediğimiz içtiğimiz şeyler için çıkış yolları yarattığın için hamd olsun. Bu nimetlerine de şükürler olsun. Aman ya Rabbi, ne müthişmiş bu idrar yolları... Rahat rahat, düşünmeden yeriz içeriz. Eğer her abdeste, idrara çıkmak böyle olsaydı, hayatın ne tadı kalırdı! İnsan canından beziyor...”

Kur’an’ı öğreten Rahman olan Allahım! Bizi, kelamına muhabbet ile bağlananlardan, ömrünün her gününde onu okuyanlardan, her güzelliğinden nasiplenenlerden ve son nefesinde Senin kelamın ile can verenlerden eyle. 

Ey insanı ve diğer varlıkları yaratan Allahım! Bizi, sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilenlerden, hayırla faydalananlardan ve hamd edenlerden eyle. Her nimetin ile Seni ananlardan ve Sana hayran kalanlardan eyle. Nasip etmediklerinde de bir hikmet oluşuna iman ederek hamd ile Sana sığınanlardan eyle.

Amin.