بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
ف۪يهِمَا فَاكِهَةٌ وَنَخْلٌ وَرُمَّانٌۚ
İsti'naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Faidei haber ibtidai kelam olan isim cümlesidir. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Fîhimâ, mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. Fâkihetun, haberdir. Nahlun ve rummânun, fakihetun’a atıftır.
Nahlun - rummânun - fakihetun kelimelerindeki tenvin nev kesret ve tazim ifade eder. Bu kelimeler arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Meyve dedikten sonra nar ve hurmanın zikredilmesi, hususun umuma atfı babında itnab sanatıdır.
O ikisinde meyve, hurma ve nar vardır demektir. Hurma ile narın meyvelere atfı bu ikisinin üstünlüğünü göstermek içindir. Çünkü hurmanın meyvesi hem gıda hem de eğlencedir; narın meyvesi de hem eğlence hem de ilâçtır. Ebû Hanîfe bunu şuna delil getirmiştir ki, bir kimse meyve yememeye yemin etse de taze hurma yahut nar yese yemini bozulmaz. (Beydavi)
فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ
Fe rabıtadır. Mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Şart cümlesi mahzuftur. Dolayısıyla ayette icazı hazif vardır.
Car mecrur bi eyyi, tukezzibâni fiiline muteallıqtır. Eyyi, âlâi’ye muzaftır.
Cevap cümlesi istifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen ikrar, tevbih ve tariz kastı taşıdığı için mecazı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Cümlede tecahülü arif sanatı vardır.
Rab isminde tecrit sanatı vardır.
Bu tekrarların; mânâyı muhâtabın nefsinde pekiştirmek, bir şeyin azametini muhâtaba hissettirmek, fâsılanın uzaması sebebiyle hatırlatma gibi faydası vardır. Ayrıca nefsi rahatlatmak amacıyla sevinç, pişmanlık, hüzün vs. ifâde eden ibâreler de tekrarlanır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi)
Rabbinizin… yalanlıyorsunuz ifadesinde hitap sekaleyne -yani ins ve cinne-dir; [8. âyette] enâmın (mahlukatın) zikredilmesi ve Ey insanlar ve cinler! Yakında sadece sizinle ilgileneceğiz!” [31]) âyeti de buna delâlet etmektedir. (Keşşaf)
Bu sûrede Allah Teâlâ pek çok nimetini zikretmiştir. Zikredilen her nimetten sonra da bu istifhâm tekrar edilmiştir. Bu tekrarda, nimetlerin ne kadar çok olduğuna ve üzerinde düşünmek gerektiğine tenbîh vardır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi)
Allah bu surede, nimetlerini inkâr edenleri azarlamak için “Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayetini tekrar etmiştir
Rahmân Sûresi’nin bu âyetrinde ve diğer âyetlerinde Febi eyyi âlâi rabbi kumâ tukezzibâni ifadesinin tekrar edilmesi en güzel tarîz örneklerindendir. (Allân, el-Bedî‘ fi’l-Kur’ân, s. 192)
Herhangi bir muhatap geçmediği halde, ayetteki böylesi hitabın hikmeti, iltifat sanatı türünden olmasıdır.
Önceki sûrede, fiiller bizzat Allah'ın zâtına isnat edilince, bu sûrede, rahmetinden bahsedilirken ise, korku ve dehşeti bertaraf edecek bir lafız kullanılmıştır ki, bu da "Rabb" lafzıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "O sizin Rabbiniz olduğu halde, siz onun hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?.." buyurmuştur.
Bu ayetin tekrarlanmasının ve bu tekrarın 31 kere olmasının hikmeti nedir? Tekranın faydası, iyice anlatmak, zihinlere yerleştirmektir. Ama, bu hususî sayının meselâ 31 şeklinde oluşuna gelince, biz deriz ki: Bu manadaki sayılar tevkifidir. Bunların niçin bu şekilde takdir edildiğine, insanın aklı ermez, buna muttali olamaz. (Fahrettin Razi)
ف۪يهِنَّ خَيْرَاتٌ حِسَانٌۚ
İsti'naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Faidei haber ibtidai kelam olan isim cümlesidir. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Fîhinne, mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. hayrâtun haber, hisânun onun sıfatıdır.
Onlarda hayırlı güzel kadınlar vardır demektir, şeddesi atılmıştır, çünkü ahyer; (daha hayırlı) manasına olan hayr cemi yapılmaz. Aslı üzere hayyiratün de okunmuştur. (Beydavi)
فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ
69. Ayet gibidir.
حُورٌ مَقْصُورَاتٌ فِي الْخِيَامِۚ
Hûrun 70. Ayetteki hayrâtun’den bedeldir. Maqsûrâtun, onun sıfatıdır. Fil hiyâmi maqsûrâtun’a muteallıqtır.
Çadırlarda hapsolunmuş huriler, evlerinden ayrılmayan cennet kadınları demektir. İmreetün kasîratün ve kasûratün ve maksuratün denilir ki, haremde tutulan kız ya da gözlerini kocalarından ayırmayan kadınlar demektir. (Beydavi)فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ
69. Ayet gibidir.
لَمْ يَطْمِثْهُنَّ اِنْسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَٓانٌّۚ
Ayet hûrun için sıfat olarak gelmiştir. Menfi fiil cümlesi faidei heber talebi kelamdır. Lem muzari fiili cezm ederek manasını olumsuz maziye çevirmiştir. İnsun mübtedadır. Zaman zarfı qable, yetmishunne fiiline muteallıqtır. Cânnun, insun’a matuftur. Nefi harfi lâ olumsuzluğu tekid etmiştir.
