بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ
اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
قُرْاٰنٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen mansubdur. كَر۪يمٌ kelimesi قُرْاٰنٌ ‘un sıfatı olup mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَر۪يمٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ
Ayet 75. ayetteki kasemin cevabıdır.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَقُرْاٰنٌ için sıfat olan كَر۪يمٌۙ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Yemin ve cevabının arasına girmiş olan وَإِنَّهُۥ لَقَسَمࣱ لَّوۡ تَعۡلَمُونَ عَظِیمٌ cümlesi ile bu cümlede sıfat ve mevsuf arasına girmiş لَّوۡ تَعۡلَمُونَ ifadesi itiraz içinde itiraz olup, bunlarla yemin edilen durumun büyüklüğü pekişmiştir. Bu şekilde iç içe gelmesinin gayesi birisinin kendisiyle yemin edilmiş olan yıldızların yerlerini yüceltmek, diğerinin de kendisine yemin edilmiş Kur’ân-ı Kerîm’ i yüceltmek içindir. (Ömer Özbek , Arap Dili Ve Belâgatı’nda Itnâb Üslûbu)
Şüphesiz bu değerli bir Kur'an'dır. Ayette geçen كَر۪يمٌۙ kelimesi, Kur'an'ın sıfatı olup faydası çok olan bir kitaptır, demektir. Çünkü bu kitap insanların düzgün bir hayat sürmeleri ve öbür dünyada hayatlarının güzellik içinde olması için önemli ilimlerin prensiplerini ve ana ilkelerini kapsamaktadır. Yine bu kitap, güzeldir ve kendi cinsinden diğer kitaplar içinde hoşnut olunmuş kitaptır, ya da bu kitap, Yüce Allah'ın katında değerli bir kitaptır. Bazı alimler derler ki: ”Bu kitap, kerîm bir kitaptır çünkü en yüksek ahlâkı, yüce işleri ve şerefli fiilleri göstermektedir. Bazı alimler ise şöyle demişlerdir: ”Bu kitap değerli bir kitaptır, çünkü yüce bir yaratıcının katından kerim melekler vasıtasıyla yaratıkların en şereflisine indirilmiştir." (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ
ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ
ف۪ي كِتَابٍ car mecruru قُرْاٰنٌ ‘un mahzuf ikinci sıfatına mütealliktir. مَكْنُونٍ kelimesi كِتَابٍ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمَكْنُونِ kelimesi, sülasi mücerredi كنن olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ
Önceki ayetin devamıdır. ف۪ي كِتَابٍ car mecruru قُرْاٰنٌ ‘un mahzuf ikinci sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَكْنُونٍ kelimesi كِتَابٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
كِتَابٍ ‘deki nekrelik tazim ifade eder.
Burada ف۪ي كِتَابٍ daki ف۪ي zarfı, mecazidir. (Âşûr)
مَكْنُونٍ , kapalı demektir. Şimdi eğer, ayetteki "kitâb" sözü ile Levh-i Mahfuz kastedilmişse, o, kapalı değil, tam aksine, ondaki o şey menşur, yani açık, malûm ve yaygındır. Yok eğer, bundan "mushaf" kastedilmişse, onun مَكْنُونٍۙ (saklı) ve örtülü olmadığı açıktır. Şöyle ki; korunmuş ve muhafaza edilmiş şey, eğer çok kıymetli değilse, sadece göz ile muhafaza edilip kollanır; bu şey, insanlara da açıktır. Binaenaleyh, eğer, kıymetli ve değerli olursa, göz ile koruyup muhafaza etmekle yetinilmez, tam aksine, gözlerden ırak tutulur. Bu sebeple, giderek, son derece kıymet sahibi olduğunda, buna göre de, muhafazası derece derece artar. Mesela, bazan anbarda muhafaza edilir; bu da yetmezse (icab ederse) gömülür.. O halde, örtmek, "en mükemmel derece koruma"nın ayrılmaz bir vasfı gibi olmuş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "iyice korunmuştur" anlamında, مَكْنُونٍۙ buyurmuş, "melzûm -netice"yi murad edip, lazımı zikretmiştir ki, bu, kelamın fesahatiyle ilgili bir husustur. "Levh-i Mahfuz" hususî melekler hariç, hiç kimsenin muttali olamayacağı ve ancak, tertemiz kimselerin seyredebileceği, gözlerden mahfuz bir şeydir. Kur'an'a gelince, Kur'an da, onu değiştirmek niyetiyle olan kimselerin bakışlarından tahrif edicilerin ellerinden, daima ve her zaman saklı örtülü ve mahfuzdur, korunmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
Kur’an’ın مَكْنُونٍ ile vasıflanmasında istiare vardır. Çünkü o kitap (levhi mahfuz) İnsanların nazarlarından saklıdır. Çünkü O kitabın künhü, Allah’dan başkasının bilmediği gayb olan işlerdendir. (Âşûr)
لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ
لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ
Cümle قُرْاٰنٌ ‘un üçüncü sıfatı olarak mahallen merfûdur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَمَسُّهُٓ damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِلَّا istisna harfidir. الْمُطَهَّرُونَ fail olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُطَهَّرُونَ sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan تَفَعَّلَ babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ
Ayet قُرْاٰنٌ için üçüncü sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Cümle muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkârî kelamdır. Nefy harfi لَا ve istisna edatı اِلَّٓا ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasır; fiille fail arasındadır. يَمَسُّهُٓ sıfat /maksûr, الْمُطَهَّرُونَۜ mevsûf/maksûrun aleyh olur. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Bu ifade, ya yukarıda geçen kitap kelimesinin ikinci bir sıfatını oluşturmaktadır. Bu takdirde الْمُطَهَّرُونَۜ ”tam bir biçimde temizlenmiş olanlar"dan maksat cismanî, her türlü bulanıklıklardan ve günah kirlerinden münezzeh olan meleklerdir. Ya da, Kur'an'ın sıfatıdır. Buna göre mana mutlak olarak hadesten temiz olanlar demek olur ki, ayetin manası şekil itibariyle olumsuz (nefy) olsa bile anlam bakımından yasaklama (nehy) olur. Buna göre mana şöyle olur: Kur'an'a hades gibi cünüplük, abdestsizlik ve benzeri her türlü pisliklerden temizlenmiş olanlardan başkasının el sürmesi caiz değildir. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Cümle قُرْاٰنٌ ‘un dördüncü sıfatı olarak mahallen merfûdur. تَنْز۪يلٌ mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Takdiri, هو şeklindedir.
مِنْ رَبِّ car mecruru تَنْز۪يلٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. الْعَالَم۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
عَالَم۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi علم olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Ayet قُرْاٰنٌ için dördüncü sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Takdiri هو olan mübteda mahzuftur.
مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ car mecruru haber olan تَنْز۪يلٌ ‘e mütealliktir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Veciz ifade kastına matuf رَبِّ الْعَالَم۪ينَ izafetinde رَبِّ lafzına muzâf olması الْعَالَم۪ينَ ’ye tazim ve teşrif ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
تَنْز۪يلٌ “tenzil" kelimesi, masdardır. Bir kitapta olan Kur'ân, bir tenzîl (indirmek) olmayıp, o, Cenab-ı Hakk'ın, ["Onu er-Rûhu'l-emîn indirdi..."] (Şuarâ/193) buyurduğu gibi, münezzel (indirilmiş)tir. Mastarın zikredilip de, ism-i mef'ûlün kastedilmesi, sıkça görülen bir durumdur. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak, رَبِّ الْعَالَم۪ينَ "Alemlerin Rabbinden" buyurunca, bundan, daha büyüğünün düşünülemeyeceği bir azamet ve ululuk anlaşılmış olur.
Ayrıca başka gruba verilmiş bir cevap mahiyetinde olup, bunlar da, "O bir kitaptadır. Ona ancak tertemiz kılınmışlar dokunabilir. Ki bunlar da meleklerdir. Ne var ki melek onu alır, kendisinden inmişcesine insanlara öğretir. Böylece de, Allah'tan olmamış olur" diyenlerdir. Bu böyledir, zira Rafızîler'den bir fırka da, "Cebrail (aslında) Hz Alî'ye indirildi de, o Hz Muhammed'e götürdü..." demişlerdir. İşte tüm bu sebeplerden dolayı Cenab-ı Hakk, "O, yani Kur'ân, Allah'tandır ve meleğin isteğine göre değildir" buyurmuştur. Böylece de bu söz, kâfirleri azarlamaya yönelik bir söz olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَۙ
Müfessirler genellikle, 81. âyetteki (“söz” şeklinde çevrilen) hadîs kelimesiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği, 82. âyette de inkârcıların verilen nimetlere şükredecekleri yerde bunların Allah’tan geldiğini yalanlama yoluna girmelerinin eleştirildiği kanaatindedirler. Nimete nankörlük hususunda da çoğunlukla, yağmurun yağmasını birtakım yıldızların gücüne izâfe edici sözler söyleyenler örnek gösterilir. Bazı müfessirler ise bu âyetlerden şu mânaları çıkarmışlardır: Siz yukarıda söylenenleri mi veya öldükten sonra diriltileceğinize dair sözü mü hafife alıyorsunuz? Bu Kur’an’dan nasibiniz yalancılıkla itham etmekten ibaret mi olacak veya yalancılıkla ithamı bir rızık, bir gıda yahut geçim kaynağı mı görüyorsunuz? (Râzî, XXIX, 197-198; Şevkânî, V, 186-187).
اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَۙ
Hemze istifham harfidir. بِهٰذَا car mecruru مُدْهِنُونَ ‘ye mütealliktir. الْحَد۪يثِ ismi işaret هٰذَا ‘nın sıfatı olup kesra ile mecrurdur. Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. مُدْهِنُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
مُدْهِنُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَۙ
Fasılla gelen ayette hemze inkâri istifham harfi, فَ istinafiyyedir.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle, istifham üslubunda olmasına rağmen, vaz edildiği soru anlamından çıkarak tahkir manası kazandığı için mecâz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle, terkipte tecâhül-i ârif sanatı vardır.
بِهٰذَا car mecruru مُدْهِنُونَ ‘ye mütealliktir. الْحَد۪يثِ , ismi işaretten bedeldir.
الْحَد۪يثِ ’nin هٰذَا ile işaret edilmesinden murad tazimle birlikte dikkat çekmek ve önemini ortaya koymaktır.
