بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِۜ اِنَّ اللّٰهَ قَوِيٌّ عَز۪يزٌ۟
لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. Kasem üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. Lam, mukadder kasemin cevabına dahil olan harftir. Qad tahkik içindir. Tekid ifade eder. Kasem fiili mahzuftur. Kasem fiilinin hazfedilmesi icaz-ı hazif sanatıdır. Erselnâ kasemin cevap cümlesidir. Car mecrur bil beyyinâti, mefulun veya failin mahzuf haline müteallıqtır. Cümlede icaz-ı hazif sanatı vardır.
Enzelnâ - allahu kelimeleri arasında mütekellimden gâibe geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.
Erselnâ (Gönderdik) ile rusulenâ (elçilerimizi) kelimeleri arasında şekil ve harf değişikliğinden dolayı nakıs cinas ve reddül aczi ales sadri vardır. (Safvetü’t Tefâsir)
Rusulenâ izafetinde Allah’a ait zamire muzaf olması Rasuller için tazim ve teşrif ifade eder.
Önceki ayetteki Allah kelimesinden sonra bu ayette mütekellim zamirine iltifat vardır.
وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ
Atıf harfi vav ile kasemin cevabına atfedilmiştir.
Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Mekan zarfı meahum, mahzuf hale müteallıqtır. Elkitâbe, enzele fiilinin mefuludur.
Li, yeqûme fiilini gizli enle nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. En ve masdarı müevvel, enzelnâ fiiline müteallıqtır. Car mecrur bilqıstı, mahzuf hale müteallıqtır. Takdiri qâsıtîne âdilîne (Adil olarak) şeklindedir.
وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ
Atıf harfi vav ile öncesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Cümlede takdim tehir ve icaz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur fîhi, mahzuf mukaddem habere müteallıqtır. Be’sun, muahhar mübtedadır. Şedîdun de sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Fîhi be’sun ibaresi hadîd kelimesinin hali olarak mansubtur.
Menâfiu linnâsi cümlesi makabline matuftur. Cümlede müsnedün ileyh olan menâfiu kelimesinin nekra gelmesi tazim ve kesret ifade etmiştir.
Ennâsi’deki elif lam takısı cins ve hakiki istiğrak içindir.
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِۜ
Vav atıftır. Lam harfi, lamut ta’lildir. Muzari fiili gizli bir en’le nasbeder. Sebep bildirir.
En ve masdarı müevvel lam harfiyle birlikte enzelnâ fiiline müteallıqtır. Müşterek ismi mevsul men, meful olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası yensuruhu’dur. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Rusulehu izafetinde Allah’a ait zamire muzaf olması Resuller için tazim ve teşrif ifade eder.
اِنَّ اللّٰهَ قَوِيٌّ عَز۪يزٌ۟
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir.
İnne ile tekid edilmiş, isme isnad olan bu haber cümlesi subut ifade eder. Faidei haber talebi kelamdır, lafzı celalde tecrit sanatı vardır. Cümle mesel tarikinde tezyildir. Tezyil cümleleri itnab babındandır.
Müsnedin ileyh tazim, telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olabilir.
Allah'ın qaviyyun ve azîzün sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teala’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğunu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında vav olmaması, Allah Teala’da ikisinin de mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşabuhel etraf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında muraatün nazir sanatı vardır.
Bu âyette ise müsned (qaviyyun) sübût ifâdesi için isim olarak gelmiştir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meâni İlmi)
Samerrâî, Hadîd Sûresinin bu âyetini açıklarken beyyinata ve mizana değindikten sonra liyeqûmu bilqıstı (ki insanlar adaleti ayakta tutsun) ifadesindeki kıst‟ı da açıklamaktadır. Ona göre kıst, tartıda ve hükümlerde adaleti gözetmektir. Yüce Allah'ın ve en teqûmu lilyetâme bilqıstı (Bir de yetimlere adaletle davranmanız) Nisa, 4/127, yâ eyyuhallezîne âmenû kûnû qavvâmine lillâhi şühedâe bilqıstı (Ey iman edenler! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten tanıklar olun!) Mâide, 5/8. âyetlerinde ise kıst, tartı (vezn) manası dışında kullanılmıştır. Kıst, söz ve davranışları içine alan hususların tümünde adaletli olmak ve bunların hiçbirinde zulme yer vermemektir. Yüce Allah'ın şehidellahu ennehu lâ ilâhe illâ huve velmelâiketu ve ululilmi qâimen bilqıstı (Allah kendisinden başka ilah olmadığına adaletle tanıklık eder; melekler ve ilim sahipleri de!” Âli İmrân, 3/18 sözü bunu açıklamaktadır. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, I, 343.)