Cânnun - insun kelimeleri arasında tıbakı icab sanatı vardır. Bu kelimelerdeki tarif, ahdi sarihidir.
Ayette takdim tehir sanatı vardır. Qablehum faile takdim edilmiştir.فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِۚ
69. Ayet gibidir.
مُتَّكِـ۪ٔينَ عَلٰى رَفْرَفٍ خُضْرٍ وَعَبْقَرِيٍّ حِسَانٍۚ
Fasılla gelen ayette icazı hazif vardır. Muttekiîne, amili mahzuf haldir. Medih üzere mansubtur.
Alâ refrefin, muttekiîne’ye muteallıqtır. Abqariyyin, refrefin’e matuftur. Hudrun refrefin için, hisanin abqariyyin için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren itnabtır.
Cümle hûrun’un sıfatı olarak ref mahallindedir.
Muttekiîne ihtisas üzere mansūbdur (Hele o yaslananlar...) (Keşşaf)
Yeşil ve güzel döşemelere yaslanarak. Abkariy, abkar'a mensup (Abkar malı) demektir. Araplar bunun cinlerin bir şehri olduğunu iddia ederler ve her acayip şeyi de oraya nispet ederler. Bundan maksat cinstir, bunun içindir ki, manaya bakılarak hisân çoğul olarak verilmiştir. (Beydavi)فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
69. Ayet gibidir.
تَبَارَكَ اسْمُ رَبِّكَ ذِي الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ
Surenin son ayeti isti’nafiye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesi, faidei haber ibtidai kelamdır.
İsmu fail ve muzaftır. Müsnedün ileyhin izafetle marife olması az sözle çok anlam ifade etmek kastına matuftur. Ke zamiri, rabbi’nin muzafun ileyhi olmakla, ismu, rabbi’ye muzaf olmakla şeref ve şan kazanmıştır. Zî, rabbi’nin sıfatıdır.
Ayette mütekellimin Allah Teala olması hasebiyle Rab isminde tecrit sanatı vardır.
Tebareke kelimesi, bereket kökündendir. Bereket, devam ve sebat etme manasınadır. (deveyi çöktürmek, sebat ettirmek) ve ifâdeleri de bundandır. Çünkü su, birkede (havuzda) hep bulunur, hep akar. Tebareke ile ilgili birkaç izah bulunmaktadır:
1) Bu, "O'nun ismi devamlı ve sabit oldu" demektir.
2) "O'nun katında hayırlar devamlı oldu" demektir. Çünkü bereket, hernekadar, "sebat" manasına ise de, bu hayırlar için de kullanılır.
3) Bu, "Mekânca değil de, şan ve şerefçe yücedir" demektir.
تَبَارَكَ mazi fiildir, çekimi yoktur; ancak Allah için kullanılır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
تَبَارَكَ kelimesinin kök manası berekettir, bu da ziyadelik, büyüme demektir. تفاعلة babından dolayı mübalağa ifade eder. Ziyadelik, gelişme ve büyüme manaları Allah Teâlâ hakkında kullanılırsa, takdis, tenzih ve ta’zim ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Zuhruf Suresi Belaği Tefsiri, c. 4, s. 367.)
Bereket; تَبَارَكَ الله (Allah zengin ve cömerttir.) [A‘râf 7/54]) ayetinde olduğu gibi hayrın çokluğu ve artışı demek olup iki anlamı vardır: Hayrı sürekli olarak artıp çoğalan veya sıfat ve fiillerinde her şeyden daha ileri ve yüce olan demektir. (Keşşâf)
Ayette, isim kelimesinin yer alışının, aslında manada tesiri yoktur. Yahut da, "Bu kelime, Tebâreke fiilinin kendisinden ötürü zikredildiği temel unsurdur (yani onun failidir)" Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) Meşhur olan görüşe göre, tıpkı, Rabbinin zâtı (vechi) bakî kalacaktır ayetindeki vech gibi, bu isim kelimesinin de manada bir tesiri yoktur. Böyle oluşunun delili ise, Hak teâlâ'nın başka bir ayette mesela, Yaratıcıların en güzeli ne yücedir! (Mü'minûn, 14) ve Mülk elinde bulunan O Zât ne yücedir! (Mûlk, 1) buyurması ile tebâreke (yüce oldu) lafzının bu şekilde kullanıldığı diğer bütün ayetlerdir. Rabbin vechi ifadesinde ise, Rab de, vech de, ikisi birden o Zâtı ifade eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak o ayette vechi’ni, zü'l-celâl diyerek tavsif etti. Dolayısıyla vech gibi merfu oldu. Burada ise (mecrur olan) Rab kelimesine sıfat olarak zi'l-celâli’yi getirdi (mecrur kıldı). Eğer Cenâb-ı Hak, "Rab bakî kalacaktır" demiş olsaydı, Rab olarak bakî kalınca, o zamanda onun merbûbları da (kulları da) bulunması gerekirdi. Ama Rabbin vechi (yüzü - zatı) bakî kalacaktır buyurunca bu söz, merbûbu unutturdu. Dolayısıyla Hakk'ın bakî kalacağı kesin kes ifade edilmiş oldu. (Fahrettin Razi)
Bununla yüce Allah muhataplara şunu öğretiyor gibidir: “Bütün bunlar size rahmetim ile verilmiştir. Rahmetim ile Ben sizi yarattım, sizin için göğü, yeri, diğer yaratıkları, mahlukları, cenneti ve cehennemi yarattım. Bütün bunlar sizin İçin Rahmân ismimin bir tecellisidir.” Böylelikle yüce Allah kendi ismini övmekte, sonra da "celal ve İkram sahibi" diye buyurmaktadır. Yani O, zatı itibariyle celâl, fiilleri itibariyle kerimdir. (Kurtubi)
Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)
Allah Teâlâ’nın Rahmân ismiyle başlayan sûre, azamet ve kerem sahibi rabbimizin adının ne kadar yüce olduğuna yapılan vurgulu bir ifadeyle sona ermektedir. Âlimler Resûlullah’tan yapılan bir rivayetten esinlenerek, dualarda, Allah’ı burada geçen zü’l-celâli ve’l-ikrâm sıfatıyla nitelemeyi tavsiye etmişler ve duaların kabulüne vesile olmasının umulabileceğini belirtmişlerdir (İbn Atıyye, V, 237).