İşaret ismi هٰذَا ‘da istiare vardır. هٰذَا ile söze işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
الْحَد۪يثِ deki tarif ahd içindir. (Âşûr)
اَنْتُمْ مُدْهِنُونَ cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. اَنْتُمْ mübteda, مُدْهِنُونَ haberdir.
Müsned olan مُدْهِنُونَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْحَد۪يثِ , konuşulan ve kendisinden bahsedilen şeye denilir. Ve, bununla, yenilenen ve yeniden olan şeyler tavsif edilir. Bu sebeple, "yeni - cedîd" anlamında أمر حادث ورسم حديث "Yeni bir durum", "yeni bir tasvîr, tanım.." denir. Arapçada, أعجبني حديث فلان وكلامه falancanın sözü ve kelamı, hoşuma gitti" denir. Kur'an’da, yeni bir sözün, hiç duyulmamış bir kelamın lezzetinin söz konusu olduğu, kadîm bir kelamdır. (Fahreddin er-Râzî)
مُدْهِنُونَۙ Bunda iki görüş vardır:
Birincisi: Yalanlıyorsunuz, bunu İbn Abbâs, Dahhâk ve Ferrâ’, demişlerdir.
İkincisi: Onu inkârda kâfirlere destek oluyorsunuz, bunu da Mücâhid, demiştir. Ebû Ubeyde de mana şöyledir, demiştir: Yağcılık ediyorsunuz.
İbn Kuteybe de: مُدْهِنُون kelimesi مداهنون manasınadır, demiştir. أدهن في دينه ve داهن denir ki: Dinde ikiyüzlülük etmektir. (Ez-Zâd’l Mesîr, Âşûr)وَتَجْعَلُونَ رِزْقَـكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
وَتَجْعَلُونَ رِزْقَـكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. تَجْعَلُونَهُ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Kalp fiillerindendir. Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek 2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. Bu ayette ‘bir halden başka bir hale geçmek’ manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
رِزْقَـكُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كُمْ muttasıl zamiri, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
تُكَذِّبُونَ fiil cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
تُكَذِّبُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَتَجْعَلُونَ رِزْقَـكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
Ayet atıf harfi وَ ‘la مُدْهِنُونَ ‘ye atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır. Hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Rıfat Resul Sevinç, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
رِزْقَـكُمْ kelimesi تَجْعَلُونَ fiilinin mef’ûlüdür.
Tekid ve masdar harfi اَنَّ ve akabindeki اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ cümlesi, masdar teviliyle تَجْعَلُونَ fiilinin ikinci mef’ûlu konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesinde اَنَّ ‘nin haberinin, تُكَذِّبُونَ şeklinde, muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt etmiştir.
Bu ayet-i kerime, "Yıldızlar sayesinde bize yağmur yağdırıldı." diyen müşriklere cevap vermekte, onlara: "Size yağmur yağdıran Allah’a şükretmeniz yerine o yağmurun Allah tarafından yağdırıldığını yalanlamaya mı kalkışıyorsunuz?" diye sormaktır.
Zeyd b. Halid el-Cüheni (ra) diyor ki:
"Resulullah, Hudeybiye musalahası sırasında gece yağan bir yağmurdan sonra bize sabah namazı kıldırdı. Namazı bitirince cemaate döndü ve şöyle buyurdu: "Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?" İnsanlar: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." dediler.. Bunun üzerine buyurdu ki: "Rabbiniz şöyle dedi: "Kullarımdan bazıları bana iman etmiş olarak bazıları da kâfir olarak sabahladılar. "Bize, Allah'ın lütfu ve rahmetiyle yağmur yağdı." diyenler bana iman etmiş olan ve yağmuru yıldızların yağdırdığını inkâr edenlerdir. "Şu ve şu yıldız sebebiyle bize yağmur yağdı." diyenler ise beni inkâr eden ve yıldızlara iman edenlerdir. Buhari, K.el-l-zıın, bab: 156 / Müslim, K. el-İman, bab: 125, Hadis no: 71 (Taberî)
Müfessirlerin bu ayetin manasında üç görüşleri vardır:
Birincisi: Rızık burada şükür manasınadır, Hz Âişe, Resulullah (sav) "rızkınızı kılıyorsunuz” ayetinde şükrünüzü dediğini rivayet etmiştir. (İmam Ahmed, Müsned, 5/77, Hazret-i Ali hadisidir; Âişe hadisi olarak bulamadık.) Ali b. Ebû Talip ile İbn Abbâs’ın görüşleri de böyledir. Hz Ali وَتَجْعَلُونَ شكركم şeklinde okurdu.
İkincisi: Mana şöyledir: Rızkınızı şükrü yalanlamanız haline getiriyorsunuz (şükredeceğinize inkâr ediyorsunuz). Bu da çoğunluğun görüşüdür. Zira onlara yağmur yağmış, onlar da: Falanca yıldızdan yağdı, demişlerdi.
Üçüncüsü: Rızık, nasip manasınadır, anlamı da şöyledir: Kur’an’dan şans ve nasibinizi onu yalanlama yapıyorsunuz. (Ez-Zâd’l Mesîr, Âşûr)فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ
Öldükten sonra diriltilmeyi ve âhiret hayatını inkârda inat edenler, kimsenin kaçamadığı ölüm gerçeği üzerinde düşünmeye, Allah’ın kulları üzerindeki mutlak gücü ve hâkimiyetini kabullenmek istemeyenler öleni geri döndürmeye çağırılmaktadır. 86. âyet “madem ki hesaba çekilmeyecekmişsiniz” veya “madem ki ceza görmeyecekmişsiniz” mânalarında da anlaşılmıştır (Râzî, XXIX, 200-201; İbn Âşûr, XXVII, 345-346; ayrıca bk. Kāf 50/16-17).
Haleqa حلق :
حَلْقٌ kelimesi bildiğimiz boğazdır. Saçın kesilmesi hakkında da kullanılır.
Halka حَلْقَةٌ, biçim olarak boğaza benzetildiğinden bu adı almıştır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 3 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekli halkadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. لَوْلَٓا cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلا yani “değil mi?” manasındadır. (Âşûr)
لَوْلَٓا şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: ‘olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَلَغَتِ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَلَغَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هِىَ ‘dir. الْحُلْقُومَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ
فَ , istînâfiyyedir. لَوْلَٓا , tahdîd harfidir. Bu ayette tevbih ve pişmanlığa teşvik için gelmiştir.
Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart edatı اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan بَلَغَتِ الْحُلْقُومَ şart cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
Şart manalı zaman zarfı اِذَا , mahzuf cevaba mütealliktir. Şartın cevabının öncesinin delaletiyle hazf edilmesi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mukadder cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır. Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur, öncesinin delaletinden mana anlaşılır.
Ayette cevap farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Müsnedün ileyh hazf edilmiştir. Hazf edilmesinin sebebi müsnedün ileyhin zahiren anlaşılmasına binaen gereksiz kelime kullanımından kaçınmaktır. Nitekim ayetlerin siyakından müsnedün ileyhin النفس (can) lafzı olduğu anlaşılmaktadır. (Adnan Yamaç, Vâkıa Suresi Örnekliğinde Müsnedün İleyh Ve Müsnedin Halleri, S.130)
Bu ayette yer alan لَوْلَٓا kelimesi, onların acizliklerini ortaya koyma amacıyla teşvik için getirilmiş bir kelimedir. الْحُلْقُومَۙ kelimesi ise, yemek borusu demektir.
Keşfu'l-Esrar'da bunun nefes borusu olduğu, yemek borusunun ise البعلوم adını taşıdığı zikredilmektedir. Buna göre mana şöyle olur: Nefis, yani ruh ya da her birinizin nefsi ve ruhu hulkuma dayandığı ve çıkmaya yüz tuttuğu zaman. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
الْحُلْقُومَۙ deki tarif ahd-i cins içindir. (Âşûr)
وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ
وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. اَنْتُمْ munfasıl zamiri mübteda olarak mahallen merfûdur. ح۪ينَئِذٍ zaman zarfı olup تَنْظُرُونَ fiiline mütealliktir. Kelimenin sonundaki tenvin takdir edilen muzafun ileyh cümlesinden ivazdır. Takdiri حين إذْ بلغت الروح الحلقوم (Ruh, hançereye, gırtlağa dayandığı vakit) şeklindedir.
تَنْظُرُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
تَنْظُرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ
وَ ’la gelen ayet, haldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَنْتُمْ müsnedün ileyh, تَنْظُرُونَۙ cümlesi müsneddir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı ح۪ينَئِذٍ , ihtimam için amiline takdim edilmiştir.
تَنْظُرُونَۙ ‘ye müteallik olan ح۪ينَئِذٍ zaman zarfının sonundaki tenvin takdir edilen muzâfun ileyh cümlesinden ivazdır. Terkibin takdiri حين إذْ بلغت الروح الحلقوم (Ruh, hançereye, gırtlağa dayandığı vakit) şeklindedir. Muzâfun ileyhin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَاَنْتُمْ ifadesindeki وَ , itiraziyyedir. Yani onun etrafında hazır bulunan ilgililer, sizler o zaman, içinizden birinin canı hulkuma geldiği o demde bakar durursunuz. Onun ölüm sarhoşluğunu görür, kurtaracak hiçbir şey yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız. (Elmalılı, Âşûr)وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰـكِنْ لَا تُبْصِرُونَ
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰـكِنْ لَا تُبْصِرُونَ
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. İtiraziyye olması da caizdir. Munfasıl zamir نَحْنُ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَقْرَبُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
اِلَيْهِ car mecruru اَقْرَبُ ‘ya mütealliktir. مِنْكُمْ car mecruru اَقْرَبُ ‘ya mütealliktir. وَ atıf harfidir.
وَ atıf harfidir. لٰكِنْ istidrak harfidir. اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre de cümleyi tekid eder.
İstidrak: düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُبْصِرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَقْرَبُ ism-i tafdil kalıbındandır. İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰـكِنْ لَا تُبْصِرُونَ
وَ , haliyye veya itiraziyyedir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır. Ayetin itiraziyye olması da caizdir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
نَحْنُ mübteda, اَقْرَبُ haberdir. اَقْرَبُ ism-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp gayri munsariftir.
اِلَيْهِ ve مِنْكُمْ car mecrurları اَقْرَبُ ‘ya mütealliktir.
