بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
ف۪يهَا عَيْنٌ جَارِيَةٌۢ
Cennete girenlerin mutluluğuna işaret edildikten sonra –yukarıda cehennem tasvirinde yapıldığı gibi– burada da insanın dünyada tanıdığı maddî zevkler ve nimetler için kullanılan kelimelerle bazı cennet nimetleri sıralanmıştır. Kuşkusuz bunlar birer örnek olup Kur’an’da yeri geldikçe bağlama göre daha birçok cennet nimetinden söz edilmiştir. Kur’an’a göre cennet göklerle yer kadar geniş (Âl-i İmrân 3/133), yakıcı sıcağın veya dondurucu soğuğun söz konusu olmadığı bir mekân (İnsan 76/13); içinde su, süt, şarap ve bal ırmaklarının aktığı bir yurt (Muhammed 47/15) ve tavsif edilemeyecek kadar güzellikleri bulunan nimetler ortamıdır (cennet nimetleriyle ilgili bu tür tasvirleri nasıl anlamamız gerektiği konusunda yine bk. Mutaffifîn 83/22-28).
Ayette takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur fîha, mahzuf muqaddem habere muteallıqtır. Aynun, muahhar mübtedadır. Câriyetun ise aynun’un sıfatıdır. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır. Cümle cennet için üçüncü sıfat olarak mahallen mecrurdur
Müsnedün ileyhin nekira gelmesi tazim ve kesret ifade eder.
Câriyetun - aynun kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Son dört ayetin fasılaları olan câriyetun - lâğîyeten - âliyetin - radiyetun kelimeleri arasında luzum ma la yelzem sanatı vardır.
Orada devamlı akan bir pınar vardır. Kişi akıtmayı istediği zaman akan, suyu kesilmeyen birçok pınarlar vardır. Bunlar sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Bu sudan içen kimse, artık sonsuza dek bir daha susamaz ve içenin kalbinden kin, aldatma, haset, düşmanlık ve buğz gider. (Ruhul Beyan)
ف۪يهَا سُرُرٌ مَرْفُوعَةٌۙ
Ayette takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur fîha, mahzuf muqaddem habere muteallıqtır. Sururun, muahhar mübtedadır. Merfû’atun ise sururun’un sıfatıdır. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır. Müsnedün ileyhin nekira gelmesi tazim ve kesret ifade eder.
Cümle cennet için dördüncü sıfat olarak mahallen mecrurdur.
Sedirlerin boyu yahut değeri yüksek demektir. (Beydavi)
وَاَكْوَابٌ مَوْضُوعَةٌۙ
Ayet atıfla gelmiştir. Ekvâbun, sururun’a matuftur. Mevdû’atun ekvâbun için sıfattır.
Mevdû’atun - merfû’atun kelimeleri arasında tıbakı icab, mutevazi seci, cinas, reddül aczi ales sadri ve luzum ma la yelzem sanatları vardır.
Mütevâzî seci’, terkîb, mısrâ veyâ âyetin son lâfzının hem vezin, hem de son harf bakımından aynı olmasıdır.
Kupalar manasındaki ekvab, kûb'un çoğuludur, o da kulpsuz kaptır. Konulmuş önlerine dizilmiştir. (Beydavi)وَنَمَارِقُ مَصْفُوفَةٌۙ
Vav atıftır. Nemâriqu, sururun’a matuftur. Mesfûfetun, nemâriqu için sıfattır.
Nemâriqu muntehel cumu’ olduğu için tenvin almamıştır.
Yastıklar manasındaki nemarik; feth ve damme ile nemruka'nın yahut numruka'nın çoğuludur. Sıra sıra dizilmiş birbirine dayanmış demektir. (Beydavi)وَزَرَابِيُّ مَبْثُوثَةٌۜ
Vav atıftır. Zerâbiyyu, sururun’a matuftur. Mebsûsetun, zerâbiyyu için sıfattır.
Mebsûsetun - Mesfûfetun kelimeleri arasında muvazene vardır.
Halılar lüks halılardır ki, zerbiyye'nin çoğuludur. Serilmiş, döşenmiş demektir. (Beydavi)
Serilmiş (yahut yer yer yayılmış) döşemeler vardır. "Zâ" nın dammesi veya kesresi ile zürbiye, nefis ve kıymetli döşemeler demektir. "Kâmus"ta zikredildiği üzere zerabiyy, sararmış ve kızarmış olmakla beraber yeşilliği de bulunan otlara da denir ve fiilinde, "bitki, içinde yeşillik bulunduğu halde sarardı ve kızardı" denir. Döşemelere zerabiyy denmesinin benzetme suretiyle olduğu da söylenmiştir. Lakin Ragıb demiştir ki: "Zerabiyy, aslında bir yere mensup benekli dokumalardır. Sonra istiare olarak döşemeler için kullanılmıştır." (Elmalılı)
اَفَلَا يَنْظُرُونَ اِلَى الْاِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ۠
Öldükten sonra dirilmenin mümkün olmadığını iddia eden inkârcılara cevap veren bu ve bundan sonraki sorulu ifadelerde, çevrelerini kuşatan doğal varlık ve olaylardaki ilâhî kudretin tecellilerine muhatapların dikkati çekilerek öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğu anlatılmaktadır. Evrendeki her şey Allah’ın kudretini göstermekle birlikte Kur’an’ın ilk muhataplarının en çok sevdikleri ve sahip olmak istedikleri mal deve olduğu için önce onun yaratılışına dikkatleri çekilerek ibret almaları istenmektedir. Dayanıklılığı, binme kolaylığı, taşıma gücü; etinden, sütünden ve yününden istifade edilmesi gibi özellikleri deveyi çöl ortasında yaşayan insanlar için vazgeçilmez bir değer haline getirmiştir. Kuşkusuz burada Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar için taşıdığı büyük önemden dolayı deveden söz edilmiş olup bu yalnızca bir örnektir. Asıl maksat ise insanlar için benzer şekilde değer ifade eden canlısıyla cansızıyla çeşitli nimetleri yaratmış olan Allah’ın üstün gücünü ve lütufkârlığını hatırlatmaktır. “Deve” diye çevirdiğimiz ibil kelimesinin “yağmur yüklü bulut” anlamına geldiği, âyette bu anlamın kastedilmiş olabileceği de belirtilmiştir (bk. Zemahşerî, IV, 247; Kurtubî, XX, 35).
Ayet isti’nafa atıf olarak gelmiştir. Hemze istifham, fe atıf harfi, lâ nafiyedir. Cümle istifham üslubunda gelmiş, talebi inşai isnadtır. Car mecrur ilel ibili, yenzurûne fiiline muteallıqtır. İstifham ismi keyfe, nasb mahallinde haldir. Olaya dikkat çekmek için meçhul bina edilmiş huliqat fiili ise ibili’den bedeldir.
Ayetteki hemze tevbih ve inkari manadadır. Cümle azarlama ve tasdik kastı taşıdığı için vaz edildiği soru anlamından çıkmıştır. Bu nedenle mecazı mürsel mürekkeptir.
Mütekellimin Allah Teala olması dolayısıyla istifhamda tecahülü arif sanatı vardır.