Surenin genelindeki fasılalar harika bir seci ahengi oluşturmuştur.
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsnül inteha sanatının güzel bir örneğidir.
Kıyamet gününün gerçekliğinde asla kuşku duyulmaması gerektiği uyarısıyla başlayan sûrede geniş biçimde cennet ve cehennem tasvirleri yapılmakta; Allah Teâlâ’nın kudretinin kanıtlarından örnekler verilmekte, Kur’an’ın Allah katından indirilmiş bulunduğuna ve bunun insanlar için büyük bir nimet olduğuna dikkat çekilmektedir.
Mushaf sırasına göre bundan önce yer alan rahmân sûresiyle bu sûre arasında konu birliği açısından şöyle bağlar kurulmuştur: a) Önceki sûre Allah Teâlâ’nın celâl ve ikram (azamet ve kerem) sahibi olduğu belirtilerek sona ermiş, bu sûrede onun bu sıfatlarının tecellileri açıklanmıştır. b) Önceki sûrede Allah’ın nimetleri hatırlatılıp bunları yalan sayma tavrı ısrarla kınanmış, bu sûrede de kıyametin kopmasıyla artık bu gerçeğin inkâr edilemeyeceği bildirilip orada verilecek karşılıklardan söz edilmiş ve iş işten geçmeden bu gerçeğe uygun davranılması uyarısı yapılmıştır.
c) Önceki sûrede yükümlüler inkârcılar ve müminler şeklinde iki ana gruba ayrıldıktan sonra müminlere de derecelerine göre farklı nimetler (cennetler) verileceği bildirilmiş, bu sûrede de buna paralel üçlü bir tasnif yapılmıştır. d) Önceki sûrede göğün yarılmasından söz edilerek kıyamet tasvirine başlanmış, bu sûrede yerin sarsılması ve dağların toz duman olması haline değinilerek bu anlatım sürdürülmüştür (Râzî, XXIX, 139; Elmalılı, VII, 4699).
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُۙ
Kıyamet sahneleriyle ilgili çarpıcı bir tasvire yer verildikten sonra, âhirette insanların üç gruba ayrılacakları belirtilmektedir. Bu gruplardan ilki, 8. âyette “ashâbü’l-meymene”, 27, 38, 90 ve 91. âyetlerde “ashâbü’l-yemîn” olarak adlandırılmış olup, Kur’an’daki başka açıklamalardan anlaşıldığına göre bu, “amel defteri sağ tarafından verilenler” demektir (bk. İsrâ 17/71; Hâkka 69/19; İnşikāk 84/7). İkinci grup 9. âyette “ashâbü’l-meş’eme” ve 41. âyette “ashâbü’ş-şimâl” olarak adlandırılmış, ayrıca 51 ve 92. âyetlerde “yoldan sapmış inkârcılar” diye anılmıştır. Bunlar amel defteri sol tarafından veya arka tarafından verilenlerdir (bk. Hâkka 69/25; İnşikāk 84/10). Üçüncü grup ise 10. âyette “es-sâbikūne’s-sâbikūn” (önde olanlar, o önde olanlar), 11 ve 88. âyetlerde “mukarrebûn” (Allah’a en yakın olanlar) şeklinde nitelenmiştir; bunların, amel defteri sağından verilenlerin önde gelen, mertebesi yüksek olan kesimi oldukları anlaşılmaktadır. Birinci grup için kullanılan “ashâbü’l-meymene” tamlamasındaki meymene kelimesi “uğur, bereket”, “ashâbü’l-meş’eme” tamlamasındaki meş’eme kelimesi “uğursuzluk” anlamına gelmekle beraber esasen bunlar da Araplar’da hayrın sağdan ve şerrin sol taraftan geldiği telakkisiyle bağlantılıdır. Yine, Arapça’da bu mâna ile ilişkili olarak söz konusu tabirlerden birincisi değerli ve yüksek mevkideki insanları, ikincisi de düşük mertebede bulunanları ifade etmek üzere kullanılır. Bazı müfessirler Hadîd sûresinin 12 ve Tahrîm sûresinin 8. âyetlerine dayanarak burada birinci gruptakilerin sağ yanlarının Allah’ın nuruyla aydınlanacağına işaret bulunduğu yorumunu yapmışlardır (Zemahşerî, IV, 56; Râzî, XXIX, 142–145). Bu bilgiler dikkate alınarak, –bağlama göre farklı tercümeler yapılabilirse de– ashâbü’l-meymene ve ashâbü’l-yemîntamlamaları için “Allah’ın hoşnut olduğu tavırları benimseyen, O’nun katında değerli kimseler” anlamını yansıtacak bir tercüme yapılması uygun olur. Bu sebeple, belirtilen âyetlerin meâllerinde bu deyimler “hakkın ve erdemin yanında olanlar” şeklinde çevrilmiştir. Aynı anlayışla, ashâbü’l-meş’eme ve ashâbü’ş-şimâl deyimleri de ilgili âyetlerde “bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlar” şeklinde karşılanmıştır.