Bu surenin 57. ayetten buraya kadar, o kâfirlerin zatları itibarıyla yiyecekleri, içecekleri ve hayatlarının diğer hususları itibarıyla Allah'ın hükümranlığı altında olduklarını bildiren Kur’an uyarılarını yalanlamalarından dolayı bu kelam, onları azarlamakta ve tahkir etmektedir. (Ebüssuûd)
لٰـكِنَّ ’den tahfif edilmiş istidrak harfi لٰـكِنْ ’in dahil olduğu وَلٰـكِنْ لَا تُبْصِرُونَ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki تَنْظُرُونَ cümlesine atfedilmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil sıygasında gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İstidrak, ‘’önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesi” şeklinde tarif edilmiştir. “İstidrâk, istisnaya benzemekle birlikte istisna, bir cüz’ü bir bütünden ayırmak, istidrâk ise, aynı anda farklı iki hükmü ifade etmek demektir.” İstidrâk, geçen sözden doğabilecek bir yanlış anlamayı düzeltmektir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Önceki ayetteki تَنْظُرُونَۙ cümlesiyle ona matuf olan وَلٰـكِنْ لَا تُبْصِرُونَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
لَا تُبْصِرُونَ - تَنْظُرُونَۙ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
Ruh, yahut birinizin ruhu, boğaza dayanıp bedenden çıkmak istediği zaman, o ölecek adamınızın etrafında toplanmış sizler, onun, içinde bulunduğu sıkıntıları seyreder durursunuz ve sizin elinizden hiçbir şey gelmez. O anda biz, ilim, kudret ve tasarruf olarak ona sizden daha yakınız; fakat siz göremezsiniz. Nitekim siz, onun halinden ancak gördüğünüz sıkıntı eserlerini anlıyorsunuz; ama onun mahiyetine, keyfiyetine ve sebeplerine vâkıf olamıyorsunuz ve onun hiçbir sıkıntısını kaldırmaya da muktedir olamıyorsunuz. Onun hallerini bütün tafsilatıyla ilim ve kudretimizle, yahut ölüm melekleriyle ancak biz yönetiyoruz; fakat siz bunu idrak edemezsiniz. (Ebüssuûd, Âşûr)فَلَوْلَٓا اِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ
فَلَوْلَٓا اِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ
İsim cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. لَوْلَٓا cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلا yani “değil mi?” manasındadır. (Âşûr)
لَوْلَٓا şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: ‘olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi’ şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كُنْتُمْ ’ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
كُنْتُمْ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. تُمْ muttasıl zamiri كُنْتُمْ ’ün ismi olarak mahallen merfûdur. غَيْرَ kelimesi كُنْتُمْ ‘ün haberi olup fetha ile mansubdur.
مَد۪ين۪ينَ kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.
فَلَوْلَٓا اِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ
فَ istînâfiyye, لَوْلَٓا tahdîd harfidir. Bu ayette tevbih ve pişmanlığa teşvik için gelmiştir.
اِنْ كُنْتُمْ cümlesi şart üslubunda olup istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
كان ’nin dahil olduğu şart cümlesi كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Ayette îcâz-ı hazif vardır. Takdiri فأرجعوا الروح المحتضرة (Ölüm döşeğindeki ruhu geri getirin) olan cevap cümlesi, mahzuftur. Mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
كان ’nin haberi غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ , izafet formunda gelerek az sözle çok anlam ifade etmiştir.
كَان ’nin haberi isim olarak geldiğinde, haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s.124)
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Ayet-i kerimede geçen ve "Cezalandırılmayacaksanız" diye tercüme edilen غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ ifadesi Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve ibn-i Zeyd tarafından "Eğer hesaba çekilmeyecekseniz." şeklinde izah edilmiş, Hasan-ı Basrî tarafından "Kıyamet gününde diriltilmeyeceksiniz." Diğer bir kısım âlimler tarafından ise "Yaptığınız ameller sebebiyle cezalandırılmayacaksınız." şeklinde izah edilmiştir. (Taberî)
Bu ayetin manası iki türlü anlaşılabilir:
Birincisi, madem ki siz rabbi olmayan, mâliki bulunmayan zelil kimseler değilsiniz. Bu durumda fiil, hükümdar halkını yönetti ve kendine boyun eğdirdi, anlamındaki دان السلطان رعيته cümlesinde olduğu gibi دان fiilinden türemiş olur. Buna göre ayetin manası, ‘madem ki siz boyun eğen kimseler değilsiniz…’ şeklinde olur. İkincisi ise, ‘madem ki siz ceza görmeyecekmişsiniz…’ anlamına da gelebilir. Çünkü din kelimesi, ceza manasına da gelir. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
تَرْجِعُونَـهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
تَرْجِعُونَـهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Fiil cümlesidir. Mukadder şartın cevabıdır. Takdiri, إن كنتم غير مدينين فأرجعوا الروح المحتضرة (Eğer hesaba çekilmeyecekseniz can çekişen ruhu geri döndürün) şeklindedir.
تَرْجِعُونَـهَٓا fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كُنْتُمْ ’ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
كُنْتُمْ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. تُمْ muttasıl zamiri كُنْتُمْ ’ün ismi olarak mahallen merfûdur.
صَادِق۪ينَ kelimesi كُنْتُمْ ’ün haberi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.
صَادِق۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi صدق olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَرْجِعُونَـهَٓا
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan تَرْجِعُونَـهَٓا cümlesi, önceki ayetteki şartın mukadder cevabı için tefsiriyyedir.
تَرْجِعُونَـهَٓا fiili, ‘geri çevirmek ve döndürmek’ manasına gelir ki ayetin manası şöyle olur: Şayet sizler bizim sizleri yarattığımızı tasdik etmemenizden ortaya çıktığı gibi, herhangi bir rabbe boyun eğen kimseler değilseniz çıkan ruhu boğaza gelip dayandığında gerisin geriye döndürsenize. İşte bunu yapamadığınıza göre biliniz ki, bu mesele sizden başka birisinin elindedir. İşte o, Yüce Allah'tır. O'na iman ediniz. (Rûhu’l Beyân)
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Şart üslubundaki اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ cümlesi, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
كان ’nin dahil olduğu şart cümlesi كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette îcâz-ı hazif vardır. Şartın cevap cümlesi, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir.
Mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
كَان ’nin haberi olan صَادِق۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, Tevbe Suresi, 120-121, s. 80)
Şart edatı اِنْ , mazi fiilin başına da gelebilir. Bu durumda, fiilin gerçekleşmesi konusundaki şiddetli arzuyu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri)
كَان ’nin haberi isim olarak geldiğinde, haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s.124)
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كُنْتُمْ - صَادِق۪ينَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
اِنْ harfi burada, asla gerçekleşmeyecek bir fiilin başında gelmiştir. Halbuki bu harf aslında vuku bulma ihtimali şüpheli olan fiillerin başında gelir. Bu da şüphe ifade eden olayın ve onların doğru sözlü olma ihtimalinin olumsuzluğu konusunda kesinlik ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 7, s.77)
Ayette geçen كُنْتُمْ kelimesi, böyle durumlarda geldiği zaman doğruluğun onların şanı haline geldiğini ifade eder. Yani ‘siz bununla bilinir bir halde iseniz’ demektir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 7, s.78)
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ [Eğer doğrucular iseniz…] cümlesi çoğul kalıbıyla gelerek, Müslümanların da resul gibi Allah'ın indirdiği şeyle onları tehdit ettiklerine delalet eder. Çünkü bu cümle اِنْ كُنْتَ مِنَ اَلصَّادِقِنَ şeklinde tekil kalıbıyla gelmemiştir. Böylece hitap sadece Resul’e (sav) yönelik olmamıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 94)
فَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
Ölüm gerçeğinin ardından gelecek bir gerçek daha var ki o da sûrenin başında belirtildiği şekilde herkesin bu dünyada yaptıklarına göre bir gruplandırmaya tâb^ tutulup ona uygun muamele göreceğidir. 95. âyette geçen “hakku’l-yak^n” tamlaması konusunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Esasen aynı mânaya gelen bu iki kelimenin pekiştirme amacıyla birbirine izâfet yapıldığı anlaşılmaktadır (bk. İbn Atıyye, V, 254-255; Râzî, XXIX, 203-204); bu sebeple meâlde “gerçeğin ta kendisi”şeklinde karşılanmıştır (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/18).
فَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
İsim cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. اَمَّٓا tafsil manasında şart harfidir.
اَمَّا şart harfi veya tafsil harfidir. Şart anlamında, cezmetmeyen edatlardandır. Daha önce geçen bir cümleyi genişleterek anlatmak için kullanılır. (Hasan Akdağ, Arap Dilinde Edatlar)
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ car mecruru كَانَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. الْمُقَرَّب۪ينَ ’nin cer alameti ى ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُقَرَّب۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûlüdür.فَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
فَ , istînâfiyyedir. اَمَّا tafsil harfi, bu cümlede şart ve tekid ifade eder. Bu ilk şarttır. Bir cümlede iki şart bir arada olur ve sadece bir cevap zikredilirse bu cevap ilk şarta ait olur. Bu cevabın اَمَّٓا ya ait olmasının bir sebebi de şart cümlesinin mahzuf olmasıdır. Cevabı da mahzuf olursa bu harfe haksızlık olur. Yani gelmesinin bir anlamı kalmaz. Muğni isimli kitapta bu cevabın ikinci şart olan اِنْ harfine ait olduğu da yazılıdır. (https://tafsir.app/aljadwal/56/88, Mahmut Sâfî)
اَمَّا harf-i şart, tafsil ve tekid için kullanılır. Şart harfi olması için kendisinden sonra فَ harfinin gelmesi zorunludur. Zemahşerî: اَمَّا cümleye tekid anlamı kazandırır’’ demiştir. (Suyûtî, İtkan, c. 1, s. 419)
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
Şart üslubundaki cümlede cevap sonraki ayette gelmiştir.
Cümlede ikinci şart üslubu olan اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ cümlesi, nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ car mecruru كَان ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan, s. 124)
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Bu ayet ile Yüce Allah, ölüm esnasında kişinin durumunu açıkladıktan sonra ölümden sonraki halini anlatmaya başlamaktadır. Yani ölmüş olan kimse mukarrabînden ise, ki onlar, üç sınıf kimsenin en üstün olanlarıdır. (Rûhu’l Beyân)
فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَع۪يمٍ
فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَع۪يمٍ
İsim cümlesidir. فَ önceki ayetteki اَمَّٓا şart harfinin cevabının başına gelen rabıta harfidir. رَوْحٌ mübteda olup lafzen merfûdur. Mübtedanın haberi mahzuftur. Takdiri, له روح (Kokusu vardır) şeklindedir.