Bakmıyorlar mı o develere, nasıl yaratılmış? Bakmıyorlar mı develere? Yukarının bir şubelendirilmesi olan bu cümlenin fe ile bağlanmasındaki mânâ, kıyamet haberini ve onun içerdiği hayret verici niteliklerle, öldükten sonra dirilme meselesini inkar edenlere karşı yaratılışın en fazla göz önünde bulunan şeylerinde bile görülüp duran enteresan durumlara dikkatleri çekmek suretiyle yaratıcının gücünü hatırlatmak ve onun nasıl tasarrufta bulunduğunu ve ona göre emir ve hükümlerini anlayıp ortaya çıkararak kıyamet gününün sıkıntılarından korunacak ve mutluluğuna erdirecek güzel ve yararlı işlere sevk ve teşvik etmektir.
Kıyamet haberinden sonra yer ve göğün yaratılış niceliği ile yaratıcının kudretine dikkat çekilirken ilk önce devenin ileri sürülmesi birdenbire insana acayip gelirse de bu acayiplikte kastedilen mânâya isabet açısından "bera'at-i istihlal" gibi bir bediî sanat vardır……….aynı zamanda âyet sonlarında kıvrık hâ yani tâ-i merbuta’dan şiddetli uzun tâ ya geçen bir genişleme ile ifadeye başkaca bir değişiklik verilmesinin yaratılıştaki enteresanlıkları göstermek maksadına her bakımdan uyan bediî sanatları kapsadığı anlaşılır. (Elmalılı)
وَاِلَى السَّمَٓاءِ كَيْفَ رُفِعَتْ۠
Yerden bakana göre büyük ve yüksek bir kubbe gibi görünen gök ve oradaki sayısız yıldızlar, fiziksel bir destek, direk, bağ ve dayanak olmaksızın ilâhî bir nizam içerisinde uzay boşluğunda dengede durmakta ve hareket etmektedir. Ra‘d sûresinin 2. âyetiyle Lokmân sûresinin 10. âyetinde de Allah’ın gökleri direksiz bir şekilde yükselttiği ifade edilmiştir. Amaç, onların konumlarını ve düzenlerini koruyup sürdürmelerinin kesinlikle bunu sağlayan bir yaratıcı ve yönetici güç sayesinde mümkün olduğunu anlatmaktır. Bu gücün koyduğu ve yürüttüğü denge ve düzen sayesindedir ki gök cisimleri kendileri için takdir edilen konumdan kayma, sapma ve düşme gibi durumlara karşı korunmuş ve korunmaktadır.
Vav atıftır. Car mecrur iles semâi, yenzurûne fiiline muteallıqtır. İstifham ismi keyfe, nasb mahallinde haldir. Olaya dikkat çekmek için meçhul bina edilmiş rufi’at fiili ise es semâi’den bedeldir.
O göğe (bakmazlar mı), nasıl yükseltilmiştir o. Bu, "mesafesi uzun, herhangi bir yere tutunmaksızın ve direksiz olarak, nasıl yükseltilmiştir o gökler" demektir. (Fahrettin Razi)
Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş? Ve o göğe (gece gündüz görüp durdukları hayret verici göğe) bakmazlar mı nasıl yükseltilmiş? Yukarı doğru yükselen hava boşluğu üstünde derin bir şekilde uzayıp giden boyut içinde her biri bir yörüngede direksiz dayanaksız yüzüp duran sayısız cisim ve yıldızlarıyla, o süsü ve genişliğiyle bütün bakışları kaplayan o aşılmaz okyanusa nasıl bir yükseklik verilmiş. (Elmalılı)
وَاِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ۠
Yerküre üzerinde sabit dağların dikilmesi yerin dengesini sağlamaktadır. Nitekim muhtelif âyetlerde yerkürenin dengesini koruması için orada sabit dağların yerleştirildiği ifade edilmiştir (meselâ bk. Nahl 16/15; Lokmân 31/10; Nebe’ 78/7). Ayrıca dağların yeryüzünde canlılar için daha rahat korunma ve barınmaya elverişli ortamlar oluşturması, su kaynakları ve akarsu imkânları sağlaması, özel bitki örtüsü, maden ocakları gibi başka imkânlarıyla insanlar ve diğer canlılar için hayatı kolaylaştırdığı, bu bakımdan yeryüzünde biyolojik düzenin dengesine ve sürekliliğine katkı sağladığı göz önüne alınarak ilgili âyetleri bu yönde anlamak da mümkündür. Bu gibi sebeplerden dolayı Kur’an’da dağların yaratılışı sık sık hatırlatılmaktadır.
Vav atıftır.Car mecrur ilel cibâli, yenzurûne fiiline muteallıqtır. İstifham ismi keyfe, nasb mahallinde haldir. Olaya dikkat çekmek için meçhul bina edilmiş nusibet fiili ise el cibâli’den bedeldir. Bakmıyorlar mı dağlara, nasıl dikilmiş? Ve o dağlara yerden o göğe doğru başlarını kaldırarak dikilip bakışları sınırlayan ve türlü faydalarından yararlanılıp durulan dağlara bakmazlar mı nasıl dikilmiş? Nasıl yerlere konulup yerleştirilmiş? (Elmalılı)
وَاِلَى الْاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ۠
Muhatapların dikkatleri canlıların yaşamasına elverişli biçimde yaratılmış olan yeryüzüne çevrilip bazı örnekler verilerek içinde yaşadıkları kozmik ortamın iç anlamını ve sırlarını keşfetmeleri, bunlardan ibret almaları istenmektedir. Bu ve önceki âyetten ayrıca müslümanların dolaylı olarak zooloji, astronomi, jeoloji, tarih ve coğrafya gibi deneysel ve sosyal bilimlerle meşgul olmaya teşvik edildiği anlamı da çıkarılabilir. Çünkü burada istenen anlamları kavramak için böyle bir tabiat okumasına ihtiyaç vardır ve Kur’ân-ı Kerîm gerek burada gerekse başka birçok âyette muhatabını böyle bir tabiat keşfine çağırmaktadır. Bunlar yapıldığı takdirde hem Allah’ın üstün kudretinin izleri daha yakından ve sağlıklı müşahede edilmek suretiyle maksat hasıl olur hem de maddî dünyaya ait sağlam bilgiler edinildiği için ondan istifade etme imkânı artar ve böylece bu bilgilere sahip olanlar onları daha verimli ve yararlı olarak kullanma imkânını elde ederler (ayrıca bk. Elmalılı, VIII, 5786).
Vav atıftır. Car mecrur ilel ardi, yenzurûne fiiline muteallıqtır. İstifham ismi keyfe, nasb mahallinde haldir. Olaya dikkat çekmek için meçhul bina edilmiş sutihat fiili ise el ardi’den bedeldir.
Es semâi - el ardi arasında tıbakı icab sanatı, Es semâi - el ardi - el cibali kelimeleri arasında muraatün nazir sanatları vardır.