1. âyette geçen vâkıa kelimesi “meydana gelen, vukûu kesin olan önemli hâdise” demektir. Kıyametin geleceğinde kuşku bulunmadığı için bu kelimeyle anılmıştır. Müfessirlerin bir kısmı, “büyük olay gerçekleştiği zaman” ifadesinin devamında “göreceksiniz neler olacak!” gibi bir mânanın bulunduğunu düşünmüşlerdir. Buna göre 2. âyete “Ki onun meydana geleceğini kimse yalan sayamaz” şeklinde mâna vermek uygun olur. Yine bu âyetteki kâzibe kelimesinin cümledeki görevini farklı değerlendirerek “onun oluşu asla yalan değildir” anlamı da verilebilmektedir (Zemahşerî, IV, 55-56; İbn Atıyye, V, 238).
Bazı müfessirlere göre 3. âyette söz konusu edilen “alçaltma ve yükseltme” kıyametle birlikte evrende meydana gelecek fizikî değişikliklerle ilgili olup mevcut düzen ve dengenin altüst olacağı anlamındadır; bu yorum 5-6. âyetlerdeki tasvire uygun düşmektedir. Diğer bir yaklaşıma göre alçaltma ve yükseltme insan unsuruyla ilgilidir. Bu da iki farklı yorum ortaya çıkarmaktadır: a) Kıyametin kopması âhirette inkârcıları cehennemin aşağılarına düşürecek ve müminleri cennetin yukarılarına yükseltecektir; b) Kıyametin kopması bu dünyada büyüklenen nice kimseleri ve toplumları alçaltacak, rezil rüsvâ edecek, horlanan veya tevazu gösteren nicelerini de yüceltecektir (Taberî, XXVII, 166-167; Zemahşerî, IV, 56; İbn Atıyye, V, 239).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 218-220Veqa'a وقع :
Bir şeyin sabit olması da düşmesi de وُقُوعٌ kelimesiyle ifade edilir. واقِعَةٌ sözcüğü yalnızca sıkıntı, güçlük ya da felaketle ve nahoş/iğrenç olan şeyle ilgili kullanılır.
وَقَعَ lafzı ise Kur'an'da geçtiği yerlerin çoğunda kelimesi azap, sıkıntı ve felaketlerle bağlamında kullanılmıştır.
Bu köke ait مَواقِعُ الْغَيْثِ ifadesi yağmurun düştüğü yerler manasındadır. Son olarak kuşun barındığı yere de مَوْقِعٌ denmiştir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de çeşitli formlarda 24 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri vakâ, vâkıa, vâki, (emri) vâki, mevki, vuku, vukuat, ika ve (hissi kablel)vukûdur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. İzâ istikbalde şart manalı, cümleye muzaf olan zaman zarfıdır. Gayrı cazimdir. Ayetin ilk cümlesi şart üslubunda gelmiş gayrı talebi şart cümlesidir.
Vaqaat, cer mahallinde şart fiilidir. Elvâqıatu faildir.
Âyetteki şart cümlesinin cevabı ise fe ashâbul meymeti mâ ashâbul meymeneti âyetidir. (İbn Âşûr)
Âyette elvâqıatu (olacak vak’a) lafzı fâil olarak müsnedün ileyhtir. Vaqaati, mazi fiili ise onun müsnedidir.
Müsnedün ileyh fiil olduğu için ve fiil cümlelerinde karine olsa dahi fiilin hazfi caiz olmadığı için burada zikredilmiştir. Yani burada müsnedün ileyh aslı üzere zikredilmiştir. Müsnedün ileyh marifedir. Marifeliği elif-lam takısı ile olmuştur. Bu şekilde marife kılınmasının sebebi ise zihinlerde mevcut olan (ahd-i zihnî), bilinen kıyamete dikkat çekmektir.
Müsnedün ileyhin müsnedden sonra zikredilmesinin sebebi ise müsnedin amil olmasıdır. Nitekim müsned amil olduğunda başta gelmesi asıldır. Yani burada müsnedün ileyh aslı üzere müsnedden sonra gelmiştir.