رَيْحَانٌ ve جَنَّتُ kelimeleri atıf harfi و ‘la رَوْحٌ ‘a matuftur. نَع۪يمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَع۪يمٍ
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَرَوْحٌ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. رَوْحٌ mübtedadır, mukaddem haber mahzuftur. Cümlenin takdiri له روح (Onlara huzur rahatlık vardır) şeklindedir. Cümle önceki ayetteki اَمَّا ’nın cevabıdır.
Müsnedün ileyhin tenkiri, tarifi mümkün olmayan nev ve tazim ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
رَيْحَانٌ ve جَنَّتُ kelimeleri atıf harfi و ‘la رَوْحٌ ‘a matuftur. Cihet-i câmia, tezâyüftür. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
جَنَّتُ نَع۪يمٍ ‘in فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ ‘a atfı, umumun hususa atfı babında ıtnâb sanatıdır.
فَرَوْحٌ - رَيْحَانٌ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَوْحٌ ‘ın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) İlahî rahmet manasınadır. Nitekim Hak Teâlâ, ولا تايئسوا من روح اللّه ["Allah'ın ravhından (yani rahmetinden) ümitsizliğe kapılmayın"] (Yusuf, 87) buyurmuştur.
b) ‘Rahatlık’ manasınadır.
c) ‘Ferahlık’ manasınadır. Çünkü رَوْحٌ kelimesinin asıl manası genişliktir. Uyluklar arasındaki boşluğa değil de, ayaklar arasındaki boşluğun genişliğini ifade için kullanılan "revah" kelimesi de bu köktendir. Bu ifade yine rahmet manasına olarak, "ra"nın zammesiyle "rûh" şeklinde de okunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Kimi müfessirler, buradaki رَيْحَانٌ ile kastedilenin, Rahman Suresindeki رَيْحَانٌ ile kastedilen mananın aynı olduğunu söylemişlerdir. Bu mana da ya yaprak ya çiçek yahut da reyhan diye bilinen bir bitki olmasıdır. Bu izaha göre, "cennetliklerin ruhları, dünyadan çıkar çıkmaz, kendilerine, koklamaları için cennet reyhanı verilir" denilmektedir. Yine bu sûredeki reyhanın, Rahman Suresindeki رَيْحَانٌ 'dan farklı manada olduğu söylenmiştir. Buna göre buradaki رَيْحَانٌ , ebedilik manasınadır. Yine buradaki reyhanın, Allah'ın bu kimselerden razı oluşu manasında olduğu da söylenmiştir. Binaenaleyh eğer رَوْحٌ 'ın, rahmet-i ilahîye manasına olduğunu söylersek, bu ayet, tıpkı ["Rableri, onları, katından olan bir rahmetle, rıdvan (rızası) ile ve onlar için olan cennetlerle müjdeler. O cennetlerde ebedi nimetler vardır] (Tevbe,21) ayeti manasında olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak, surenin başında نَع۪يمٍ kelimesini, lam-ı tarif ile, marife (belirli) olarak zikretmiş, burada da, جَنَّتُ نَع۪يمٍ "bir naîm cenneti" buyurarak, lâm-ı tarifsiz zikretmiştir. Halbuki burada da bahsedilen kimse, yine "sâbikûn"dan birisidir ve onun için de "naîm cennetlerinden" bir cennet vardır. Ayetin başındaki cennet ise, marifeye izafetle marife kılınmıştır. Burada ise, marife değildir. Binaenaleyh bu ikisi arasında fark hem lafız hem mana yönündendir.
Lafız bakımından olan fark şöyledir: "es-Sâbikûn" ifadesi, cinslerini içine alan, lam-ı tarif ile, yani "cins için olan elif-lam" ile marife kılınmıştır. Dolayısıyla Cenab-ı Hak, marife olan bu kimselerin, öbür dünyadaki mekanlarını da, marife olarak zikretmiştir. Ama sûrenin sonunda yani bu ayette bahsedilen kişi, marife (belirli) bir kişi değildir. Çünkü "Eğer mukarreblerden ise (o öten kişi...)" ifadesi, eğer "O, onlardan bir fert ise..." demektir. Böylece Cenab-ı Hak, o şahsın, belli bir şahıs yerinin ise, belirsiz olması ihtimalinden dolayı yerini belirsiz (nekre) olarak zikretmiştir. Bu tıpkı Hak Teâlâ'nın, ["Şüphesiz muttakiler cennetlerde, gözeler (başında)dırlar"] (Zâriyât, 15) ve ["Şüphesiz muttakiler, cennetlerde ve nehir (kıyı)larındadırlar"] (Kamer, 54) ayetlerinde ifade edildiği gibidir. Aksi de böyledir.
Mana bakımından olan fark ise şöyledir: Cenab-ı Hak, diğer ayetlerde, cemaatten (topluluklardan) bahsettiği her yerde, "cennet" ifadesini çoğul getirerek, mesela, ["Şüphesiz müttakiler cennetlerdedir"] (Zariyât, 15) ve mesela, "işte bu mukarrebler, cennetlerdedirler" buyurmuştur. Fakat "sâbikûn" da, müttakilerin bir çeşididir ve muttakiler içinde, sâbikûn olmayanlar da vardır. (Fahreddin er-Râzî)
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۙ
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۙ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اَمَّٓا tafsil manasında şart harfidir.
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنْ اَصْحَابِ car mecruru كَانَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. الْيَم۪ينِ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۙ
وَ , atıf harfidir. Ayet, 88. ayetteki şart cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
اَمَّا tafsil harfi, şart ve tekid ifade eder. Bu ilk şarttır. Bir cümlede iki şart bir arada olur ve sadece bir cevap zikredilirse bu cevap ilk şarta ait olur. Bu cevabın اَمَّٓا ya ait olmasının bir sebebi de şart cümlesinin mahzuf olmasıdır. Cevabı da mahzuf olursa bu harfe haksızlık olur. Yani gelmesinin bir anlamı kalmaz. Muğni isimli kitapta bu cevabın ikinci şart olan اِنْ harfine ait olduğu da yazılıdır. (https://tafsir.app/aljadwal/56/88 , Mahmut Sâfî)
اَمَّا harf-i şart, tafsil ve tekid için kullanılır. Şart harfi olması için kendisinden sonra فَ harfinin gelmesi zorunludur. Zemahşerî: ‘’ اَمَّا cümleye tekid anlamı kazandırır’’ demiştir. (Suyûtî, İtkan, c. 1, s. 419)
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
Şart üslubundaki cümlede cevap sonraki ayette gelmiştir.
İkinci şart cümlesi اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ car-mecruru, كَان ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan, s. 124)
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
اِنْ harfi burada, asla gerçekleşmeyecek bir fiilin başında gelmiştir. Halbuki bu harf aslında vuku bulma ihtimali şüpheli olan fiillerin başında gelir. Bu da şüphe ifade eden olayın ve onların doğru sözlü olma ihtimalinin olumsuzluğu konusunda kesinlik ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 7, s.77)
Burada مِنْ tebidiyyedir. (Âşûr)
Sekizinci ayette geçen ”Ashâb-ı Yemîn'i de burada aynı ifade ile belirtmiştir. Çünkü onlar için daha önce diğer iki zümre hakkında belirtildiği gibi durumlarını ifade eden herhangi bir vasıf ve niteleme geçmiş değildir. Ayet metninde yer alan ” yemîn" kelimesi, nimet ve saadet anlamında istiare yoluyla kullanılmıştır. (Rûhu’l Beyân)
Burada şöyle bir incelik yatmaktadır: Hz Peygamber (sav)'in makam ve mevkii, "illiyyîn'de olan mukarreblere nispetle, tıpkı cennet ehlinin, "illiyyîn ehline" nispeti gibi ashab-ı yemînin makamının kat kat üstündedir. Binaenaleyh Hak Teâlâ, ["Eğer sağcılardan ise..."] buyurunca, bunda, sağcıların makamının, evvelki mukarreblerin makamından farklı olduğuna bir işaret bulunmuş olur. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, "Bunlar her ne kadar, evvelkilerden daha aşağı iseler de, aralarındaki makam-mevki ve teslimiyet (farkı) onları birbirinden ayırmaz. Aksine ashab-ı yemin seni görürler ve sana, tıpkı padişahın yakın dostunun, ona, uzakta olan çoluk-çocuğuna kavuşup sevinmesi gibi, kavuşup sevinmesi şeklinde, kavuşurlar. Mukarreblere gelince, sen onlardan daha üst bir mertebede isen de hep seninledirler, senden ayrılmazlar" demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ
فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ
İsim cümlesidir. فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. سَلَامٌ mübteda olup lafzen merfûdur. لَكَ car mecruru mahzuf mübtedanın haberine mütealliktir. مِنْ اَصْحَابِ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. الْيَم۪ينِ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi سَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ şeklinde sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. فَسَلَامٌ muahhar mübtedadır, mukaddem haber mahzuftur. Cümlenin takdiri له فَسَلَامٌ (Onlara selam vardır) şeklindedir. Cümle önceki ayetteki اَمَّا ’nın cevabıdır.
Müsnedün ileyhin tenkiri, tarifi mümkün olmayan nev ve tazim ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Car mecrur لَكَ ve مِنْ اَصْحَابِ mahzuf habere mütealliktir. الْيَم۪ينِ muzâfun ileyhtir.
“Selâm” hakkında şu izahlar yapılabilir:
1) Bu, sağcının sağcıya verdiği selamdır. Nitekim Hak Teâlâ, "(Ehl-i cennet), orada ne boş bir laf, ne de günaha sokacak birşey işitmezler. Yalnız bir söz (işitirler ki o da), ["Selâm, selâmdır] (Vakıa, 25-26) buyurmuştur.
2) Buradaki, "selâm sana" ifadesi, kalbinin ürperdiği şeyden, senin için selâm, yani emniyet-güven var" demektir. Çünkü artık bu kimse, en üst mertebededir. Bu tıpkı, cömert, iyi birisinin yanında hizmetçi olarak bulunan ve kendisinden uzakta olan oğluna aklı fikri takılı olan, oğlu hakkında endişe duyan bir babaya, "Çocuğundan dolayı endişe etme, kafana birşey takma. Çünkü rahat içindedir" denilmesi gibidir.
3) Bu cennetliklerin hallerinin ne denli yüksek ve ileri olduğunu anlatan bir cümledir ve tıpkı, lütfün üzerinde övgüye değer bir halde olduklarını anlatmak için söylenen, "Falanca sana yeter! Onun, falanca olması sana kâfidir" şeklindeki söz gibidir.