Bu âyetlerde maksad Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyler üzerinde düşünerek bas’e iman etmektir. Burada cümleler arasındaki irtibat açıktır. Söze, bedevî hayatın çöldeki temel unsuru olan deveden başlanmış. Sonra her an gözleri önünde olan direksiz yükseltilmiş sema zikredilmiş. Bedevînin hayâtında semanın özel bir yeri vardır. Yağmur yağmasını istediği zaman göğe bakar, gecenin karanlığında yolunu yıldızlar sayesinde bulmak için yine göğe yönelir. Gözünü biraz indirince, zirveleriyle adeta semayla yarışan dağları görür. Kendisi için döşenmiş yeryüzünün derinliklerine demir atmış dağlar gözünün önünde uzanmaktadır. İşte bunlar bedevînin gözünün önünde her an muhatab olduğu manzaradır ve nazarı bunlar arasında dolaşmaktadır. Dolayısıyla bu cümlelerin birbirine atfı da çok uyumlu olmuştur. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Meani İlmi)
Kur’ân’daki zikredildiği bağlam düşünüldüğünde bu gibi âyetlerin ifade sadedinin, Allah’ın nimetlerinden birinin kevni ayetlerin içine gizlenerek insanlara nimetlerinin hatırlatılması olduğu görülecektir. Müfessirler bu vb. bağlamının dışında anlamlar yüklenebilen âyetlerde de idmâc sanatı olduğu görüşündedirler. (Hasan Uçar Dr.Tez.)
فَذَكِّرْ اِنَّـمَٓا اَنْتَ مُذَكِّرٌۜ
Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara yalnızca tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/20; Nahl 16/82; Kasas 28/56; Şûrâ 42/48) ve bu son derece önemli, evrensel bir ilkedir. Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri, yıkıcı hareketlere kalkışan elebaşıları cezalandırmıştır. Bilinen tarihinde hiçbir zaman siyasî bir birlik ve devlet kuramamış olan Hicaz Araplarını siyasal bir birliğe kavuşturmak için ölüm kalım mücadelesinin verildiği bir ortamda yıkıcı hareketlere öncülük edenler gerektiği şekilde cezalandırılırken, kendi halinde yaşayanlara güvenli bir toplumsal, siyasal ve hukukî ortam hazırlanmıştır.
23-24. âyetlerde uyarıldıkları halde söz dinlemeyip inkâra devam edenleri, Allah’ın “en büyük azap” ile cezalandıracağı vurgulanmaktadır. Başka bir âyette de en büyük azabın âhiret azabı olduğu ifade edilmiştir (bk. Kalem 68/33).
Fe rabıtadır. Ayet mahzuf şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesinin hazfi icazı hazif sanatıdır. Cevap cümlesi emir üslubunda talebi inşai isnadtır. Zekkir fiilinin mefulünün hazfi icazı hazif sanatıdır.
Fasılla gelen ikinci cümle ta’liliyedir. Faidei haber talebi kelamdır. İnnemâ hasr edatıdır. Ente mübteda, müzekkirun haberdir. Kasır mübteda ve haber arasındadır. Ente maksur, müzekkirun maksurun aleyhtir. Kasrı mevsuf ales sıfattır.
Ayette teşabuhel etraf, müzavece ve irsad sanatları vardır.
Zekkir - muzekkirun kelimeleri arasında iştiqaq cinası ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Yenzirûne’deki gaib zamirden bu ayette, muhatap zamire iltifat edilmiştir.
Haydi öğüt ver; sen şimdi sırf bir öğütçüsün. Bunun üzerine buyuruluyor ki: o halde hatırlat, yani hâlâ bakmıyorlar, bunlara bakıp düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz ve öğüt vererek hatırlat, bakmalarının gereğini veya o bakışın neticelerini duyur ve bildir. Hatırlatma ile yetin de daha fazla zorlama, zorla düşündüreceğim diye uğraşma çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sadece durumu onlara iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçı, bir öğütçüsün. (Elmalılı)
لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍۙ
Müste’nefe cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Leyse’nin dahil olduğu isim cümlesinde takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur aleyhim, leyse’nin mahzuf mukaddem haberine muteallıqtır. Bu takdim tahsis ifade eder. Yâni; olumsuz mânânın yanında bir de olumlu mânâ ifâdesi vardır. Cümle faidei haber inkari kelamdır.
Bi musaytirin, leyse’nin muahhar ismidir. Lafzen mecrur mahallen mansubtur. Bi harfi zaidtir.
Müsnedün ileyhin tenkiri tazim ifade eder.
İnnemâ ente müzekkir cümlesiyle leste aleyhim bi musaytir cümlesi arasında mukabele vardır.
Leyse, câmid fiildir. Mânası; şimdiki zamanda cümlenin mefhumunu nefyetmektir. Diğer zamanlardaki nefyi karine ile anlaşılır. Hali nefyettiği gibi, başka zamanları da nefyeder. (İtqan 1)
Onların üzerinde bir zorba değilsin. Üzerlerine bela olmuş bir zorba değilsin, zorla baktırıp düşündürecek, her istediğin şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip dilediğin gibi iman etmelerini sağlayacak değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin."(Kasas, 28/56). (Elmalılı)
اِلَّا مَنْ تَوَلّٰى وَكَفَرَۙ
Ayet önceki ayetteki aleyhim’den istisna edilenleri bildirmektedir. İstisnanın munkatı’ olduğu da söylenmiştir. İllâ, istisna harfi, müşterek ismi mevsul men müstesnâdır.
Veya illâ, lakin manasında, men mübteda, yuazzibuhu haberdir.
Tevellâ mevsulün sılasıdır. Ve kefera cümlesi sılaya matuftur. İsmi mevsulde tevcih sanatı vardır.
Tevellâ fiili tefa’ul babındadır. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) tedric ve taleb anlamları katar.
Yalnız; yüz çeviren... cümlesi munkatı‘ (kopuk; istisna kılındığı kategorinin cinsinden olmayan) bir istisnadır; yani “Sen onların üzerinde bir müstevli değilsin; lâkin onlardan kim yüz çevirerek inkâr ederse (bilmelidir ki) velâyet ve kahredici güç Allah’a mahsustur. Dolayısıyla O, bu kimseyi cehennem azabı demek olan en büyük azaba çarptıracaktır. “Yalnız” ifadesinin; [yukarıdaki] Sen öğüt vermene bak âyetinden istisna olduğu da söylenmiştir; yani “Sen öğüt vermene bak! Ancak iman etmesinden ümit kestiğin; yüz çevirip en büyük azaba müstehak hâle gelen kimse hariç (buna öğüt verme)!” demek olup bu ikisi arasında kalan kısım ara cümledir. (Keşşaf)فَيُعَذِّبُهُ اللّٰهُ الْعَذَابَ الْاَكْبَرَۜ
Ayet fe ile mukadder istinafa atfedilmişitr. Yani, yahbesuhu fe yuazzibuhu…(O, onu zanneder ve [Allah] ona azab eder)
Muttasıl zamir hu, konudaki önemine binaen faile takdim edilmiştir. Allâhu fail, el azâbe mefulu mutlaktan naibtir. El ekbera, el azâbe’nin sıfatıdır.
İstisna munkatı’ olduğu takdirde ayet, men için haber cümlesi olur.