Müsned zikredilmeksizin yalnızca " "الواقِعَة (gerçekleşecek olan) denilecek olsaydı müsnedin ne olduğu hiçbir şekilde bilinemeyecekti. İşte bu kapalılığı gidermek için müsned zikredilmiştir. Müsned müfred olarak gelmiştir. Bu nedenle sebebî değildir ve tekavvî de ifade etmemektedir. Önceki bölümde geçtiği üzere sebebî müsned, bulunduğu cümlede müsnedün ileyh olmayan bir aid zamiri ile mübtedâya bağlanan cümledir. Burada ise müsned, müfred bir fiil olarak geldiği için sebebî müsnedin tanımında geçen ‘cümle olma’ şartını taşımamaktadır. Müsnedin burada fiil olarak gelmesinin nedeni ise müsnedi en kısa ifade ile geçmiş zamanla kayıtlamaktır. Müsnedin müsnedün ileyhten önce zikredilmesinin sebebi, fiil olmasıdır. Nitekim fiiller amil olduğu için başta gelmeleri asıldır. Yani burada müsned aslı üzere başta gelmiştir. Son olarak müsnedin "إذا "şart edatıyla kayıtlandığı görülmektedir. Daha önce de geçtiği üzere "إذا "şart edatı bir işin sonucunu gelecek zamanda bir şarta bağlamayı ifade ettiği için aslen şart ve ceza cümlelerinin gelecek zaman ifade etmesi gerekmektedir. Bir nükte söz konusu olmaksızın bunun dışına çıkılmaz. Âyete bakıldığında ise "إذا’ "nın şart cümlesinin mazi olarak geldiği görülmektedir. Bunun nedeni ise henüz gerçekleşmemiş olan kıyameti gerçekleşmiş gibi göstermektir. Yani kıyametin ileride kesin vuku bulacak olmasına binaen müsned burada mazi fiil olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ, müsnedi bu şekilde mazi fiil formunda getirmek suretiyle kıyametin kopmasını olmuş bitmiş bir vak’a olarak gözler önüne sermektedir. (Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)
Vaqaati - vâqıati kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌۢ
Ayet itiraziyye veya istinafiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.
Leyse isim cümlesine dahil olarak ismini ref haberini nasb eden nakıs fiildir.
Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur liveqatihâ, leyse’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıqtır. Kâzibetün, leyse’nin muahhar ismidir. Kâzibetün mevsufu hazfedilmiş sıfattır. Takdiri nefsun kâzibetün (Yalancı biridir) şeklindedir.
خَافِضَةٌ رَافِعَةٌۙ
Ayet isti’nafi beyaniyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Hâfidatün, mahzuf mübtedanın haberidir. Râfiatün ikinci haberdir. İcaz-ı hazif vardır.
Müsnedün ileyh, yani elvâqıatü (kıyamet) lafzı ilk iki âyette zikredildiği için burada gereksiz kelime kullanımından kaçınmak amacıyla hazfedilmiştir. Hazfedilen bu müsnedün ileyh gaib zamiri olduğu için marifedir.
Âyette geçen müsnedler Hâfidatün ve râfiatün yüceltme gayesi ile zikredilmişlerdir. Nitekim bu lafızlar Allah’ın isimleri de olmaları sebebiyle övgü anlamı içermektedirler.
Zikredilen müsnedler, yenilenme ifade etmemeleri ve üç zamandan biriyle kayıtlanmamaları sebebiyle isim olarak getirilmişlerdir. Burada müsnedlerin yenilenme ifade etmemesi sübut (devamlılık) ifade etmesi anlamına gelmektedir. Buna göre âyette Kur’ân’ın bir kısım insanları devamlı olarak yücelttiği, yine diğer bir kesimi ise devamlı olarak alçalttığı vurgulanmıştır. Âyetteki müsnedler nekre olarak gelmiş olup bir izafet veya vasıf yoluyla tahsis edilmemişlerdir. Bu şekilde müsnede dair detaylar muhataplardan gizlenmiştir. Yine âyetteki müsnedler herhangi bir öğe ile kayıtlanmamışlardır. Bu şekilde de yine kıyamet günü vuku bulacak olan bu durumlara (yükseltme ve alçaltma) dair detaylar muhataplardan gizlenmiştir. (Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)
Alçaltına ve yükseltmenin, kıyamete isnat edilmesi mecâz-ı aklîdir. Çünkü, esasta alçaltan da yükselten de Allah (c.c.)'dir. O, dostlarını yüceltir, düşmanlarını alçaltır. Bu fiiller, mecaz olarak kıyamete isnat edilmiştir. Bu, Arapların, nehârahu sâimun (Onun gündüzü oruçludur.) cümlesine benzer. (Safvetü’t Tefâsir)
اِذَا رُجَّتِ الْاَرْضُ رَجاًّۙ
Ayet birinci izâ’dan bedeldir. İzâ istikbalde şart manalı, cümleye muzaf olan zaman zarfıdır. Gayrı cazimdir. Ayetin ilk cümlesi şart üslubunda gelmiş gayrı talebi şart cümlesidir.
Ruccet, cer mahallinde şart fiilidir. Elardu naibu faildir. Raccan mefulu mutlaktır.
Müsnedün ileyh, hazfedilmiş, yerine nâibü’l-fâil getirilmiştir. Bunun sebebi dikkatleri yerin sarsılmasına çekmektir. Yani muhatapların dikkatleri gerçekleşecek olan olaya çekilmiştir. Müsnedün ileyh elif-lam takısı ile marife kılınmış, böylece zihinlerde mevcut olan (ahd-i zihnî) kıyamete dikkat çekilmiştir. Müsnedün ileyhin müsned olan ruccet fiilinden sonra zikredilmesinin sebebi ise bu fiilin amil olması hasebiyle başta gelmesinin asıl olmasıdır.