Bu söz ile, Hz Peygamber (sav)'in kastedilmiş olması da muhtemeldir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اَمَّٓا tafsil manasında şart harfidir.
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنْ الْمُكَذِّب۪ينَ car mecruru كَانَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. الْمُكَذِّب۪ينَ ‘nin cer alameti ى ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. الضَّٓالّ۪ينَ kelimesi الْمُكَذِّب۪ينَ ‘nin sıfatı olup cer alameti ى ’dır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُكَذِّب۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.
الضَّٓالّ۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan ضلل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
اَمَّا tafsil harfi, şart ve tekid ifade eder. Bu ilk şarttır. Bir cümlede iki şart bir arada olur ve sadece bir cevap zikredilirse bu cevap ilk şarta ait olur. Bu cevabın اَمَّٓا ya ait olmasının bir sebebi de şart cümlesinin mahzuf olmasıdır. Cevabı da mahzuf olursa bu harfe haksızlık olur. Yani gelmesinin bir anlamı kalmaz. Muğni isimli kitapta bu cevabın ikinci şart olan اِنْ harfine ait olduğu da yazılıdır. (https://tafsir.app/aljadwal/56/88 , Mahmut Sâfî)
اَمَّا harf-i şart, tafsil ve tekid için kullanılır. Şart harfi olması için kendisinden sonra فَ harfinin gelmesi zorunludur. Zemahşerî: ‘’ اَمَّا cümleye tekid anlamı kazandırır’’ demiştir. (Suyûtî, İtkan, c. 1, s. 419)
Şart, tafsil ve tekid bildiren اَمَّا edatı, cevabının başındaki ف harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında ف harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)
Şart üslubunda gelen ayette اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ , nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ car mecruru, كَان ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan, s. 124)
الْمُكَذِّب۪ينَ ve onun sıfatı olan الضَّٓالّ۪ينَۙ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
اِنْ harfi burada, asla gerçekleşmeyecek bir fiilin başında gelmiştir. Halbuki bu harf aslında vuku bulma ihtimali şüpheli olan fiillerin başında gelir. Bu da şüphe ifade eden olayın ve onların doğru sözlü olma ihtimalinin olumsuzluğu konusunda kesinlik ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 7, s.77)
الضَّٓالّ۪ينَ kelimesi الْمُكَذِّب۪ينَ için sıfattır.
Hak Teâlâ surenin başında, dalalette olanları, yalanlayanlardan önce zikretmiş, bu ayette İse, yalanlayanları önce zikrederek, "Eğer yalanlayıcılardan, sapkınlardansa..." buyurmuştur. Şu halde bu ikisi arasında bir incelik vardır. Önceki ayette, "dalâlette olanlarla" kastedilenler, kendilerinden “o hınsı azimde” (büyük günah olan şirkte) ısrar sâdır olan kimselerdir. Böylece onlar Allah'ın yolundan sapmışlar, O'na ulaşamamışlar ve O'nu birleyememişlerdir. İşte bu büyük bir dalâlettir. Daha sonra da O'nun peygamberlerini yalanlayarak, "Öldüğümüz ve bir toprak ... olduğumuz vakit mi?" demişler, böylece haşri (dirilişi) inkâr etmişlerdir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak adeta, "Ey müşrik olan sapkınlar, ey haşri inkâr eden yalanlayıcılar, sizler hoşlanmayacağınız şeyler yiyeceksiniz" buyurmuştur. Surenin sonunda ise, "Ey hasrı yalanlayanlar, ey naîm cennetlerine yol bulamayanlar, kurtuluş yolunu kaybetmiş (dalalette olan) kimseler..." demek istemiştir.
Burada bir başka izah olarak da şu söylenebilir: Önceki ayette hitab bütün kâfirleredir. Bu sebepte Hak Teâlâ, "Ey önce sapmış, sonra da yalanlamış o kimseler..." demek istemiştir. Buradaki hitab ise, Hz Muhammed (sav)'edir. Çünkü Cenâb-ı Hak, peygamberine, üç sınıfın halini beyan ederek, "Mukarrebler, rahat, hoş kokulu nimetler içinde naîm cennetlerindedir, ashâb-ı yemîn ise, selamet içindedir. Yalanlayan o yalanlayıcılar ise sapıtmışlar (yolu bulamamışlar)dır" demiştir. Böylece burada, Hz Muhammed (sav)'in şerefine bir işaret olsun diye, kâfirlerin tekzibini önce zikretmiştir. Çünkü böylece Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin azaba düşmelerinin en kuvvetli sebebinin, tekzipleri olduğunu beyan etmiştir. Buradaki hitabın Hz Muhammed (sav)'e oluşunun delili ise, ["Artık ashâb-ı yemînden selâm sana..."] (Vâkıa, 91) ayetidir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ
فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ
İsim cümlesidir. فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. نُزُلٌ mübteda olup lafzen merfûdur. Mübtedanın haberi mahzuftur. Takdiri لَهُ نُزُلٌ (Konuk olarak ağırlanması vardır) şeklindedir. مِنْ حَم۪يمٍ car mecruru نُزُلٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir.
فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi olan نُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. نُزُلٌ muahhar mübtedadır. Mukaddem haber mahzuftur. Cümlenin takdiri لَهُ نُزُلٌ (Konuk olarak ağırlanması vardır) şeklindedir. Mukaddem haberi mahzuftur. Müsnedün ileyhin tenkiri, tarifi mümkün olmayan nev ve tahkir ifade eder.
Cümlenin takdiri له فَسَلَامٌ (Onlara selam vardır) şeklindedir. Cümle önceki ayetteki اَمَّا ’nın cevabıdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
مِنْ حَم۪يمٍ car mecruru, نُزُلٌ kelimesinin mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ [Kaynar sudan ziyafet vardır.] ifadesi tehekkümî istiaredir. Müsteârun leh olan azaba uğramak, insanın hoşlandığı ziyafete benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazf edilmiş, müşebbehün bih (müsteârun minh) kalmıştır. Azabın korkunçluğunu mübalağa içindir. Aralarındaki zıddiyet, tehekküm ve alay maksadıyla tenâsübe benzetilmiştir. Câmi’ hissetmektir.
Onlara kaynar su verilmesi, daha önce belirtildiği gibi, zakkumdan karınlarını doldurmalarından sonra olacak.
Diğer bir görüşe göre, (cehenneme atılmak, yerine) yani onlar, cehenneme yerleştirilirler ve onun çeşitli azaplarını çekerler.
Bir diğer görüşe göre ise bu azap, kabirde gördükleri o içlerine işleyen ateş ve dumandır. (Ebüssuûd, Âşûr)وَتَصْلِيَةُ جَح۪يمٍۙ
وَتَصْلِيَةُ جَح۪يمٍۙ
تَصْلِيَةُ atıf harfi و ‘la نُزُلٌ ‘e matuftur. جَح۪يمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَتَصْلِيَةُ جَح۪يمٍۙ
Masdar vezninde gelerek mübalağa ifade eden تَصْلِيَةُ atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki haber نُزُلٌ ‘e atfedilmiştir. Cihet-i câmia, tezâyüftür. جَح۪يمٍ muzâfun ileyhtir.
حَم۪يمٍۙ - جَح۪يمٍۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
تَصْلِيَةُ جَح۪يمٍۙ "Ve cehenneme bir atılış" yani إدخال في النار cehennem ateşine girdiriliş vardır. إقامة في الجحيم Cehennemde bir ikamet ve مقاساة لأنواع عذابها onun türlü azaplarının tadılması vardır, diye de açıklanmıştır.
تَصْلِيَةُ /Atılış" ile aynı kökten olmak üzere: أصلاه النار وصلاه، أي جعله يصلاها "Onu cehenneme attı, ona cehennemi boylattı" denir.
Burada (ayette) mastar mef'ûle izafe edilmiştir. (Kurtubî, Âşûr)اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ
اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هٰذَا işaret ismi اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. هُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. حَقُّ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
الْيَق۪ينِ kelimesi muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Bu kelam dört tekidle gelmiştir. اِنَّ, lam-ı muzahlaka, fasıl zamiri ve حَقُّ الْيَق۪ينِۚ şeklinde gelen sıfatla mevsufun izafesidir. (Âşûr)
Bu cümlede اِنَّ ’nin isminin işaret ismiyle gelmesi, verilenlere dikkat çekerek önemini vurgulamak ve tazim içindir.
لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِ cümlesi, اِنَّ ‘nin haberidir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede takdim tehir ve icâz-ı hazif sanatları vardır. Car mecrur لَهُوَ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Veciz ifade kastına matuf حَقُّ الْيَق۪ينِۚ izafeti, muahhar mübtedadır.
Az sözle çok anlam ifade eden حَقُّ الْيَق۪ينِۚ izafetinde, sıfatla mevsufun izafesi söz konusudur. Sıfat tamlaması, izafetin verdiği manayı karşılayamaz.