Yuazzibuhu - el azâbe kelimeleri arasında iştiqaq cinası ve reddü aczi ales sadri sanatları vardır.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
Allah ona en büyük azap ile azap edecek. Bundan dolayı Allah onu en büyük azap ile cezalandıracaktır ki, en büyük azap ahiret azabıdır. Ahiret azabı, elbette daha büyüktür. (Zümer, 39/26) Ona bazan dünya azabı dahi katılırsa da o, ahiret azabına oranla küçük kalır. (Elmalılı) Allah ona en büyük azâbı eder, yani âhiret azabını eder. İstisnanın muttasıl olduğu söylenmiştir; çünkü kâfirlerle cihâd etmek ve onları öldürmek tasalluttur. Sanki onları dünyada cihâd, âhirette de ateş azâbı ile tehdit etmiştir. Bunun (Öyleyse hatırlat) kavlinden istisna olduğu da söylenmiştir. Yani sen hatırlat, ancak kim arkasını döner ve ısrar ederse, en büyük azâbı hak eder. Bu ikisinin arasındaki de itiraz cümlesidir. Tenbih edâtı olarak elâ okunması da birinciyi destekler. (Beydavi)اِنَّ اِلَيْنَٓا اِيَابَهُمْۙ
Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’den yüz çeviren inkârcılar her ne kadar inkârlarında devam etseler de sonunda varacakları yerin Allah’ın huzuru olduğu ifade edilmiştir. Bu sebeple onların, 24. âyette anlatılan “en büyük azap”la cezalandırılmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Zira hesaplarını başkasına değil Allah’a vereceklerdir. Hesap, insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette sorguya çekilip yargılanmalarını ifade eder. Kur’an terminolojisinde hesap genellikle, “kötü davranışların dünyadaki (Talâk 65/8) ve daha çok da âhiretteki yansımaları ve sahiplerinin cezalandırılması” mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte iyi davranışların âhirette mükâfatlandırılması anlamı da vardır (hesap hakkında bilgi için bk. Emrullah Yüksel, “Hesap”, DİA, XVII, 240).
Ta’lil cümlesi olan ayet fasılla gelmiştir. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Ayrıca inne ve takdim kasrıyla tekid edilmiştir. İsim cümlesi formunda faidei haber inkari kelamdır. Bu kasır, müsnedün ileyhin, takdim edilen bu müsnede has olduğunu ifâde eder.
Car mecrur ileyna, inne’nin mahzuf muqaddem haberine muteallıqtır. İyâbehum, muahhar mubtedadır.
Bu ayette, gâib sığadan mütekellim sığaya iltifat vardır.
Ayetteki tekid ve sanatlar tehdidi şiddetlendirmek amacına matuftur.
Şüphesiz onların dönüşü sadece Bizedir. Âyet-i kerimede yer alan iyâb, dönüş anlamınadır. Buna göre âyetin mânâsı, şüphesiz ölmek ve bundan sonra dirilmek suretiyle onların dönüşleri Bizedir, ne müstakil olarak ve ne de bize ortak olmak suretiyle başkasına değildir. Nitekim Yüce Allah: ...Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. (Şûra: 53) buyurmaktadır. Suremizdeki bu âyet-i kerime şiddetli bir korkutma ihtiva etmektedir. Çünkü âsi ve bunda ısrarlı olan kulun son derece gazaplı olan mâlikine dönmesi, son derece zor ve bir o kadar da çetindir. (Ruhul Beyan)ثُمَّ اِنَّ عَلَيْنَا حِسَابَهُمْ
Ayet atıfla gelmiştir. Atıf harfi summe terahi ifade eder. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. İsim cümlesi formunda, faidei haber inkari kelamdır. Car mecrur aleyna, inne’nin mahzuf mukaddem haberine muteallıqtır. Hisâbehum, inne’nin muahhar ismidir. Cümledeki takdim kasır ifade ederek anlamı tekid eder. Yâni, müsnedün ileyhin, takdim edilen bu müsnede has olduğunu bildirir. Müsned, az sözle çok anlam ifade etmek üzere, izafetle marife olmuştur.
25 ve 26. ayetteki kelimeler arasında murassa seci vardır.
Murassa’ seci’: Terkîb, mısrâ veyâ âyetteki lâfızların hepsinin ya da çoğunun hem vezin bakımından hem de son harf bakımından aynı olması durumudur.
Hisâbehum - iyâbehum kelimeleri arasında cinas, muvazene, reddül aczi ales sadri ve lüzum ma la yelzem sanatları vardır.
Belâğatın zirvesinde olan Kur’ân-ı Kerîm’in bütün sureleri gibi bu kerim surenin ayetlerindeki lafzi ve manevi güzellikler muhatabını hayran bırakmaktadır. Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden son iki ayet, sözün makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsnül inteha sanatının en güzel örneklerindendir.بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالْفَجْرِۙ
“Şafak vakti” diye çevirdiğimiz fecr kelimesi masdar olarak “tan yerinin ağarması”, isim olarak belirttiğimiz anlamı yanında, “sabah aydınlığı, şafak vakti, tan yerinin ağarma zamanı” gibi anlamlara gelmektedir. Tan yerinin ağarma zamanı ortalığın aydınlanmaya, canlıların da uyanmaya başlaması, bir çeşit yeniden dirilmeye benzediği için yüce Allah sabah aydınlığına yemin ederek aşağıda anlatılacak konulara dikkat çekmiştir (Râzî, XXXI, 161; ayrıca krş. Tekvîr 81/18). 2. âyette geçen on gecenin, hac ayı olan zilhiccenin ilk on gecesi, hicrî yılın birinci ayı olan muharremin ilk on gecesi, ramazanın ilk veya son on gecesi olduğu yönünde değişik rivayetler vardır. Ancak birinci mâna tercihe daha uygundur. Çünkü bu sûre Mekke’de indiğine, ramazan orucu ise Medine’de farz kılındığına göre ikinci ve üçüncü şıklardaki günler sûrenin indiği dönemde özel bir önem taşımıyordu. Zilhiccenin ilk on günü ise sûrenin inmesinden önce de Araplar’da kutsal sayılıyordu.
3. âyette geçen “çift ve tek”ten neyin kastedildiği konusunda da farklı yorumlar bulunmakla birlikte, çift olanıyla tek olanıyla bütün varlıklar üzerine yemin edildiğini söylemek en uygun olanıdır. Çünkü varlık yokluğa göre bizâtihî bir değerdir. Nitekim İslâm düşünce tarihinde varlık hayır, yokluk şer kabul edilmiştir. Ayrıca burada belli varlıklardan ziyade bu kavramlara (tek ve çift) dikkat çekildiği; mutlak tek olan Allah’ın dışında “tek”in bulunmadığı, tek gözüken yaratılmış varlıkların ortak özelliklerinin bulunması itibariyle çift ve benzer olduklarına işaret edildiği de söylenebilir (bilgi için bk. Şevkânî, V, 506; Ateş, X, 457). 4. âyette zikredilen “geçip gitmekte olan gece”nin, “Müzdelife gecesi” veya “bayram gecesi” olduğu söylenmiştir (bk. Elmalılı, VIII, 5797). Ancak ifadenin mutlaklığını ve başka pek çok âyette birçok kozmik varlık ve olaylara, belirleme yapılmaksızın yemin edildiğini dikkate alarak bunu da bütün geceler olarak anlamak daha uygun olur.
5. âyetteki “Aklı olan kimse için bunlar yemine konu olacak kadar önemli değil midir?” cümlesinin başında aslında soru edatı bulunmakla birlikte bunun, kesinlik edatı olan “kad” anlamıyla kullanıldığı konusunda görüş birliği vardır. Bu ifade tarzı, yukarıda kendilerine yemin edilen varlıkların çok önemli varlıklar olduğunu gösterir. Uygun olan her türlü takdire açık olsun diye yeminlerin cevabı yani ne maksatla yemin edildiği belirtilmemiştir. Müfessirlere göre Allah Teâlâ bu dört âyette kendi katında önemli olan varlıklara yemin ederek öldükten sonra dirilme, kıyamet, hesap, ceza ve mükâfatın gerçekleşeceğini vurgulamıştır; yahut yeminin cevabı “Çünkü rabbin her şeyi yakından izlemektedir” meâlindeki 14. âyettir. Bu da şöyle yorumlanmıştır: Yukarıda sayılanlara yemin olsun ki rabbin her şeyi yakından izlemektedir; hiçbir şey O’nun bilgisi dışında değildir; O, bütün yapıp ettiklerinizi bilmektedir ve karşılığını ceza veya ödül olarak verecektir” (Şevkânî, V, 507).
“Akıl” mânasında kullanılan hıcr kelimesinin kök anlamı “engellemek”tir, akıl kavramının sözlük anlamı da aynıdır. Akıl, insanı yanlış bilgi ve düşünceden, kötü davranışlardan alıkoyma yeteneğine sahip olduğu için ona bu isim verilmiştir. Buna göre âyet, genel olarak ilâhî bildirimlerin, özellikle de bu âyetlerde üzerlerine yemin edilen doğal varlık ve olayların anlam ve değerini, Allah’ın neden bu varlıklar üzerine yemin ettiğini, insanın ancak aklını doğru kullanarak anlayabileceğini ifade etmektedir.
Kelâma en güzel giriş şekillerinden biri de kelâmın konusuyla alâkalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelâmın maksadına işâret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Kur’an Işığında Belağât Dersleri Bedi İlmi)
Ayet ibtidaiyyedir. Vav kasem harfidir. Ayette icaz-ı hazif vardır. Car mecrurun muteallakı olan kasem fiili mahzuftur. Takdiri aqsemu’dur. Cümle kasem üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır.
İbn ‘Aşûr elif-lam cinsiyyedir. Ancak belli bir fecrin kastedilmiş olması da mümkündür şeklinde görüş belirtmiştir. (‘Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, s. 277.)
Kaynaklarda, kasem’in cevabı olarak, inne rabbeke lebil mirsâdi (Rabbin her şeyi yakından izlemektedir) (Fecr/14) âyeti nakledilmiştir. Arap dil alimi Mahmûd Sâfî’ye (ö. 1376) göre ise yeminin cevabı َlenucâziyenne küllümriin bimâ amile (Kesinlikle herkesi yaptığıyla cezalandırırız.) şeklindedir. (Mahmûd Sâfî, el-Cedvel Fî İ‘râbi’l Ku’râni ve Sarfihi ve Beyânih, s. 319.)
وَلَيَالٍ عَشْرٍۙ
Vav atıftır. Leyâlin fecr matuftur. Aşr leyl’in sıfatıdır. Leyalin kelimesinin aslı leyâliye lafzı olup gayrı munsariftir. Aşrin de kesra ile mecrur olup leyâlin’in sıfatı olmuştur. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Ayrıca leyâlin‘in nekra getirilmesi diğer gecelerden daha faziletli olduğundan dolayıdır. O bakımdan kendilerine yemin edilen hususlar arasında, o nekra olarak gelmiştir. (Zemahşeri, Tefsîru’l-Keşşaf,)
Bu on gece, başka gecelerde bulunmayan özel faziletlerin mevcut olduğu bir gecedir. Bu nedenle marife getirildiğinde harici karinelere ihtiyaç olduğundan, tazim için nekra getirilmiş ve böylece kendisinde büyük faziletlerin bulunduğuna işaret etmiştir. ( Fahreddîn er-Râzî)
Bu ayetlerde “on gece” dışında, üzerine yemin edilenlerin tamamı marife olarak gelmiştir. Zemahşerî, konuyu tartışmaya açarak, nekire yapısının on geceye, ya “özel geceler zümresinden on gece” veya “başkalarında olmayan bir faziletle ayrıcalıklı olan on gece” anlamı kattığını belirterek, aynı durumun marife yapısıyla verilemeyeceğini kaydeder. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 734.)
Zemahşerî el-Fecr sûresinde bir “kasem vâvı”ndan sonra birden fazla yeminin (muksemun bih) gelmesinin cevazını, Sîbeveyh ve el-Halîl’in hoş görmemesine (Sîbeveyh, III, 496.) rağmen kabul eder. Dolayısıyla bu tarz kasem ayetlerini yemin atfı şeklinde dilimize çevirmek mümkündür.
Yeminlerin cevabı bazen zikredilmez, Velfecr, ve leyâlin aşri, veşşef’, vel vetri, vel leyli zâ yesri, hel fî zâlike qasemun lizî hıcrin âyetlerinde ise bir taraftan yemin edilenler üzerinde (muksemun bih) bir yoğunlaşma varken diğer taraftan yeminin ana konusuna (muksamun aleyh) güçlü bir gönderme vardır. Ancak tüm bu ön hazırlık neticesinde beklenen ana konu açıkça zikredilmez. Bu, dinleyici üzerinde ikinci bir sarsılma yaşatır. Aslında muhatabın soruları takib eden ayetle cevap bulmaktadır. Elem tera keyfe feale rabbuke adin (Ad kavmine Rabbin neler yaptı, görmedin mi?!) Şu halde cevap, aynı tavrı gösterenlerin yaşadıkları ve gözler önündeki azap tecrübesidir… inkârcı Âd kavminin bildikleri ve tanıdıkları bir azap. (Zemahşerî,Keşşâf, IV, 734 ) (KEŞŞAF TEFSİRİNDE BELAGAT UYGULAMALARI / İsmail BAYER)
Rûhu’l-beyân’da Bursevî şöyle demiştir:
1. Ayette geçen ve leyâlin aşrin (on gece) َile anlatılandan maksat, Zilhicce ayının ilk on gecesidir.
2. Veya ayette geçen ve leyâlin aşrin (on gece) den maksat, Ramazan ayının son on gecesidir. Leyâlin kelimesinin ayette nekre bir ifade ile kullanılarak gelmiş olması da, bu gecelerin şanına, şerefine ve büyüklüğüne işaret etmek içindir. (Bursevî, Rûhu’l-beyân Tefsiri)
وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِۙ
Vav atıftır. Eş şef’, el fecr kelimesine matuftur. El vetri, el fecr kelimesine matuftur.
Bu âyette çift ve tek veşşefı velvetrı anlamındaki isimler arasında, anlam bakımından zıtlık bulunup bir ibarede uyum içinde yer almasından ötürü tıbak bulunmaktadır. (Safvetü’t Tefâsir)وَالَّيْلِ اِذَا يَسْرِۚ
Vav atıftır. El leyli, el fecr’e matuftur. İzâ, cümleye muzaf olan şart manalı, istikbal ifade eden zaman zarfıdır. Mahzuf aqsemu fiiline müteallıqtır. Cümlede icaz-ı hazif sanatı vardır. Kasemin cevabı mahzuftur. َTakdiri lenucâziyenne kullumriin bimâ amile (Kesinlikle herkesi yaptığıyla cezalandırırız.) şeklindedir.
Âyetteki ِyesr lafzının sonundaki ye harfi, gerek uyum (sec‘) ve ritim, gerekse geceleyin yürüme özelliğiyle kendisi içerisinde hareket edilen bir vakit olduğuna dikkat için hazfedilmiştir. Keza Araplarda da böyle incelikler mevcuttur. Mesela bir kelimeyi kendi mânâsı dışında veya bir hususa dikkat çekmek için kullandıklarında harflerini iktitâ’ (eksiltme) yolunu tercih ederler. (Âlûsî)
Bu kapsamda âyette son derece güzel istiare sanatı bulunmaktadır. Bir kelimenin asıl manasının dışında kullanılması anlamına gelen istiare, teşbih ve mecazın bir araya geldiği, yani hem mecaz hem de teşbih sanatıdır. Dolayısıyla burada gece, gece karanlığında yürüyerek çölleri kat eden yolcuya benzetilmiştir. Yolcu anlamına gelen musâfirun sözcüğü hazfedilmiş, ona ait olan geceleyin yürüme özelliğiyle yolcuya işaret edilmiştir. Bu durumda istiâre-i mekniyye olmuştur. Dolayısıyla Kur’ân tabirinin son derece güzel ve mu‘ciz olduğu ortaya çıkmıştır. (Sabûni, el-İbdâ‘ul-Beyaniyyu Fil-Kur’âni’l-‘Azîm,)هَلْ ف۪ي ذٰلِكَ قَسَمٌ لِذ۪ي حِجْرٍۜ
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebi inşa isnadtır. Car mecrur fî zâlike, mahzuf mukaddem habere müteallıqtır. Qasemun muahhar mübtedadır. Cümlede takdim-tehir ve icaz-ı hazif sanatı vardır.
Car mecrur lizî, qasemun kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıqtır. Hicrin muzafun ileyhtir.
Ayette takrir, tazim ve tekit için istifham edatı olan hel kullanılmıştır. Nitekim kasem edilen unsurların, Allah (c.c.) nezdindeki büyüklüğünü, bunların akıl erbabınca tazime layık şeyler olduklarını tahkik ve takrir etmekte ve bunlarla yapılan yeminlerin, geçerli yeminler ve ihbarların tekidi için layık şeyler olduklarına dikkat çekmektedir. Bu da kinaye yoluyla yemine mazhar olan hususları yüceltmeye işaret etmektedir. (Nehhâs, İ’râbu’l- Kur’ân, s. 1317)
Qasemun lafzının nekra gelmesi de tazim ifade etmek için olup “Eğer düşünebilecek bir akla sahipse ‘Bu yemin’ yeterli midir?” demektir. Böylece bu kâsem kendisi için yemin edilene ikna edici ve yeterli olmuştur. (Tâhir İbn ‘Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, s. 280.)اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍۙۖ
Bu kümedeki âyetlerde, geçmişte bazı toplulukların inkâr ve azgınlıkları yüzünden nasıl helâk edildiklerine, maddî güç ve imkânları olsa da bunların kendilerini ilâhî cezadan kurtaramadığına dikkat çekilmekte ve sonraki nesillerin bunlardan ders çıkarmaları hedeflenmektedir. Hz. Nûh’tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan Âd kavmi, Yemen’de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış eski ve önemli bir Arap topluluğudur. İrem ise Âd kavminin bir kolu olup adını kabilenin atası olan İrem’den almıştır. Aynı zamanda topluluğun yerleşim merkezine de bu ad verilmiştir. “Memleketler içinde benzeri görülmemiş olan, sütunlarla dolu İrem’e” şeklinde çevrilen 7-8. âyetlerde, son derece mâmur ve azametli sütunlarıyla görkemli yapıları, rengârenk bağları ve bahçeleriyle tanınan İrem şehri söz konusu edilmiştir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “İrem”, DİA, XXII, 443). Bu âyetlere “Ülkelerde benzerleri yaratılmamış İrem halkına” şeklinde de mâna verilmiştir. Şevkânî bu mânayı tercih eder. Bu takdirde âyet burada yaşayan Âd kavminin güçlü, benzeri görülmemiş ve uzun ömürlü bir uygarlık kurduğuna işaret etmiş olur (bk. Fethu’l-Bârî, V, 508-509; krş. Rûm 30/9; Fussılet 41/15). Ancak onlar Hûd peygamberi yalancılıkla suçlamaları sebebiyle güçlerine rağmen helâk olup gitmişlerdir (bk. Hâkka 68/6-7; Âd kavmi hakkında bilgi için bk. Hûd 11/50-60).
Semûd kavmi de, kendilerine gönderilen Sâlih peygamberi yalancılıkla itham ettikleri için aynı âkıbete uğramıştır (bilgi için bk. A‘râf 7/73-78; Hûd 11/61-68; Hâkka 68/4-5).
Zikredilen son örnek Firavun’dur. Sözlükte, “kazıklar sahibi anlamına gelen zü’l-evtâd deyimi, Firavun’un binlerce çadırlık askerî gücünü ve toplumsal itibarını ifade eden mecazi bir anlatımdır (diğer yorumlar için bk. Kur’an Yolu, Sâd 38/12).
Bu âyetlerde özellikle şu noktalar dikkati çekmektedir: a) 6. âyetteki “görmedin mi?” sorusundan Kur’an’ın ilk muhataplarının, anılan kavimlerin hayat hikâyeleri ve başlarına gelen felâketler hakkında kulaktan dolma da olsa bazı bilgilere sahip oldukları anlaşılmaktadır; ayrıca onların uygarlıklarına ait bazı kalıntıları görmüş veya duymuş da olabilirler. b) Bu âyetlerde söz konusu edilen kavimlerin iki özelliğine dikkat çekildiği görülmektedir: İlki çok güçlü olmaları, ikincisi de ülkelerinde azgınlığa sapmaları, günah ve isyanda sınır tanımamaları ve durmadan fesat çıkarmaları. Şu halde bir toplumda özelde yöneticiler ve genelde sorumluluğu olan herkes, inanç ve davranışlarında, uygulamalarında Allah’ın hükümlerini, kitabının ve peygamberinin davetini hiçe sayar, hak ve adalet ölçülerinden sapar ve sonuçta ülkeyi fitne fesat ortamı haline getirirlerse, kaçınılmaz felâketi de hak etmiş olurlar.
“Bu yüzden rabbin onların üzerine kırbaç gibi ceza yağdırdı” meâlindeki 13. âyet anılan topluluklara çok çeşitli ve peşpeşe cezaların da verildiğini göstermektedir. Nitekim bu cezalar Kur’an’da çeşitli yerlerde açıklanmıştır (meselâ bk. A‘râf 7/133-134).
“Çünkü rabbin her şeyi yakından izlemektedir” meâlindeki 14. âyet, Allah’ın ilminin sonsuz olduğunu, bütün kullarının tutum ve davranışlarını gözetleyip kontrol ettiğini bildiren kapsamlı bir uyarı ifadesidir.
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebi inşa isnadtır.
İnşa üslubunda gelmiş olmasına rağmen mana itibariyle taaccüb ve takrir kastı taşıdığından terkib mecaz-ı mürsel mürekkeptir. İstifhamda tecahülü arif sanatı vardır.
Hemze takriri manada istifham harfi, lem muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
Keyfe, hal konumunda istifham harfidir. Feale rabbuke cümlesi tera fiilinin mefulu yerindedir. Rabbuke izafeti muzafun ileyhin şanı içindir. Mütekellim Allah Teala olduğu için Rab isminde tecrit sanatı vardır.
Car mecrur biâdin, feale fiiline müteallıqtır.
Âyette bulunan istifham, takriridir. Burada Yüce Allah muhataba (hususi olarak Peygamber, umûmi olarak herkes), Âd kavmine ve sonraki âyetlerde geçen Semûd ve Firavuna yaptıklarını bilip bilmediğini sormaktadır. Fakat buradaki soru edatı, bilinmeyen bir konuda bilgi alma maksadıyla değil; böyle bir şeyi bildiğini kendisine ikrar ettirmektir. Dolayısıyla burada Peygamber için teselli ve zafer vaadi; kâfirler için de uyarı, tehdit, men ve caydırma mesajı bulunmaktadır. (Fahreddin Razi)
Bilme manasında görme kullanılması, gerçek anlamda gözle görme olmayıp bu kavim ve toplulukların başına gelen bilgiler halk arasında yaygın olduğundan gerçekten görmeye benzetilmiştir. Çünkü bahsedilen Âd, Semûd ve Firavun kavimleri ile ilgili haberler yalan olma ihtimali bulunmayan anlatımlarla tevatüren (kesin ilim) nakledilmiş olup kuvvet, açıklık ve şüpheden uzak olma açısından, görme gibi olmaktadır. Dolayısıyla bu kıssalar Kur’ân’da da Allah tarafından yinelenerek haber verildiğinden bu bilgi görme ile aktarılmıştır. (Fahreddin Razi)
Ayrıca burada Allah yaptı yerine Rabbin yaptı denilmiştir. Çünkü Rab kelimesinde koruma ve kollama anlamı bulunmaktadır. (Allah lafzından sonra en çok kullanılan ilahi isim olan rabb, Allah’ın diğer isimlerinde bulunmayan bir özelliğe sahiptir. Çünkü ister “Sahip, idare eden, terbiye eden” gibi manalara gelen rabbun, ister tersinden, “İyilik ve ihsanı bol, bütün ihsan ve hayırların yegane sahibi” gibi anlamlara gelen berrun şeklinde okunsun, Allah’ın isimlerinden bir isim olmaktadır. Belâgatte bu sanat cinâs’ın alt konuları altında ele alınmaktadır. Detaylı bilgi için bk. el-Hâşimî, a.g.e., s. 334.)
Rabb’ın hitap zamirine izafe edilmesinde ise muhataba verilen değer bulunmaktadır. (Tâhir İbn ‘Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, s. 281.)
اِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِۙۖ
Bu ayette geçen İrem, Âd’ın atf-ı beyanı olup bunların eski -İlk Âd kavmi- olduğu bildirilmektedir.
Zâti, irme’nin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır. Elimâdi muzafun ileyhtir.
İrem lafzının ister kabile ister yer ismi olsun; gayr-i munsarif olması, ma‘rifelik ve müenneslik sebebiyledir.
İrem kelimesinin irab bakımından iki izah şekli vardır: Çünkü eğer onu, kabile ismi sayarsak, Âd kelimesinin Ûlâ olduğunu anlatmak için gelmiş olur. Eğer bu kelimeyi Âd kavminin yurtlarının veya alametlerinin ismi sayarsak, İrem'in ehl-i Âd takdirinde olmuş olur ve sonra muzaf olan, ehl kelimesi hazfedilmiş, muzafun ileyh olan İrem, onun yerine geçmiş olur. Köyün ahalisine sor manasında, Köye sor ifadesinde olduğu gibi... Bunun böyle olduğuna, İbn Zübeyr'in ifadeyi, izafetle Âdi İrami şeklinde okuyuşu da delalet eder. (Fahreddin Razi)
Zâtil imâdi, sözünden amaç, yüksek sütunlar olup ülkedeki halkın zenginlik, bolluk ve büyüklükten ve kuvvet sahibi bir hayata sahip olmalarından kinayedir. Vakar sahibi, sebat sahibi ya da uzun ömür sahibi olduğu da belirtilmiştir. Bu manaların hepsi de istiare yoluyla mümkündür.
(Vehbe Zuhâylî, Tefsîru’l-Vecîzu ‘Elâ Hâmişi’l-Kur’âni’l‘Âzîm)
Diğer yandan İrem, Âd’ın ismi kılınmıştır. Bazıları biâdi ireme şeklinde izafet tamlaması olarak da okumuştur. Bu durumda ‘Âd ismi ya babalarının ismi ya da şehirlerinin ismi olarak İrem’e muzaf yapılmıştır. Ayrıca burada tekit bulunmaktadır. Bunun için Âd kavminin kimler olduğu açıklanıp mananın tekit edilmesi için onun hemen ardından “Yüksek sütunlar sahibi İrem’e” denmiştir. (Beydavi)اَلَّت۪ي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِۙۖ
Müfret müennes has ismi mevsul elletî, irame’nin ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsmi mevsulun sılası lem yuhlaq cümlesidir. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Lem, yuhlaq fiilini cezm ederek manasını menfi maziye çevirmiştir. Misluhâ, yuhlaq fiilinin naibu failidir.
Car mecrur fîl bilâdi, yuhlaq fiiline müteallıqtır.
El bilâdi’deki elif lam takısı cins içindir. (Aşur)وَثَمُودَ الَّذ۪ينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِۙۖ
Semûde, Âd ismine vav’la atfedilmiştir. Cemi müzekker has ismi mevsul ellezîne, Semûde’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsmi mevsulün sılası câbû’dur. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Essahra, mefuldur. Car mecrur bilvâdi, câbû fiiline müteallıqtır.
Âyetteki Semûde gayr-ı munsariftir. Çünkü Semûd kavmi kastedilmiştir. Ellezîne’nin çoğul olarak ona sıfat gelmesi ise kavim manasını kastedilmesinden ötürüdür. Sıfat aldıktan sonra Semûde kelimesinin müennesliğinden vazgeçilmiştir. Bu da bir ifade sanatıdır. Yani Semûde kelimesinin lafzı bir kabile kastedildiği için müennes getirilmiş, anlamı çoğul olduğundan kelimeye müzekker sıfat ve zamirler kullanılmıştır. (et-Tâhir İbn ‘Âşûr,et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, s. 282-283.)وَفِرْعَوْنَ ذِي الْاَوْتَادِۙۖ
Firavne, Âd’e vav’la atfedilmiştir. Zî, firavne’nin sıfatı olarak gelmiştir. Elevtâdi, muzafun ileyhtir.
Âyette kinaye bulunmaktadır. Zira söz içinde geçen asıl anlamın yanında Firavun’un kendileriyle güç kazandığı ve destek aldığı askerler, topluluklar ve ordular kazıklar şeklinde bir başka lâzımî mânanın anlatıldığı kelime veya terkiple kinaye edilmiştir. (Sabûni, el-İbdâ‘ul-Beyaniyyu Fil-Kur’âni’l-‘Azîm)
Ancak Firavun’un zorba bir hükümdarlığa, kesin emirlere ve yapılarını sağlamlaştırdığı imkânlara sahip olduğu kastedildiğinde istiare olmaktadır. Bundan ötürü sabitleştirmeyi izzete, mülke bağlamıştır ki mübalağa bir istiare olmuştur. Krallığı muazzam bir çadıra teşbih yapması ve çadırı sağlam kazıklara bağlayarak rüzgara karşı sağlamlaştırmasında da istiare-i mekniyye yani yalnızca benzeyenle yapılan istiare bulunmaktadır. (Şerîf er-Radî, Telhîsu’l-Beyân Fî Mecâzâti’l-Kur’ân, s. 269) (FECR SÛRESİ’NİN ARAP DİLİ VE BELÂGATI AÇISINDAN TAHLİLİ/Mehmet OKUR)
Zi evtâd ifadesinde istiâre vardır. Bu ifadeyle mutlak hükümdar olan, güçlü ve sabit konuma, saltanat binasının istikrar ve sürekliliğini sağlayıcı şartlara sahip bulunan Firavun kastedilmektedir. Bu durum, tıpkı evlerin çakılmış kazıklarla ve dikilmiş direklerle sabit hale getirilmesi gibidir. (Kur’an Mecazları Şerif er-Radi)
Ebussuûd, ordularının ve konakladıklarında barınak olarak kullandıkları çadırlarının çok fazla olduğundan dolayı Yüce Allah’ın (c.c.) Firavun’u, Kazıklar sahibi olarak nitelediğini söylemiştir. Veyahut ta onun bu sıfatla nitelenmesinin nedeni işkencelerini kazıklarla yapmasından ötürüdür demektedir. (Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm İlâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm)اَلَّذ۪ينَ طَغَوْا فِي الْبِلَادِۙۖ
Ellezîne tağav … cümlesi hakkındaki i‘râb vecihlerinin en yaraşır olanı, bunun yergi ifade edecek şekilde mahallen mansūb olmasıdır; ancak hum ellezîne tağav (Onlardı ülkelerinde iyice azanlar!) şeklinde bir isim cümlesi takdir etmek üzere merfû‘ olması da, mezkûr Âd, Semûd ve Firavun kavimlerinin sıfatı olmak üzere mecrûr olması da caizdir. (Keşşaf)
Cemi müzekker has ismi mevsul ellezîne’nin sılası tağav’dır. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır. Car mecrur bilbilâdi,tağâ fiiline müteallıqtır.
El bilâdi’deki elif lam takısı ahd içindir. (Aşur)فَاَكْثَرُوا ف۪يهَا الْفَسَادَۙۖ
Fe atıf harfidir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur fîhâ, ekserû fiiline müteallıqtır. Elfesâde, ekserû fiilinin mefuludur.
Ekserû fiili if’al babındandır. Sülasisi kesura’dır. İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), ta’rîz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍۙۖ
Fe atıftır. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur aleyhim, sabbe fiiline müteallıqtır. Rabbuke, sabbe fiilinin failidir.
Rabbuke izafeti muzafun ileyhin şanı içindir. Mütekellim Allah Teala olduğu için Rab isminde tecrit sanatı vardır.
Sevta meful ve muzaftır. Azâbin muzafun ileyhtir. Azâbin’in nekra gelmesi, yani belirsiz isim olarak gelmesi de her birinin başına gelen azabın farklı olduğuna işaret eder.
Âyette istiare-i mekniyye bulunmaktadır. Nitekim azap, süratli iniş özelliğiyle yağan bir şeye benzetilmiş ve aslında kaptakini boşaltmak manasındaki su için kullanılan sabbe (dökme) eylemi kullanılmıştır. (Sabûni, el-İbdâ‘ul-Beyaniyyu Fil-Kur’âni’l-‘Azîm)
Bu da onların üzerine azabın indirileceğine dair, son derece açık bir mecazdır. Zira suyun boşalması ya da yağmurun toprağa yağması gibi azabın bir defada onları kuşatacak şekilde peş peşe ve devamlı olması şeklinde haber verilmiştir. (Tâhir İbn ‘Âşûr,et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, s. 284)
İnen azab’ın sevta kırbaç/kamçı ile isimlendirilmesi ise, ahirette hazırlanan azabın büyüklüğüne işaret olup açık bir istiaredir. ( Muhyiddîn ed-Dervîş)
Nitekim kamçının diğer vurma ve cezalandırma araçlarına göre şiddeti daha büyüktür. Bundan ötürü azap, çok ve şiddetli olan sağanak yağmura benzetilmiştir. Çünkü yağan azap, ani ve iş bitirici olup üzerlerine yakıcı bir kamçı gibi inmektedir. (Sabûni, el-İbdâ‘ul-Beyaniyyu Fil Kur’âni’l -Azîm)
Arap dil alimi Zemahşeri de sevta kelimesinin zikredilmesi, onlara dünyada verilen azaba kıyasla ahirette verilen azabın, kırbacın diğer ceza aletlerine kıyası gibi olduğuna işaret vardır şeklinde rivayette bulunmuştur. (Zemahşeri, Tefsîru’l-Keşşaf)اِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. İnne ve lamul muzhalaqa ile tekid edilmiş cümle faidei haber inkari kelamdır. İnne’nin ismi rabbeke’dir. Car mecrur bil mirsâdi, inne’nin mahzuf haberine müteallıqtır.
Rabbuke izafeti muzafun ileyhin şanı içindir. Mütekellim Allah Teala olduğu için Rab isminde tecrit sanatı vardır.
Âyette temsili istiare bulunmaktadır. Nitekim Allah teala; kulların amellerini kapsaması, gözetlemesi ve iğneden ipliğe kadar sorgulayacağı ve kulların dönüş yerinin kaçınılmaz olarak O’na olması, eylemlerini kontrol etme babında, onların geçtikleri yolda bekleyip gözetleyen denetleyiciye benzetilmiştir. Çünkü Yüce Allah burada kulların amellerini ve fiillerini sürekli kaydetmekte ve mecazen gözetlemektedir. (Sabûni, el-İbdâ‘ul-Beyaniyyu Fil-Kur’âni’l-‘Azîm)
Dolayısıyla bu kullanım, Yüce Allah’ın asileri cezayla gözetlediğine ve kimsenin bu gözetlemeden kaçamayacağına misal olmuştur. Bu durumda âyet, asiler ve kâfirler için mutlak tehdit, diğerleri için ise bir vaat olmaktadır. (Ebû Hayyân el-Endelusî, Bahru’l-Muhît,s. 351.)