Müsnedin fiil olmasının sebebine gelince; burada gaye müsnedi en kısa ifade ile geçmiş zamanla kayıtlamaktır. Şöyle ki, müsned isim olarak getirilseydi geçmiş zamana delalet etmesi için geçmiş zamanı ifade eden bir zarf ile kayıtlanması gerekirdi. Müsnedin mazi fiil olarak getirilmesi suretiyle zarfa ihtiyaç duyulmaksızın bu mana elde edilmiştir.
Müsnedin müsnedün ileyhten önce zikredilmesinin sebebi fiil olmasıdır. Nitekim fiiller amildirler ve asıl olan, fiillerin fâil veya nâibü’l-fâillerinden, yani mamullerinden önce zikredilmesidir.
Son olarak müsnedin iki şekilde kayıtlandığı görülmektedir. Birincisi, izâ şart edatıyla kayıtlanmasıdır. Izâ şart edatının şart ve ceza cümleleri ilk âyetin tahlilinde de belirtildiği üzere muzari olur.
Ancak burada şart cümlesi mazi formunda gelmiştir. Bunun sebebi henüz gerçekleşmemiş olan yerin sarsılışını gerçekleşmiş gibi göstermektir. Müsnedin kayıtlandığı ikinci öğe ise mef’ûlun mutlak olan raccen lafzıdır. Burada mef’ûlun mutlak kayıtlandığı ruccet fiilini tekid etmektedir. Nitekim âyetin meali “Yer şiddetle sarsıldığı zaman” şeklindedir. (Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)
وَبُسَّتِ الْجِبَالُ بَساًّۙ
Ayet atıf harfi vav ile öncesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber talebi kelamdır. Elcibâlü naibu faildir. Bessan mefulu mutlaktır.
Busse - bessan kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.فَكَانَتْ هَبَٓاءً مُنْبَثاًّۙ
Fe atıftır. Kâne’nin dahil olduğu isim cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. İsim cümlesinde isme isnad, subut ifade eder.
Hebâen, kâne’nin haberidir. Münbessen, hebâen’in sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Kâne nâkıs fiilinin ismi olan ve elcibâle (dağlar) lafzına ait olan gizli hiye (o) zamiri müsnedün ileyh, hebâen (toz) lafzı ise müsneddir.
Müsnedün ileyh bir önceki âyette açık olarak zikredildiği için burada tekrar zikredilmemiş, müsnedün ileyhe, yani elcibâle lafzına ait olan hiye (ِo) zamiri müstetir zamir olarak getirilmiştir. Hazfedilen bu müsnedün ileyh gaib zamiri olduğu için marifedir. Müsnedün ileyhin bu şekilde marife olmasının sebebi ise makamın gaiplik (üçüncü tekil şahıs) makamı olmasıdır.
(Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)
وَكُنْتُمْ اَزْوَاجاً ثَلٰثَةًۜ
Cümle atıf harfi ile öncesine atfedilmiştir. Kâne’nin dahil olduğu isim cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. İsim cümlesinde isme isnad, subut ifade eder.
Ezvâcen, kâne’nin haberidir. Selâseten, ezvâcen’in sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Kane, fiillerinin devamlılığına delalet eder. Ayrıca haberinin, isminin mahiyetinden bir cüz olduğuna işaret eder. (Muhammed Ebu Musa, Duhan/31)
Bu hitap ya hem mevcut ümmet için, hem de eski ümmetler içindir; yahut yalnız mevcut ümmet içindir. (Ebussuud)
فَاَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَٓا اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ
Fe isti’nafiyyedir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Ashâbu mübteda ve muzaftır. Elmeymeneti muzafun ileyhtir. Mâ ashâbu cümlesi birinci ashâbu’nun haberidir. Mâ, istifham harfi ikinci mübteda olarak mahallen merfudur. Ashâbu, mâ’nın haberi ve muzaftır. Elmeymeneti muzafun ileyhtir.
Müsnedün ileyhin izafetle marife olması, veciz ifadenin yanında tazim içindir.
Müsnedün ileyh yüceltme gayesiyle zikredilmiştir. Çünkü müsnedün ileyhi ifade eden lafız ashâbul meymeti övülen bir makamı göstermektedir. Müsnedün ileyh izafetle marife olmuştur. Burada gaye ashâbu lafzını elmeymeneti lafzına izafe ederek bu kesimi yüceltmektir. Müsnedün ileyh yine yüceltmek amacıyla müsnedden önce zikredilmiştir, denilebilir.
(Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)
وَاَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ مَٓا اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ
Şe'eme شأم :
شَأمَ uğursuz saymak. شَاْمٌ Kuzey, kuzey bölgesi. شُؤْمٌ Uğursuzluk/şanssızlık. تَشاؤمٌ Kötümserlik. (Dağarcık)
Kuran’ı Kerim’de aynı isim formunda 3 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri şom ve meş'ûmdur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Ayet atıf harfi vav ile öncesine atfedilmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Ashâbu mübteda ve muzaftır. Elmeşemeti muzafun ileyhtir. Mâ, istifham harfi ikinci mübteda olarak mahallen merfudur. Ashâbu, mâ’nın haberidir. Elmeşemeti muzafun ileyhtir.
8.ve 9.ayetler arasında mukabele sanatı vardır.