İzafette bu kişinin bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri C.7 S. 238)
İşaret isminde istiare vardır. Tecessüm ve cem’ ifade eden هٰذَا ile gerçekliğe işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Ayetin başındaki هٰذَا işaret zamiri için şu izahlar yapılabilir:
a) "Kuran..." b) Bu sûrenin başında zikrettiği şey… c) Bu üç sınıf insana verilen karşılık ve mukabele... (Fahreddin er-Râzî)
الْيَق۪ينِۚ /kesin bilgi lafzının aslında حَقُّ ‘ın sıfatı olduğu, mevsufun sıfata mecaz ve kullanım genişliği imkânı ile böyle izafetle geldiği de söylenmiştir. (Kurtubî, Âşûr)
Hakikaten işte bu, bu Kur'an, özellikle surede zikredilen haber ve nihâyet üç sınıftan her birine ait sevap ve karşılık hiç şüphesiz o, hakku'l-yakîndir, (kesin bir gerçektir). Yalnız ilmü'l-yakîn (kesin bilgi) ve aynü'l-yakîn (görerek bilmek) değil, hakku'l-yakindir. Onlar bunun içinde gerçeği tahakkuk edici olarak kalacaklardır. Âyette geçen hak ve yakîn kelimelerinin her ikisi de aynı mânâyı ifade ettikleri halde hakkın, yakîne izafeti hakkında çok söz söylenmiştir. Bunlar içinde en uygunu İbnü Atiyye ve Râzî'nin beyanlarıdır ki o da şudur: "Hakku'l, yakîn, hakku'l hak (en büyük gerçek) ve en üstün sevab demek gibi bir çeşit te'kid mânâsını içermektedir ki, yakînin son derecesi, yahut daha üstünde bir gerçek bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur." Yukarılarda geçtiği ve Seyyid Şerîf'in "Ta'rifât"ında da izah edildiği üzere "Yakîn"in üç mertebesi vardır. Bunlar, ilmü'l-yakîn, aynûl-yakîn, ve hakku'l-yakîndir. Hakku'l-yakîn ilim ve müşahededen geçerek fiilî olarak tahakkuk edip yaşanan hakikat demektir. Ayrıca denilmiştir ki hakku'l-yakîn, kulun hakta yok olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşahede ile, hem hâl olarak baki olmasıdır. Mesela, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmül-yakîn, melekleri görmesi aynü'l-yakîn, ölümü tatması da hakkü'l-yakîndir. (Elmalılı)
فَسَبِّـحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ
Âhirette insanların üç gruba ayrılmalarıyla ilgili ayrıntılı bilgi verilmesini takiben 74. âyette yapıldığı gibi, burada da (88-95. âyetlerde anılan grupların hatırlatılmasının ardından) Resûlullah’ın şahsında onun yolunu izleyenlerden, inkârcıların tutumu ne olursa olsun, Allah’ı O’na yaraşır biçimde anmaya, O’nu her türlü noksanlıktan tenzih etmeye devam etmeleri istenerek sûre sona ermektedir.
فَسَبِّـحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن كانت قدرة الله في الخلق والإنشاء والتنظيم كما ذكر فسبّح باسم (Allah’ın yaratılış, yeniden yaratma ve nizama koymada zikredildiği gibi ise O’nun ismini tesbih et) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. سَبِّحْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. بِاسْمِ car mecruru سَبِّحْ ‘deki failin mahzuf haline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır.
رَبِّكَ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْعَظ۪يمِ۟ kelimesi رَبِّكَ ‘nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَبِّحْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi سبح ’dır.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
فَسَبِّـحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ
فَ , takdiri إن كانت قدرة الله في الخلق والإنشاء والتنظيم كما ذكر (Eğer Allah’ın yaratmak, inşa ve tanzim konusundaki kudreti zikredildiği gibiyse..) olan mahzuf şartın cevabının başına gelmiş rabıta harfidir.
Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi olan فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ۟ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. بِاسْمِ car mecruru سَبِّحْ ‘deki failin mahzuf haline mütealliktir. Halin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
اسْمِ kelimesi, cins manasınadır. Yani maksat, Rabbinin isimlerini an, demek olur. Azîm kelimesi, ise Rabbin sıfatıdır. (Rûhu’l Beyân)
رَبِّكَ izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Rabb isminde tecrîd sanatı vardır.
الْعَظ۪يمِ۟ kelimesi, رَبِّكَ için sıfattır. Mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Öyleyse, tenzih ve takdis et [ulu] Rabbinin adını; yani Rabbinin adını anmak suretiyle tesbihte bulun. اسْمِ (ad) ile zikir kastedilmiş de olabilir; yani Rabbini zikretmek suretiyle tesbihte bulun. “Ulu” anlamındaki الْعَظ۪يمِ۟ muzâfın ya da muzâfun ileyhin sıfatıdır; birinciye göre “Rabbinin ulu adını”, ikinciye göre de “Ulu Rabbinin adını” demek olur. Ayetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ kudretine ve kullarına olan nimetlerine delâlet edecek hususları anınca; “Bütün bunların karşısında tesbihde bulun!” buyurmuştur. Tesbih, “Sübhânallah!” diyerek Allah’ı her türlü noksanlıktan uzak ve yüce görmektir. Bu ya O’nun vahdaniyetini inkar edip nimetlerine nankörlük eden zalimlerin iddialarına karşı O’nu tenzih etmek anlamındadır ya [Fesübhânallah! diyerek] Allah’ın bunca, apaçık nimetle onları bürümesine karşı gösterdikleri nankörce tutuma hayret anlamındadır ya da Allah’ın [yukarıda] saydığı, dikkat çektiği nimetlere karşı O’na şükretmek anlamındadır. (Keşşâf)
Surenin son ayeti hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsn-i intihâ, mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi beliğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Suredeki ayetlerin fasılalarını teşkil eden نِۚ - وَ ve نِۚ - ي harflerinin oluşturduğu mükemmel ahenk, sözün güzelliğini, parlaklığını ve ruha etkisini artırmaktadır. Bu fasılalarda secî ve lüzum ma la yelzem sanatları vardır.
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ۟ [Ulu Rabbinin adını tesbih et.] Bu sure-i kerimenin içinde ayrıntısıyla anlatılan şeylerin gerçek yüzü, Yüce Allah'tan, şanına layık olmayan şeylerin tenzih edilmesini gerektirir. Ki bunlar, ona şirk koşmak, hakkı haykıran ayetlerini yalanlamak, gibi şeylerdir.
Ebû Osman (ks) der ki: ”Ayetin son kısmının manası şudur: Senin ümmetine, sünnetine yapışmayı muvaffak kılmamızdan dolayı şükretmek için Rabbinin adını an."
Fethu'r-Rahman'da denir ki: ''Bu ifade kâfirlerin sözlerinden ve dünyaya mahsus diğer işlerden kaçınmayı, âhiret işlerine yönelmeyi, Yüce Allah'a ibadete ve O'na duaya yönelmeyi gerektiren bir ifadedir."
Rivayet olunur ki, ''öyleyse ulu Rabbinin adını an," ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman Resulullah (sav): ”Bu ayeti rükuda okuyunuz" buyurmuştur. [”Yüce Rabbinin adını tesbih et,"] (A'lâ: 1) ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman Resulullah (sav): ”Bu ayeti secdede okuyun" buyurmuştur. Resulullah (sav) namazda rükuda سبحان ربى العظيم (Ulu Rabbimi tesbih ederim), secdede ise سبحان ربى الاعلى (Yüce Rabbimi tesbih ederim) derdi.
Hadisi İmam Ahmed b. Hanbel, Ebıı Davud ve İbn Mâce Ukbe b. Amir el-Cühenî'den rivayet etmişlerdir. Bkz. Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesîr. 3/441. (Rûhu’l Beyân)
Bu sûrenin de tekrar eden âyeti budur. Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra kâfirlerin kabule yanaşmamaları üzerine Resulüne buyuruyor ki, kâfirler kabul etmeseler de sen onları bırak. Onlar ister tasdik etsinler ister yalanlasınlar, sen Rabbini tesbih et, hem de "Azîm" (yüce) ismiyle tesbih et. Böylece söz konusu bu ayetin üst tarafıyla, yani önceki ayetlerle mana yönünden irtibatı olduğu gibi gelecek sûrenin baş tarafıyla da münasebetinin olduğu anlaşılmaktadır. Sonraki sûreyle münasebeti şu şekilde kurulabilir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allah'ı tesbih eder. Sen, onlara nazaran küçücük bir grup demek olan kafirlere bakma da, bütün kainat ile beraber Rabbini tesbih et ve O'nu, en yüce ismiyle noksan sıfatlardan tenzih et. (Elmalılı)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Hadi Suresinden dersler (Nouman Ali Khan)
Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin belirtilmesini takiben, O’nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu tesbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O’nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gücünün yetmeyeceği iş yoktur; O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır, ilmi her şeyi kuşatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nâzırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O’nundur ki onların ve oralarda bulunanların âkıbetine hükmedecek olan da yalnız O’dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O’na varır. Kulların içinde yaşadığı zamanın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O’nun kudretinin eseridir, dolayısıyla O’ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bulunanları dahi bilmektedir. Tesbih, kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).
3. âyette zikredilen “evvel, âhir, zâhir, bâtın” isimleri Hz. Peygamber’in, Allah’ın doksan dokuz isminin sayıldığı “esmâ-i hüsnâ” ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: “Allahım! Sen evvelsin, senden önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur...” (Müslim, “Zikr”, 61; Tirmizî, “Da‘avât”, 19). Bunların anlamları kısaca şöyledir: a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. b) Âhir: Allah Teâlâ bâkidir, ebedîdir; varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir. d) Bâtın: O’nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder (bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Âhir”, “Bâtın”, “Evvel” maddeleri, DİA, I, 542, V, 187, XI, 545). Âyeti “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” veya “O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır” şeklinde de çevirmek mümkündür; meâlde, “ve” bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî’nin yaptığı açıklama (IV, 63-64) esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasındaki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabetli bulmaz (bk. XXVII, 363; bu konudaki bazı mâna incelikleri ve kelâm problemleri hakkında bilgi için bk. Râzî, XXIX, 209-214; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “gökten inen ve ona yükselen” ifadesi için bk. Sebe’ 34/2; Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü geceye katması hakkında bk. Âl-i İmrân 3/27).
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
Fiil cümlesidir. سَبَّحَ fetha üzere mebni mazi fiildir. لِلّٰهِ car mecruru سَبَّحَ fiiline mütealliktir. Müşterek ism-i mevsûl مَا fail olarak mahallen merfûdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir.
الْاَرْضِ kelimesi atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الْحَك۪يمُ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayet ibtidaiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لِلّٰهِ , ihtimam için fail olan ism-i mevsûle takdim edilmiştir.