Adl, kıst‟ın anlamlarından biri olduğu halde liyeqûmen nâsu bilqıstı âyetinde adl yerine kıst zikredilmiştir. Bunun nedeni de kıst’ın, burada adl’den daha uygun düşmesidir. Kıst pay ve hisse manasına da gelir. Su ve diğer hususların her miktarına da kıst denir. Kıst, adalet; iksât ise pay ve hükümde adaletli davranmaktır. (Lisânu’l-Arab, kıst md., VII, ss. 377-378.)
Adl ise dosdoğru olmaktır. Adl’in bir diğer manası da sözü ve hükmü kabul gören kimsedir. Saîd İbnu‟l-Müseyyib‟den nakledildiği üzere adalet hükümde, sözde, fidyede ve ortaklıkta olmak üzere dört çeşittir. (Lisânu’l-Arab, adl md., XI, ss. 430-431.)
Âyette mizan zikredildiğinden dolayı qıst kelimesinin kullanılması daha uygundur. Çünkü tartıdan kasıt kişinin hissesini ve payını almasıdır ki qıstın bir anlamı da budur. Bu nedenle Kur'ân-ı Kerîm’de tartı (vezn) ile birlikte sadece Qıst zikredilmiş; adl ise hiç kullanılmamıştır.
Bir diğer husus da liyeqûmen nâsu bilqıstı âyetinde olduğu gibi Qıst kelimesiyle birlikte yeqûme fiilinin zikredilmesidir. Yapma (kıyâm) fiili, Kur'ân-ı Kerîm’de Qıst lafzıyla gelmesine rağmen, adl ile birlikte hiç kullanılmamıştır. Yüce Allah’ın Nisâ, 4/127., Âli İmrân, 3/18 âyetlerinde adl kelimesi yerine kıyâm fiiliyle birlikte zikredilmesi her yönden daha uygun olan Qıst kelimesi getirilmiştir.(Sâmerrâî, Alâ Tarîki‟t-Tefsîri‟l-Beyânî, I, ss. 344-345)
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Önceki âyette peygamberler gönderilmesinden söz edilmişti; bu âyetlerde de insanlığın ikinci atası olarak bilinen Hz. Nûh ve sonrasındaki peygamberler tarihine genel bir bakış yapılması sağlanmaktadır. Kur’an’da peygamberler zinciri ve birçok peygamber hakkında daha ayrıntılı bilgiler verilmiş olup burada bu sürecin nasıl tamamlandığı hususu öne çıkarılmaktadır. Pek çok peygamber gönderildikten sonra nihayet Hz. Muhammed öncesinde Hz. Îsâ’ya kutsal kitap İncil verilmiştir. Ona uyanlar, yani Hz. Îsâ’nın örnek ahlâkını, İncil öğretisine hâkim olan hoşgörü vb. ahlâkî erdemleri özümseyenler kalpleri şefkat ve merhamet dolu insanlar oldular. Allah onlara ruhbanlık gibi bir görev yüklememişti; fakat Hıristiyanlığın başlangıcında samimi müminler ağır sosyal ve siyasî baskılara mâruz kaldılar. Bu durum karşısında onlardan bir kısmı sırf bu katliam ve çatışmalarda eriyip gitmemek ve böylece dinlerini koruyabilmek amacıyla dağlara, ücra yerlere çekilip kendilerini ibadete verdiler. Fakat zaman içinde bu hareket amacından saptırıldı ve dinin istismar aracı olmasını kurumlaştıran hatta toplum içi ve toplumlar arası çatışmaları körükleyen bir örgütlenmeye dönüştü (Hz. Îsâ hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45; İncil hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3; ruhbanlık hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Tevbe 9/31, 34; hıristiyanların Kur’an tarafından olumlu bulunan nitelikleri hakkında bk. Mâide 5/82-85).