Meymeneti - meşemeti kelimeleri arasında tıbak-ı icab sanatı vardır.
Müsnedün ileyhin izafetle marife olması, veciz ifadenin yanında tahkir içindir.
وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَۙ
Vav atıftır. Sâbikûn mübtedadır. İkinci sâbikûn ifadesi, birincisinin te'kîdi ya da haberidir.
Bunlar, anılan üç sınıfın üçüncü kısmıdır. Bunlar, fazilet olarak üç kısmın, en ilerisi ve öndekileri oldukları halde, en sonunda zikredilmeleri, onların zikri ile güzel halleri bir arada olması içindir. Kaldı ki, bunların mutlak olarak "Öndekiler / Sâbikûn" unvanıyla zikredilmeleri, her cihetten yarışta önde olduklarını ifâde etmektedir. (Ebussuud)
7. ve 10. âyetlerde insanların âhiret hayatında üç grup olacakları ifade edilmiş sonra üç grup hakkında da bilgi verilerek taḳsîmat yapılmıştır. Yani cem meat taksim sanatı vardır.
Essâbiqûne essâbiqûne lafızlarından ilki müsnedün ileyh iken ikincisi müsneddir. (Zeccâc)
Müsnedün ileyh yüceltme gayesi ile zikredilmiştir. Çünkü müsnedün ileyhi ifade eden essâbiqûne lafzı övülen bir makama delalet etmektedir. Müsnedün ileyh elif-lam takısı ile marife kılınmıştır. Buradaki elif-lam istiğrak ifade etmektedir. Yani âyette önde olan herkes kastedilmektedir. Müsnedün ileyhin müsnedden önce zikredilmesine gelince, gaye müsnedün ileyhi yüceltmektir.
(Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)
اُو۬لٰٓئِكَ الْمُقَرَّبُونَۚ
“Mukarrebûn” (Allah’a en yakın olanlar) diye nitelenen “es-sâbikūne’s-sâbikūn” (önde olanlar, o önde olanlar) grubu ile “Allah ve resulüne ilk iman edenler, ilk muhacirler, iki kıbleye doğru da namaz kılmış sahâbîler” şeklinde belirli kimselerin kastedildiği yorumları yapılmış olmakla beraber, İbn Atıyye esasen âyetin dünyada iken iyilik yapma ve kötülüklerden sakınma hususunda öncü konumunda olan ve âhiret mutluluğunda da en önde olmayı hak eden bütün insanları kapsadığını belirtir (diğer yorumlarla birlikte bk. Taberî, XXVII, 170-171; İbn Atıyye, V, 240; Şevkânî, V, 172).
13. âyette geçen ve “çoğu” diye tercüme edilen sülle kelimesi “az olsun çok olsun insan topluluğu”nu ifade eden bir kelimedir. Buna göre âyeti “bir kısmı öncekilerdendir” şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat sonrakilerden söz eden 14. âyette “birazı” dendiği için buna da “çoğu” anlamı verilmiştir. Burada Kur’an’ın muasırları ve sonrasını kapsayan bir tasniften söz edildiği kabul edilirse, “sâbikūn”dan çoğunun öncekilerden olduğunu izah kolaylaşır; zira bu grubun öncüleri sahâbe-i kirâmdır. Bu tasnifin geçmiş ümmetleri de kapsadığı kabul edildiğinde ise, gelip geçmişlerden “sâbikūn”un çokluğu, bütün peygamberleri içine almasıyla izah edilebilir (İbn Atıyye, V, 241).
15-26. âyetlerde ve daha sonra da 28-37. âyetlerde cennet nimetiyle ödüllendirilecek ve onurlandırılacak kimseleri bekleyen hayata ilişkin canlı tasvirlere yer verilmektedir. 17. âyette, dünyadaki tasavvurlarımıza göre hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmekte; cennette dünyada olduğu gibi bir kısım insanların diğerlerine hizmet vermesinin söz konusu olmayacağı, cennetle ödüllendirilen herkesin “hizmet edilen” konumunda bulunacağı, ikramları sunmak üzere –sonsuza dek genç kalacak– hizmetçiler tahsis edileceği bildirilmektedir (başka yorumlarla birlikte bk. Şevkânî, V, 173-174). 19. âyetteki cennet içkilerinin içenlere baş ağrısı vermeyeceğine dair ifade “toplantıları dağıtılmaz, ağızlarının tadını kaçıracak bir durumla karşılaşmazlar”, aynı içkinin sarhoşluk vermeyeceğine dair ifade ise “içtikleri tükenmez” mânalarıyla da açıklanmıştır (İbn Atıyye, V, 242; cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; Nebe‘ 78/31-36; Mutaffifîn 83/22-28; Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376-386).
Ayet öncesindeki sâbikûn’un haberi olarak merfudur. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber talebi kelamdır. Ulâike mübtedadır. Elmuqarrebûne haber veya ismi işaretten bedeldir.
Müsnedin ileyhin işaret ismiyle marife olması, işaret edilene dikkat çekerek önemini vurgulama ve tazim ifade eder.
Müsnedin elif lam takısıyla marife olması, herkes tarafından biliniyor olmasını belirtmesi yanında, tahsis ifade eder.
Müsnedün ileyh, kendisine delalet eden karinenin zayıf kalması sebebiyle ihtiyaten zikredilmiştir. Nitekim müsnedün ileyhin zikredilmemesi durumunda haber olan elmuqarrabûne lafzının önceki âyetteki ikinci elmuqarrabûne lafzının sıfatı olduğu zannedilebilirdi. Müsnedün ileyh bu karışıklığı gidermek için zikredilmiştir.
Müsnedün ileyh ism-i işaret yoluyla marife kılınmıştır. Bunun iki sebebi olabilir:
Birincisi ulâike ile uzağa işaret etmek suretiyle müsnedün ileyhi yüceltmektir.
İkincisi ise müşarun ileyh olan elmuqarrabûne (önde olanlar) lafzının bir takım vasıflarla zikredilmesine binaen ismi işaretten sonra gelen yakınlaştırılanlardan olma vasfına da layık olduğuna dikkat çekmektir.
Müsnedün ileyhin müsnedden önce zikredilmesinin sebebi ise birçok şeye hüküm olabilecek elmuqarrabûne müsnedini ulâike lafzına tahsis etmektir.
Âyetteki elmuqarrabûne (yakınlaştırılanlar) müsnedi için, bir önceki âyetin müsnedi olan essâbiqûne (önde olanlar) lafzı ile aynı formda gelmesi hasebiyle aynı mülahazada bulunulması mümkündür. (Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ
Ayet ulâike’nin mahzuf olan ikinci haberi olarak mahallen merfudur. Car mecrur fî cennâti, mübtedanın ikinci haberine müteallıqtır. Ennaîmi muzafun ileyhtir.
Cenâb-ı Hak, burada naîm kelimesini, lam-ı tarif ile, marife (belirli) olarak zikretmiş, sûrenin sonunda da bir naîm cenneti (Vakıa, 89) buyurarak, lâm-ı tarifsiz zikretmiştir. Halbuki sûrenin sonunda da bahsedilen kimse, yine "sâbikûn"dan birisidir ve onun için de "naîm cennetlerinden" bir cennet vardır. Bu cennet ise, marifeye izafetle marife kılınmıştır. O ise, marife değildir. Binâenaleyh bu ikisi arasında ne fark vardır? Diyoruz ki: Fark, hem lafız, hem mana yönündendir.
Lafız bakımından olan fark şöyledir: es-Sâbikûn ifadesi, cinslerini içine alan, lam-ı tarif ile, yani "cins için olan elif-lam" ile marife kılınmıştır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, marife olan bu kimselerin, öbür dünyadaki mekanlarını da, marife olarak zikretmiştir. Ama sûrenin sonunda bahsedilen kişi, marife (belirli) bir kişi değildir. Çünkü oradaki Eğer mukarreblerden ise (o ölen kişi…) ifadesi, eğer "O, onlardan bir fert ise..." demektir. (Fahreddin Razi)
ثُلَّةٌ مِنَ الْاَوَّل۪ينَۙ
Ayet isti’nafi beyaniyye olarak fasılla gelmiştir. Sülletün mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri hum sülletün’dür. Cümlede icaz-ı hazif vardır. Minel evvelîne, sülletün’ün sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Müsnedün ileyh gereksiz kelime kullanımından kaçınmak için hazfedilmiştir. Çünkü önceki âyetlerde essâbiqûne (önde olanlar) dan bahsedildiği için müsnedün ileyh bilinmektedir. Hazfedilen bu müsnedün ileyh gaib zamiri olduğu için marifedir. Bu şekilde marife kılınmasının sebebi ise makamın gaiplik (üçüncü çoğul şahıs) makamı olmasıdır.
Müsned, yenilenme ifade etmediği ve üç zamandan biriyle kayıtlanması kastedilmediği için isim olarak gelmiştir. Nekre bir isim olarak müfred kılınmasındaki gaye ise şu iki sebepten birisi olabilir: Birincisi, önceden zikri geçen bir şeye dikkat çekmemekle birlikte ‘kasr’ anlamının da kastedilmemesidir. İkincisi ise müsnedi yüceltmektir. Nitekim nekre bir isim olarak gelen bu müsned,minel evvelîne ve alâ sururin ifadelerini kendisine sıfat alarak tahsis edilmiş, böylece zikredilen grubun sülletün (sıradan bir grup olmadığı ifade edilmiştir. Son olarak müsnedin muhatapları sıkmamak için îcaz gereği herhangi bir öğe ile kayıtlanmadığı görülmektedir. (Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedin İleyh Ve Müsnedin Halleri/ ADNAN YAMAÇ)وَقَل۪يلٌ مِنَ الْاٰخِر۪ينَۜ
Qalîlun, atıf harfi vav ile sülletün’e atfedilmiştir. Minel âhirîne, qalîlün’ün sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Evvelîne - âhirîne kelimeleri arasında tıbak-ı icab sanatı vardır.
عَلٰى سُرُرٍ مَوْضُونَةٍۙ
مُتَّكِـ۪ٔينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِل۪ينَ
Müttekiîne lafzı haberdeki zamirden hal olarak mansubtur. Car mecrur aleyhâ, müttekiîne’ye müteallıqtır. Müteqâbilîne ikinci hal olarak mansubtur. Müttekîne ve müteqâbilîne kelimelerinin nasb alameti ye’dir. Cemi müzekker salimler ye ile nasb olurlar.
Hal konuya açıklık getirmek amacıyla yapılan itnabtır.
Müteqâbilîne, sülasisi qabele olan fiilin tefâul babının ismi failidir. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katar.