سَبَّحَ fiili kendi başına geçişli olduğu hâlde burada lâm ile geçişli kılınması نصحت له في نصحته diyecek yerde نصحت له demek gibidir ve şunu akla getirir ki, bir iş Allah için ve sırf onun rızası için yapılmalıdır. (Beyzâvî)
Buradaki لِلّٰهِ deki lâm tebyin içindir. (Âşûr)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Fail konumundaki müşterek ism-i mevsûlün sılası mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
الْاَرْضِۚ , tezat nedeniyle السَّمٰوَاتِ ‘ye atfedilmiştir. السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Bazı surelerin başında, geçmiş zaman kalıbıyla سَبَّحَ , bazılarında ise muzari kalıbıyla يُسَبِّحُ gelmiştir. Her ikisinde de anlam şöyledir: Tesbih fiilinin isnad edilebileceği her varlığa Allah’ı tesbih etmek yakışır. Bu, bütün varlıkların adet ve uygulamasıdır. Fiil bazen لِ harf-i ceriyle geçişli yapılmış bazen de تُسَبِّحُوهُ [Ve O’nu tesbih edesiniz] (Fetih 48/9) ayetinde olduğu gibi doğrudan doğruya geçişli kılınmıştır. Aslolan, doğrudan geçişli olmasıdır; çünkü سَبَّحَتُهُ ifadesi, “O’nu kötülükten uzak tuttu.” anlamındadır. Bu fiilin sülâsîsi سَبَحَ olup “gitti ve uzaklaştı” demektir. Mef‘ûlünün başına bazen getirilen لِ , ya “Ona nasihat ettim.” anlamında kullanılan نصحته ve نصحت له kullanımındaki lâm’a benzer ya da سَبَّحَ لِلّٰهِ ifadesinde kasıt, sırf Allah için ve tamamen O’nun rızasını kazanmak amacıyla tesbîh ettiğidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yani tesbih edebilen ve tesbih etmesi mümkün olan her şey demektir. (Keşşâf)
Tesbih, amel, söz ve inanç yönünden kendisi için münasip olmayan şeylerden Allah'ı tenzih etmektir. Allah, İsrâ Suresinin başında سبحان diyerek masdarla başladı. Çünkü mastar asıldır. Hadîd, Haşr ve Sâf sûrelerinde سَبَّحَ diyerek mazi (geçmiş zaman kipi) ile başladı. Çünkü mazi, iki zamanın en eskisidir. Cuma ve Tegâbün sûrelerinde ise يُسَبِّحُ diyerek muzari (şimdiki zaman kipi) ile başladı. Daha sonra A'lâ Suresinde سبح diyerek emir kipiyle başlar. Böylece bu kelimenin bütün yönlerini kuşatmak ister. Burada Allah, kullarına bütün vakit ve zamanlarda tesbihin devam etmesi gereğini öğretmektedir.
Özetle: Mazi ve muzari kipleri, delalet ettikleri belirli zaman mefhumundan sıyrılmış ve birbirlerine tercih durumu olmadığı için bütün zamanlarda tesbihin gerekliliğine işaret edilmiştir. Varlıklar, yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerde Allah'ı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de durmadan tesbih edeceklerdir.
Hadisi şerifte şöyle buyuruldu: ”En faziletli söz dörttür. Sübhanallah, elhamdülillah, lâ ilahe illallah, Allahu ekber. Hangisiyle başlasan zarar vermez."
Hadisi, Ahmed b. Hanbel Müsned'de rivayet etti. Bkz. Suyûtî, el-Feth. 1/212.
Hazret-i Ali'ye ”subhanallah"tan sorulunca şöyle dedi: ”Bu, Allah'ın kendisi için seçtiği bir kelimedir."
"Göklerde ve yerde olanlar"dan maksat, canlı cansız bütün yaratıklardır. Ayette, akıllılar için kullanılan من ”men" edatı yerine akılsızlar için olan ما ”mâ" lafzıyla gelmesi, çoğunluğa itibarladır. Gerçi alimlerin çoğu ما ”mâ" lâfzının akıllılar ve akılsızların hepsini içine aldığı görüşündedirler. Her şeyin tesbih etmesinden maksat, hâl ve kâl, yani tabiî olarak ve dil ile tesbih etmeleridir.
Hasan-ı Basrî (ra) şöyle dedi: ”Evlerde sizinle birlikte olanların tesbihi size gizli olmasaydı yerinizde duramazdınız."
Anlaşılan odur ki, gökler ve yerdeki bütün zerrelerin ve içlerinde bulunan melek, güneş, ay, yıldızlar, insan, cin, hayvanlar, bitkiler ve cansızların her birinin haddizatında hayatı, anlayışı, idraki, tesbihi ve hamdi vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuşlardır: [”...O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız..."] (İsrâ:44) (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
وَ istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ isimleri marife gelmiştir. Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, Allah Teâlâ’da, bu iki vasfın mevcudiyetinin kemâline işaret eder.
İsnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi, s. 218)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu cümlede, ilk cümledeki zahir isimden gaib zamire iltifat vardır.
Bu iki sıfat elif-lâm ile marife olarak gelmiş, عَز۪يزُ - حَك۪يمٌ buyurulmamıştır. Böylece bu iki sıfata sahip olan tek zatın O olduğu, hiçbir benzeri olmadığı ifade edilmiştir. Nekre olarak gelseydi bu sıfatlarda benzerinin olduğu ihtimalini taşırdı. Bu açıklamadan sonra niçin aynı surede bu iki ismin nekre olarak da geldiği sorulabilir. Lokman Suresi 27.ayette, عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ şeklinde gelmiştir. Bu soruya ayetlerin siyakının farklı olduğunu söyleyerek cevap verebiliriz. Önceki ayet, Allah'ın ayetlerini alay konusu edinen kibirliler konusunu takiben gelmiştir. Bu kişiler ve dalalete düşürdükleri kişilerin karşılaşacağı cezalarla tehdit ve bu kişilerin dostlarının başına gelmesine sebep oldukları cezalar zikredilmiş ve bu da bu iki sıfatın marife olmasını gerektirmiştir. Çünkü bu sıfatların sahibi olan zat, bu fiilleri yapan her sınıfı cezalandıracak ve kimse O’na engel olamayacaktır. Böylece hiç kimsenin, O’nun yaptıklarına engel olabilecek başka bir عَز۪يزُ ve حَك۪يمُ olduğunu zannetmemesi gerekmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi , c. 2, s. 400)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)
Ayetin bu son cümlesi, birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. Bu tekrarlarda ıtnâb, tekrir ve ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c. 7, s. 314)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ "O, hiçbir şeyin kendisine karşı gelemeyeceği bir kādirdir" demek olup, buradaki "el-azîz" sözü, kudretinin mükemmel oluşuna; el-hakîm sözü de O'nun, cüz'iyyât ve külliyata dair hiçbir şeyin O'nun ilminin dışında kalamayacağı bir âlim olduğuna, veya O'nun, yaptığı işleri hikmete ve doğruya uygun ve muvafık olarak yapan bir zât olduğuna bir işarettir. Cenab-ı Hakk'ın kādir olduğunu bilmek, âlim olduğunu bilmeden önce gelince, hiç şüphesiz, Cenab-ı Hak, bu ayette de el-azîz ismini el-hakîm isminden önce getirmiştir. Bil ki, ["O, gâlib-i mutlak, sâhib-i hikmet olandır"] ayeti, el-azîz'in sadece O olduğuna delalet eder. Çünkü bu ifade, "hasr" ifade eder. Nitekim Arapça'da, زيد هو العالم لا غيره "Âlim, başkası değil, Zeyd'dir" denir Ki, bu da O'ndan başka ilâhın olmamasını gerektirir. Çünkü O'ndan başkası ne azizdir ne de hakîmdir. Böyle olmayan ise ilâh olamaz. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
İsim cümlesidir. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُلْكُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. السَّمٰوَاتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْاَرْضِ atıf harfi وَ ‘la السَّمٰوَاتِ ‘a matuftur.
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ
Fiil cümlesidir. يُحْـي۪ fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
وَ atıf harfidir. يُم۪يتُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. عَلٰى كُلِّ car mecruru قَد۪يرٌ ‘e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
قَد۪يرٌ mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. قَد۪يرٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَهُ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُلْكُ السَّمٰوَاتِ izafeti, muahhar mübtedadır. Cümlede müsnedün ileyh izafetle marife olması, faydayı çoğaltmak ve az sözle çok anlam ifade etmek amacına matuftur.
وَالْاَرْضِ kelimesi, tezat sebebiyle muzâfun ileyh olan السَّمٰوَاتِ ’ye atfedilmiştir.
السَّمٰوَاتِ ’den sonra الْاَرْضِۜ ’nın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
Burada لَهُ müsnedin marife gelişi, müsnedin müsnedin ileyhe مُلْكُ السَّمٰوَاتِ kasrını ifade eder. Iddiai kasr veya hakiki kasr da olması mümkündür. (Âşûr)
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
"Allah'ın mutlak hükümranlığı sonsuz olduğu halde, burada hükümranlık sonlu olan göklere ve yere nisbet edilmiştir. Çünkü ”Göklerin ve yerin bir zahiri vardır. Varlık âleminde halihazırda gözüken bu durum sonludur. Çünkü bu, cisim ve şekil kabilindendir. Bir de bunların gözükmeyen, sırları ve gerçekleri elle tutulmayan batını (içyüzü) vardır ki, bu durum sonsuzdur. Zira bu, melekût ve mana âlemindendir. Mülkün (hükümranlığın) Allah'a izafe edilmesi mutlaktır. Mülk ve melekût de bunun içine girer. Gerçekte bunlar sonsuzdur. Bilmez misin ki, zahirde Kur'an ayetleri sayılı olduğu halde, Kur'an-ı Kerim, sırlar, konuşulan konular yönünden sahili olmayan uçsuz bucaksız bir deniz ve hayret uyandıran şaşılacak yönleri tükenmeyen bir kitaptır. Buradaki mülk (hükümranlık) hakiki mülktür. insanların mülkü (hükümranlığı) ise mecazîdir. (Rûhu’l Beyân)
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üsluptaki وَيُم۪يتُ cümlesi, makabline tezat sebebiyle atfedilmiştir.