26. âyetin son cümlesindeki “onlar” zamiri genellikle “Nûh ve İbrâhim’in soyundan gelenler” şeklinde açıklanmıştır; fakat bunu “bildirimde bulundukları insanlar” diye yorumlamak da mümkündür. Yine, buradaki “yoldan çıkmışlar” anlamı verilen fâsık kelimesi –Kur’an’daki kullanımlar ve bağlam dikkate alınarak– hem “günahkâr”hem de “kâfir” anlamlarıyla izah edilmiştir (Taberî, XXVII, 237-238; Râzî, XXIX, 244). “Onlar” zamiri konusunda birinci yorum esas alındığında burada, peygamber soyundan gelmenin iman etme veya iyi mümin olma garantisi sağlamadığına işaret edildiği söylenebilir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 254-255Hedeye هدي :
Hidayet هِدايَةٌ bir kimseye rıfkla, nazik bir şekilde yolu göstermek/kılavuzluk etmek, ya da doğru yolu yönü veya istikameti tutmasına ya da takip etmesine vesile olmaktır. Bu yol göstermenin işaret etmek şeklinde olanı özellikle sülasi formda هَدَى şeklinde, vermek şeklinde olanı ise if'al formuyla أهْدَى şeklinde verilmektedir.
Yüce Allah'ın hidayet vermesi dört şekilde olur:
1- Cinsi itibarıyla akıl, zeka ve zaruri bilgiler türünden her mükellefi kapsayan hidayet.
2- Peygamberlerin dilleriyle, Kur'an indirerek ve benzeri bir yolla, kendilerini davette, çağrıda bulunarak insanlara tahsis ettiği hidayet.
3- Hidayet bulan kimseye has kıldığı tevfik.
4- Ahirette cennete götürecek hidayet.
Bu dört hidayet sırayladır. Bundan dolayı her kim birincisine sahip değilse, ikincisine sahip olamaz hatta onun mükellef olması da doğru olmaz. Her kim ikincisine sahip değilse üçüncüsüne ve dördüncüsüne de sahip olamaz.
هادِي ise davetçi/çağrıcıdır.
İhtidâ إهْتِدَى lafzına gelince, insanın ya dünyevi ya da uhrevi işlerde ihtiyar yoluyla kendi seçerek yöneldiği hidayete has bir kavramdır.
هَدْيٌ sözcüğü Beytullah'a hediye edilen kurbana has olarak kullanılır. Tekili هَدِيَّةٌ şeklinde gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda toplam 316 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri hidayet, Hüdâ, hediye, ihtidâ, mühtedî ve Mehdî'dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ
Vav, atıftır. Lam kasemin cevabına dahil olan harftir. Qad ise tahkik harfidir. Ayette icaz-ı hazif vardır. Kasem cümlesi mahzuftur. Erselnâ kasemin cevabıdır. Nûhan mefuldur.
Ve cealna cümlesi de bu cümleye matuftur.
Kitab ve nübüvvet verilenlerin Nuh, İbrahim ve bu resullerin zürriyeti şeklinde sayılmasında taksim sanatı vardır.
Kitabı yani vahyi demektir. İbn Abbas’a göre ise, kalemle yazı yazmayı demektir. Nitekim, ketebe kitâben ve kitâbeten denilir. [Yani kitâb ‘yazmak’ anlamında mastar olarak da kullanılır.] (Keşşaf)
Elkitâbe’deki elif lam takısı ahd içindir.
فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ
Cümlede takdim tehir ve icaz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur minhum, mahzuf mukaddem habere müteallıqtır. Muhtedin, muahhar mübtedadır. Bu kelime menkus isimlerdendir. Bunun için mahzuf ye harfinin mukadder dammesiyle merfudur.
Gerçi onlardan yani nesillerinden veya kendilerine peygamber gönderilenlerden demektir. Bu manaya ‘gönderme’ ve ‘gönderilen peygamber’ ifadeleri işaret etmektedir. Burada, insanların durumu detaylı olarak anlatılmaktadır; yani onların bir kısmı doğru yoldadır, bir kısmı fâsıktır; ne var ki fâsıklar çoğunluğu oluşturmaktadır. (Keşşaf)
وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Vav atıftır. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Kesîrun mübtedadır. Car mecrur minhum, kesîrun’un mahzuf sıfatına müteallıqtır. Fâsiqûne haberdir. Müsnedin ileyh olan kesîrun kelimesinin nekra gelmesi tahkir ve teksir ifade etmiştir.
Müsnedin isim cümlesi formunda gelmesi, subut ifade eder. Fâsiqûne, sülasisi feseqa olan fiilin ismi failidir.
Beydavi, âyeti tefsîr ederken mukabele sanatından vazgeçilmesinin inceliğini şöyle izah eder: “Mukabele metodundan vazgeçilmesi, zemmi (yermeyi) mübalağalı göstermek ve galebenin (çokluğun) dalalete ait olduğunu beyan etmek içindir. (Beydavi, V, 304)
Söz konusu âyette mukabele metodu uygulansaydı ibarenin feminhum muhtedin ve minhum dâllun (Onlardan kimi doğru yoldadır; kimi de sapıktır) şeklinde gelmesi gerekirdi. Fakat Yüce Allah onları mübalağalı bir şekilde yermek ve onların dalalette olduklarını ifade etmek için mukabeleden vazgeçmiş ve dâllun kelimesi yerine fâsiq kelimesinin çoğulunu fâsiqûne kullanmış, üstelik bu mânayı kesret kesîrun lafzı ile de güçlendirmiştir. (Kâzerûnî, V, 304.)
ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَاٰتَيْنَاهُ الْاِنْج۪يلَ وَجَعَلْنَا ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةًۜ وَرَهْبَانِيَّةًۨ ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ رِضْوَانِ اللّٰهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَـتِهَاۚ فَاٰتَيْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْهُمْ اَجْرَهُمْۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَاٰتَيْنَاهُ الْاِنْج۪يلَ
Sümme tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Cealnâ fiiline atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur alâ âsârihim, qaffeynâ fiiline müteallıqtır.
Rusulinâ izafetinde Allah’a ait zamire muzaf olması Rasuller için tazim ve teşrif ifade eder.
Ve qaffeynâ cümlesi öncesine matuftur. Bi zaidtir. Tekid ifade eder. Îsâ, lafzen mecrur, meful olarak mahallen mansubtur. Meryeme muzafun ileyhtir.
وَجَعَلْنَا ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةًۜ
Atıf harfi vav ile âteynâhu cümlesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur fî qulûbi, cealnâ’nın mahzuf ikinci mefulune müteallıqtır. Cemi müzekker has ismi mevsul elllezîne, muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsmi mevsulun sılası ittebeû’dur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Ra’fetun ve Rahmet kelimelerindeki tenkir, kesret ve tazim içindir.
وَرَهْبَانِيَّةًۨ ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ رِضْوَانِ اللّٰهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَـتِهَاۚ
Atıf harfi vav ile ra’feten’e atfedilmiştir. İbtedeûhâ cümlesi rahbâniyyeten’in sıfatı olarak mahallen mansubtur. Sıfat cümleleri anlamı kuvvetlendirmek için yapılan itnab sanatıdır.
Mâ ketebnâhâ cümlesi rahbâniyyeten’in ikinci sıfatı olarak mahallen mansubtur.
Ma nafiye, illa ise istisna harfidir. Kasırla tekid edilen cümle faidei haber talebi kelamdır. Ma ve illa ile oluşan kasır, fiille mefulü arasındadır. Kasrı mevsuf ales sıfattır.
Fe atıftır. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Haqqa mefulu mutlaktır. Riâyetihâ muzafun ileyhtir.
Raav - riâyeti kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Rahbâniyyeten’in kendinden öncekine atfedilmesi de mümkündür ki bu durumda ibtedeûhâ cümlesi mahallen mansūb olarak onun sıfatı olur; yani onların kalplerine, şefkat, merhamet ve icat ettikleri bir ruhbanlık yerleştirdik. Şu mânada ki: “Onları kendi aralarında merhametli davranmaya, bir ruhbanlık icat ve ihdas etmeye muvaffak kıldık. Ruhbanlığı onlara farz kılmamızın sebebi, Allah’ın rızasını aramaları ve sevabı hak etmeleriydi.” -Bu durumda, Allah’ın ruhbanlığı onlara farz ve gerekli kılmasının sebebi fitneden kurtulmaları ve bununla Allah’ın rızasını ve sevabını aramaları olmaktadır.- Ne var ki hepsi bunu hakkıyla gözetemedi; az bir kısmı bunu başarabildi. Biz de onlardan ruhbanlığı gözeten müminlere mükâfatlarını verdik. Çoğu ise yoldan çıkmıştır! Bunlar da ruhbanlığın hakkını veremeyenlerdir. (Keşşaf)
İllâ ibtiğâe rıdvânillâhi (fakat Allah’ın rızasını kazanma gayesi ile) ifadesi munkatı‘ bir istisnadır; yani Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri uydurdular! “Fakat ona hakkıyla” yani adak adayanın, adağına riayet etmesi gerektiği gibi “riayet edemediler.” Çünkü adak, Allah’a verilmiş bir söz olup ihlâl edilmesi helâl değildir. “Biz yine de iman etmiş olanlarına” yani Hz. Îsâ’ya tâbi olan merhamet ve şefkat sahiplerine “ecirlerini verdik. Birçoğu ise fâsıktır!” Bunlar da adaklarını yerine getirmeyen kimselerdir. (Keşşaf)
فَاٰتَيْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْهُمْ اَجْرَهُمْۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Fe atıftır. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Cemi müzekker has ismi mevsul ellezîne, meful olarak mahallen merfudur. İsmi mevsulun sılası âmenû’dur. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Car mecrur minhum, âmenû’nun failinin mahzuf haline müteallıqtır. Ecruhum ikinci mefuldur.
Fe isti’nafiyyedir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Kesîrun mübtedadır. Car mecrur minhum, kesîrun’un mahzuf sıfatına müteallıqtır. Fâsiqûne haberdir.
Müsnedin ileyh olan kesîrun kelimesinin nekra gelmesi tahkir ve kesret ifade etmiştir.
Müsnedin isim cümlesi formunda gelmesi, subut ifade eder. Fâsiqûne, sülasisi feseqa olan fiilin ismi failidir.
Fâsiqûne kelimesinin ref alameti vav iledir. Cemi müzekker salimler harfle irablanır, vav ile merfu olurlar.
Ketebnâhâ - âmenû kelimeleri arasında mütekellimden gâibe geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَاٰمِنُوا بِرَسُولِه۪ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِه۪ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ
Önceki âyetlerde bütün peygamberlere iman etmenin gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuş olduğundan, 28. âyetin “Size rahmetinden iki kat versin” diye çevrilen kısmı “Size rahmetinden iki pay versin” şeklinde de tercüme edilebilir. Bu ifade umumiyetle, Allah Teâlâ’nın, biri önceki peygamberlere, biri de Hz. Muhammed(s.a.s.)’e iman sebebiyle iki ayrı ecir vereceği anlamıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 69; İbn Atıyye, V, 271).
29. âyetin başındaki –genellikle olumsuzluk anlamı taşıyan– “lâ” edatı dolayısıyla âyete değişik mânalar verilmiş ve önceki âyete farklı şekillerde bağlanmıştır. Müfessirlerin çoğunluğu bu edatın olumsuzluk anlamı taşımadığını (zâit olduğunu) kabul edip şöyle bir anlam vermeyi tercih etmişlerdir: “Böylece Ehl-i kitap’tan olanlar Allah’ın lutfundan hiçbir şeye erişemeyeceklerini veya Allah’ın lutfu üzerinde hiçbir güçlerinin bulunmadığını ve bütün inayetin Allah’ın elinde olduğunu bilsinler.” Bu mânayı önceki âyete bağlamak için yapılan izahların yaygın olanı şudur: Allah Teâlâ anılan peygamberlerden sonra Hz. Muhammed’e peygamberlik görevi vermiş olup hem onlara hem Hz. Muhammed’e inanmanızı istemektedir, ecrinizi de buna göre verecektir. Şu halde Ehl-i kitap bilmelidir ki peygamberlik sırf kendilerine özgü değildir; bu husus Allah’ın takdirinde olup dilediğine lutfeder ve kimse onun bu iradesini bertaraf etmeye güç yetiremez. Elmalılı, bu ifadeyi olumsuz soru kabul ederek mâna vermeyi tercih eder. Bu mânayla ilgili olarak onun yaptığı izah özetle şöyledir: Ehl-i kitap bu gerçekleri bilmez olurlar mı, bilmeyecekleri için mi Allah’ın resulüne iman etmeyecekler? Hayır, iman etmezlerse, bunları bilmediklerinden değil sırf çekememezlik, taassup ve inat sebebiyledir (VII, 4768-4770). Süleyman Ateş buna yakın bir anlayışla “... bilmezlik etmesinler” şeklinde bir mâna vermiş (IX, 283); İbn Âşûr ise baştaki –daha çok “için, dolayı, diye” anlamıyla kullanılan– “lâm” harfini sonuç bildirme (âkıbet) lâm’ı kabul ederek “Böylece Ehl-i kitap bilemeyecekler, peygamberlik lutfunun hep kendilerine ait olduğu yönündeki cehalet ve aldanışları içinde kalacaklardır” anlamını tercih etmiştir (XXVII, 430-432). Bizim tercih ettiğimiz meâlin önceki âyetle bağlantısı şöyledir: Ehl-i kitap, özellikle yahudiler Allah’ın lutuf ve rahmetinin kendilerine ait olduğunu ileri sürüyorlardı; müslümanlar Allah’a itaat ve son peygamberine iman ederek –böylece Ehl-i kitabın temel inancını tevârüs ettikleri gibi bu inancın bir gereği olan son peygambere iman değerine de sahip olarak– iki kat ecir alacaklar, Ehl-i kitabın iddialarının da temelsiz olduğu ortaya çıkacaktır.
Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini bildirerek başlayan sûre, bütün lutuf ve ikramların O’ndan geldiğini hatırlatan bir ifadeyle, Allah Teâlâ’nın büyük lutuf sahibi olduğu belirtilerek sona ermektedir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَاٰمِنُوا بِرَسُولِه۪ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِه۪
Ayet müste’nefe cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebi inşai isnadtır.
Münadadan bedel olan ellezi mahallen mansubtur. Mevsullerde tevcih sanatı vardır. Âmenû mevsulün irabtan mahalli olmayan sılasıdır.
Ya eyyuhellezine amenu şeklindeki nida üslubu Kuranı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir.
Sülasisi veqâ olan itteqû fiili, iftiâl babındadır. Bu bab fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar.
Nidanın cevabı emir sigasıyla gelen talebi inşai isnadtır. Ayetin ikinci cümlesi bu cümleye matuftur.
Rasûlihi izafetinde Allah’a ait zamire muzaf olması Rasul için tazim ve teşrif ifade eder.
Yu’tikum talebin cevabı olduğu için meczumdur. Kıfleyni ikinci mefuldur. Min rahmetihî, kıfleyni’nin mahzuf sıfatına müteallıqtır.
Rahmetihi izafetinde Allah Teala’ya aid zamire muzaf olması rahmet için tazim ve teşrif ifade eder.
وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِه۪ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ
Ayet atıf harfi vav ile öncesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur lekum, yecal fiiline müteallıqtır. Nûran mefuldur. Temşûne cümlesi nûren’in sıfatı olarak mahallen mansubtur. Sıfat cümleleri anlamı kuvvetlendirmek için yapılan itnab sanatıdır.
Nûren’deki tenvin tazim ve nev içindir.
Yağfir lekum cümlesi makabline matuftur.
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ
Vav isti’nafiyedir. Allâhu mübteda, ğafûrun haberdir. Rahîmun ise ikinci haberdir. Cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Mesel tarikinde tezyildir. İtnab babındandır. Lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
Müsnedin ileyh telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olabilir.
Ğafûrun ve rahîmun isimlerinin tenvinli gelişi bu isimlerin Allah Teala’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğunu, bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında vav olmaması, Allah Teala’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu isimlerle ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşabuhel etraf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında muraatün nazir sanatı vardır.
لِئَلَّا يَعْلَمَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَلَّا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِ وَاَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ
لِئَلَّا يَعْلَمَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَلَّا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِ
Lam harfi, lamutta’lildir. En masdar harfi, lâ zaidtir. En ve masdarı müevvel lam harfi ceriyle birlikte mahzuf fiile müteallıqtır. Takdiri e’lemekum bizâlike liye’leme (Bilmesi için size öğretti) şeklindedir.
Li en lâ ye’leme ifadesi li-ya‘leme anlamındadır; yani “Müslüman olmayan Ehl-i kitap şunu öğrensin ki” anlamındadır. [li en lâ’daki] lâ zaittir. [en lâ yeqdiru’deki] en’de ennehûdan hafifletilmiş أن‘dir. Aslı ennehû lâ yakdirûnedir; yani şu bir gerçek ki onlar Allah’ın lutfundan hiçbir şeye kādir değillerdir! Yani daha önce sözü edilen iki nasipten hiçbir şeye, nura ve mağfirete, erişemezler; çünkü Allah Resulü’ne (s.a.) iman etmemişlerdir. Dolayısıyla, önceki peygamberlere iman etmeleri onlara fayda vermez, onlara bir lutuf kazandırmaz.
Hitap başkalarına ise o zaman anlam şöyle olur: Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah Resulü’ne (s.a.) iman edin ki İşbu kimselere ecirleri iki kez verilir [Kasas 28/54] âyetinde Ehl-i kitaptan (Muhammed’e) iman edenlere vermeyi vaat ettiği iki nasibi size de versin, size onlarınkinden daha az mükâfat vermesin; çünkü siz, iki imanda da onlar gibisiniz, hiçbir peygamberi diğerlerinden ayırmıyorsunuz. (Keşşaf)
En ve masdarı müevvel ya'lemu fiilinin iki mefulu yerindedir. Alâ şeyin, yaqdirûne fiiline müteallıqtır. Min fadlillahi, şeyin’in mahzuf sıfatına müteallıqtır.
وَاَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ
Vav atıftır. Enne ve masdarı müevvel ellâ yaqdirûne’ye matuftur. Elfadli enne’nin ismidir. Biyedi mahzuf enne’nin mahzuf haberine müteallıqtır. Yu’tîhî cümlesi enne’nin ikinci haberi olarak mahallen merfudur. Müşterek ismi mevsul men, ikinci meful olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası yeşâu’dur. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Allah’ın elindedir; yani O’nun hâkimiyet ve tasarrufundadır; ‘el’ kelimesi temsildir. “Onu dilediğine vermektedir.” Hak edenden başkasına vermeyi ise dilemez [Allah]. (Keşşaf)
Yedi’llah ifadesinde istiâre vardır. Allah’ın elindedir ifadesi, [her türlü nimetin] Allah’ın mülkünde ve kudretinde olduğu, kulların yararlı-zararlı, doğru-eğri amellerine göre dilerse vereceği, dilerse vermeyeceği anlamına gelir. (Kur’an Mecazları Şerif er-Radi)
وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ
Vav atıftır. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Allahu mübtedadır. Haberi zû, harfle irab olan beş isimden biridir. Ref alameti vav’dır. El fadli muzafun ileyhtir. El azîmi, fadli’nin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Müsnedin ileyh telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olabilir. Müsnedin izafetle marife olması veciz anlatımın (az sözle çok mana ifade etme) yanında tazim ifade eder.
Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)