يُحْـي۪ cümlesiyle, وَيُم۪يتُ cümlesi arasında mukabele ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
Her iki fiilin muzari gelmesi hudus ve teceddüt ifade eder. Bu fiillerin lazım menziline konması da, diriltmenin ve öldürmenin fiilin üzerinde gerçekleştiği mef‘ûl ile ilgisiz olarak devam ettiğini beyan etmek içindir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 5, s.49)
Şayet يُحْـي۪ ‘nin îrabda yeri nedir?” dersen şöyle derim: Müstakil bir cümle olup îrabda yeri olmayabilir. Tıpkı لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ [“Göklerin ve yerin hükümranlığı tamamen O’na aittir.] (Bakara 2/107) ifadesi gibi. Yine, هُوَ يُحْـي۪ ve يُم۪يتُ [O diriltir, öldürür.] takdiriyle mahallen merfû olabileceği gibi, لَهُ ‘daki mahallen mecrur zamirin hali olarak mansub da olabilir. Bu durumda âmili لَ harf-i ceri olur. Anlam şöyledir: O, nutfeleri, yumurtaları ve kıyamet gününde ölüleri diriltir. Aynı zamanda dirilerin de canını alıp ölüme mazhar eder. (Keşşâf)
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۚ hükümranlık hükümlerinin bazılarını açıklayan başlangıç cümlesidir. Yani ölülere, menilere ve yumurtalara can verir. Canlıları öldürür. Diriltmek ve öldürmek, bir şeyi diri ve ölü kılmaktır. Bazen hidâyet ve sapıklık yerine mecazen kullanılır. Nitekim şu ayette bu manada kullanılmıştır: [”Ölü iken diriltip, kendisine insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkmayan kimse gibi midir?] (En'am:122) (Rûhu’l Beyân)
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Bu cümle atıf harfi ile يُحْـي۪ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ , ihtimam için amili olan قَد۪يرٌ۟ ‘a takdim edilmiştir.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Zamir bir kere daha tekrar edilmiştir. Bu fiilin O'ndan başkasına isnad edilmesinin mümkün olmadığı manasını tekid etmek için عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ ’in şeklindeki car mecrur takdim edilmiştir. Bunda da yüce bir delalet vardır. Çünkü Allah Teâlâ'nın kudreti herhangi bir şeyle sınırlı değildir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 3, s. 76-77)
Ayetin son cümlesi Kur’an’da aynen veya ufak değişikliklerle birçok kez tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkâf Sûresi, C. 7, S. 314)
Ayetin fasılası önceki cümleyi tekid eden tezyîl cümlesidir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) -Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme Ar. Gör. Ömer Kara)
Bu cümle لَهُ مُلْكُ السَّماواتِ والأرْضِ cümlesinin manasını beyan eden يُحْيِي ويُمِيتُ cümlesinin manası için tezyîl ifade eder. Tezyîl cümleleri aslında fasılla gelmesi gerekirken Allah’ın kudretinin bütün mevcudatını kapsadığı manasına delalet için vav harfiyle atfedilmiştir. Yani zahiren tezyîl değildir ama tezyîl manası taşır. (Âşûr)
قَد۪يرٌ mübalağa kipi olduğundan, kudreti tam olan manasınadır. (Rûhu’l Beyân)
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْاَوَّلُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
الْاٰخِرُ - الظَّاهِرُ - الْبَاطِنُ kelimeleri atıf harfi و ‘la الْاَوَّلُ kelimesine matuftur.
الظَّاهِرُ kelimesi sülâsî mücerred olan ظهر fiilinin ism-i failidir.
الْبَاطِنُ kelimesi sülâsî mücerred olan بطن fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. بِكُلِّ car mecruru عَل۪يمٌ ’e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَل۪يمٌ kelimesi haberdir.
عَل۪يمٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail; bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidai kelamdır. Müsnedin tarifi bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu belirtmesi içindir.
هُوَ mübteda, الْاَوَّلُ haberdir. Cümledeki müteakip kelimeler الْاَوَّلُ ‘ya matuftur. الْبَاطِنُۚ - الظَّاهِرُ ve الْاٰخِرُ- الْاَوَّلُ gruplarındaki kelimeler arasında tıbâk-ı îcab ve muvazene sanatı vardır.
İlk yani her şeyden önce var olan kadim de O’dur; her şey yok olup gittikten sonra varlığı devam eden son da. Varlığına delâlet eden delillerle Zâhir de O’dur Bâtın da; çünkü duyu organlarıyla kavranamamaktadır. Birinci وَ ’ın manası O’nun ilklik ve sonluk sıfatlarını birlikte taşıdığını göstermektir. Üçüncü وَ da O’nun Zâhirlik ve Bâtınlık sıfatlarını birlikte taşıdığını göstermektedir. Ortadaki وَ ise Allah’ın, ilk iki sıfat grubuyla son iki sıfat grubunu zâtında birleştirdiğini göstermek içindir. (Keşşâf)
Bir şeyin bir şeyden önce olması, şu açılardan olabilir:
a) Tesir bakımından... Çünkü biz, parmağın hareketinin, üzerindeki yüzüğün hareketinden önce olduğunu düşünebiliyoruz. Dolayısıyla bu öncelikten (evvellikten), önce olanın, sonra olana tesiri kastedilmiştir.
b) Tesir bakımından değil de, ihtiyaç bakımından öncelik... Çünkü hernekadar birin, iki için illet olmadığını biliyor isek de, İkinin bire muhtaç olduğunu düşünebiliyoruz.
c) Şeref bakımından öncelik... Mesela Hz Ebû Bekir (ra)'in, Hz Ömer (ra)'den önce gelişi gibi...
d) Rütbe bakımından öncelik... Bu da, imamın cemaata önceliği gibi, maddi bir başlangıçtan dolayı olan öncelik, yahut da aklî bir başlangıçtan olan önceliktir. Bu da, meselâ, o en üst "cins"i başlangıç kabul etmemiz gibidir. Çünkü tür ne kadar aşağıda olursa, o kadar sonra olmuş olur.
e) Zaman bakımından öncelik... Çünkü önceki zamanda mevcut olan, sonraki zamanda mevcut olandan öncedir. İşte öncelik ve sonralığa dair, akıl erbabının ortaya koyabildiği kısımlar bunlardan ibarettir.
Cenab-ı Hakk'ın herşeyden önce oluşu, yukarıda bahsi geçen beş tür öncelik açısından olmayışıdır.
Geriye, bu beş kısmın dışında, bir başka önceliğin (evveliyatın) olması kalır. Şimdi bu tür önceliğin, nasıl bir öncelik olduğu hususunda, aklın söyleyebileceği birşey yoktur. Çünkü akıllının aklına gelen herşey, mutlaka bir zaman içindedir, bir zamana bağlıdır. Ama ortaya koyduğunuz delil, bunun imkânsız olduğunu gösterir. O halde. Allah Teâlâ'nın الْاَوَّلُ oluşu, mücmel olarak malumdur, ama bunun tafsilatı ve o evveliyetin (önceliğin) özünü kuşatma, mahlûkatın akıllarının gücünün yetmediği bir şeydir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Birinci vâv وَالْاٰخِرُ ile sonuncusu وَالْبَاطِنُۚ iki sıfatı birleştirmek içindir; ortadaki vâv ise وَالظَّاهِرُ iki topluluğu birleştirmek içindir. (Beydâvî)
Ebû's-Suud'un ifade ettiği gibi الظَّاهِرُ daki "vâv", bu iki vasfın tamamını önceki ilk vasfa bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan, yani vav ile bağlamadan önce olabilirse de "ve'l-Âhir" ile "ve'l-Bâtın" sıfatlarında hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü atıftan sonraya bırakmak daha doğrudur. Çünkü هُوَ zamiri "Allah" ismine aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin toplamıdır. Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vücûd (varlığın birliği) adına hatalara düşmektedirler. Ve O herşeyi bilicidir. Şu halde kendini de bilir. Bâtın ismine bakarak Allah'ın, kendine de gizli olduğu zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her şeyi bilicidir." sözü, söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır. (Elmalılı)
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Bu cümle atıf harfi ile هُوَ الْاَوَّلُ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ , umum ve şümul için, amili olan عَل۪يمٌ ‘a takdim edilmiştir.
هُوَ mübteda, عَل۪يمٌ haberdir.
شَيْء ’deki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
بِكُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu takdim, O’nun ilminin her şeyi kapsadığını ifade eder. Yani O, her şeyi bilir, bilmediği hiçbir şey yoktur.
عَل۪يمٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Ayette teşâbüh-i-etrâf sanatı vardır. Burada ilk bakışta ayetin وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (O, her şeye kādirdir.) şeklinde bitmesi uygunmuş gibi düşünülebilir. Ama biraz dikkat edilince siyakta zikredilen arzın ve semanın yaratılışı, ulvî ve suflî âlemlerdeki tasarrufu, ölüleri diriltmesi sonra öldürüp tekrar diriltmesi, bütün bunların her şeyi kuşatan kâmil bir ilmi gerektirmesi dolayısıyla ayetin kudret değil ilimle bitmesinin daha münasip olduğu anlaşılır.
Ebu Hayyan şöyle der: Yüce Allah kendini عَلَّام ,عَلِيم ,عَالِم vasıflarıyla vasıflandırdı. Bu son iki vasıf mübalağa ifade eder. Araplar, aşırılığı pekiştirmek için عَلَّام kelimesinin sonuna ة ilave ederek عَلَّامة derler. Kelimenin bu şekliyle Allah için kullanılması caiz değildir. (Safvetü't Tefasir, Enam/101)
‘Gözlerinle değil, kalbinle oku!’ dedi.
Küçük bir çocuk gibi ne yapacağından emin olamadı. Söylenene olduğu gibi uyarak Kur’an-ı Kerim’e bakan gözlerini kocaman açtı. Allah’ın kelamının, iç alemini maddi ve manevi anlamda temizlediğini hayal etti. Kabir aleminden kalkarcasına kalbinin uyandığını hissetti.
Harflerin büyüdüğüne ve kendisini kucakladıklarına şahit oldu. Onları okuyan sesinin farklı bir hale büründüğünü işitti. Okunanların hepsi, sahip olduğu her hücresini canlandırarak semalara yükseldi. Yorgunluk nedir bilmeden, hep bu halde kalmayı umdu.
O an ki derdi, anlamak ya da anlamamak değildi. Allah’ın kelamı oluşuna iman ederek, ayetlerin hepsini kucaklamaktı. Susuzluğunu ya da açlığını giderircesine, en tatlı ve en bereketli suyu içmekti. Farklı alemlere vararak, alemlerin Rabbine hamd etmekti.
Öyle bir noktaya geldi ki; gözlerini kapattı. Allah’ın kelamına, emirlerine ve yasaklarına; kendisini teslim etti. Anlamak ile inanmanın arasındaki çizgiyi izledi. Allah’ın kudretine ve ilmine sığındı. Ayetlerin ardındaki anlaşılan ya da anlaşılmayan tüm hikmetlere iman ettim dedi.
Ey Kur’an-ı Kerim’in sahibi olan Allahım! Kelamını gören gözlerimiz, işiten kulaklarımız ve hisseden kalplerimiz için hamd olsun. Okumayı, dinlemeyi ve iman etmeyi nasip ettiğin için hamd olsun. Kitabının nuru ve bereketi ile uzuvlarımızı ve hallerimizi şifalandır ve güzelleştir. Onu, nefis penceresinden okuyarak, sahip olmadığımız ilimleri bilircesine ‘bence’ yorumları yapmaktan ve yapanlardan muhafaza buyur. Kitabına olan imanımızı ve muhabbetimizi, bereketlendir ve kuvvetlendir. İki cihanda da yürüdüğümüz her yolda; onu bize yoldaş kıl.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji