بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِۙ
İnsana lutfedilen duyu organlarından söz edildikten sonra ona, “iki yol”un da gösterildiği belirtilmektedir. Duyu organları dış dünyadan bilgi edinme araçlarıdır; “iki yol” ise genellikle “iyilik ve kötülük yolları” olarak açıklanmış olup bu ifade insanın, olgular ve eylemler üzerine “doğru-yanlış, iyi-kötü” şeklinde hüküm verme ve tercihte bulunma yetenekleriyle donatıldığı anlamına gelir. Böylece bu iki kısa âyette veciz bir üslûpla Allah Teâlâ’nın insana bilgi edinme, düşünüp yargıda bulunma ve seçim yapma yetenekleri lutfederek bu yetenekleriyle onu yeryüzünün en seçkin varlığı halinde yarattığı anlatılmaktadır. Bu yetenekler aynı zamanda insanın bir ödev ve sorumluluk varlığı olmasını da gerektirmiştir. İşte 11. âyette bu sorumluluğu yerine getirmeyenler, bu zahmeti göze alıp iyilikler yolunu seçmeyenler kınanmakta; ardından da o dönem toplumunun en ağır sorunları ve bunlarla ilgili başlıca ödevler sıralanmaktadır. 13-17. âyetlerde veciz şekilde anlatıldığı üzere o dönemin en ağır insanî sorunları kölelik, yoksulluk ve merhametsizlikti. O dönem için çareler ise köleleri özgürlüklerine kavuşturmak, yetimi ve yoksulu doyurmak, birbirine sabırlı ve merhametli olmayı tavsiye etmekti. İslâm’ın sosyal ahlâkının kapsamlı bir özeti olan bu ifadeler, eski deyimiyle tahdîdî değil tâdâdîdir; yani sınırlayıcı değil, örnek göstericidir. Kuşkusuz iyilikler imanla birlikte değer kazanacağı için 17. âyette inananlardan olma şartı da getirilmiştir. Buradaki “inanma”, “yapılan iyiliğin faydasına ve gerekliliğine inanma” olarak da yorumlanmıştır (bk. Şevkânî, V, 521). Rivayete göre Hakîm b. Hizâm adlı bir sahâbî, Hz. Peygamber’e, “Yâ Resûlellah! Vaktiyle ben Câhiliye döneminde sadaka verir, köleleri özgürlüklerine kavuşturur, akrabalarımla yakından ilgilenir, buna benzer iyilikler yapardım. Bunlardan sevap kazandım mı, ne dersiniz?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Müslüman oldun ve artık bütün o iyiliklerinin sevabını alacaksın” buyurmuşlardır (Müsned, III, 402). 18. âyet iyilik ve doğruluğun, iyi müslüman olmanın sözde değil, yukarıdaki âyetlerde çerçevesi çizilen bir inanç, zihniyet ve yaşayışta olduğunu göstermektedir. Allah’ın âyetlerinin gösterdiği yol budur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler ise bu yoldan da sapmış olacakları için 19. âyette onlar, “bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlar” diye anılmıştır; son âyette de bunların nihaî âkıbeti hatırlatılmıştır.
اَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِۙ
Fiil cümlesidir. Hemze istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. نَجْعَلْ sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur. لَهُ car mecruru mahzuf ikinci mef’ûlün bihe mütealliktir. عَيْنَيْنِ mef’ûlun bih olup müsenna olduğu için ي ile mansubdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet, istifham üslubunda talebî inşaî isnaddır.
Hemze inkârî istifham harfidir. (Âşûr)
İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle vaz edildiği soru anlamından çıkarak azarlama anlamında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Ayrıca cümlede, kelamcıların usûlünce kesin aklî delillerle konuşmak şeklinde tarif edilen mezheb-i kelâmî sanatı vardır.
Menfi muzari fiil sıygasındaki cümlede fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Hemze menfi cümlenin başına geldiğinde tenbih, tezekkür ve taaccüp manalarını verir. Bu manalarda sakındırma (tahzir) manası da olabilir. Bu ayette olduğu gibi. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifham Üslûbu)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mahzuf ikinci mef’ûle müteallik olan car mecrur لَهُ , ihtimam için, ilk mef’ûl عَيْنَيْنِۙ ‘ye takdim edilmiştir. Mef’ûlün hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
[Biz ona iki göz vermedik mi?] Yapmadık mı, yaratıp vermedik mi ona, o meşakkat içinde yarattığımız bütün insanlar arasında bilhassa o sözü söyleyen mağrur insana? İki göz. Baksın, görülecekleri görsün diye. O halde o yaptıklarını görüyor da, onu ve o gözleri yaratan ve gözetip duran Allah görmez mi? Bu iki gözden maksat görünen iki göz olabileceği gibi, biri gördüğümüz göz, biri de kalp gözü olabilir. (Elmalılı)
وَلِسَاناً وَشَفَتَيْنِۙ
وَلِسَاناً وَشَفَتَيْنِۙ
لِسَانًا ve شَفَتَيْنِ kelimeleri atıf harfi وَ ‘la عَيْنَيْنِ ‘ye matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
شَفَتَيْنِ kelimesi müsenna olduğu için ي ile mansubdur.وَلِسَاناً وَشَفَتَيْنِۙ
وَلِسَاناً , önceki ayetteki عَيْنَيْنِۙ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ tezayüftür.
Birbirine tezayüf nedeniyle atfedilen وَلِسَاناً ve وَشَفَتَيْنِۙ kelimelerindeki nekrelik cins ve nev ifade eder.
لِسَاناً - عَيْنَيْنِۙ - شَفَتَيْنِۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
[Ona vermedik ki, iki göz göreceği iki göz bir dil] onunla içindekini ifade edecek iki dudak o ikisi ile ağzını kapatır; konuşmada, yemede, içmede ve diğer şeylerde onlardan yararlanır. (Beyzâvî)
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِۚ
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِۚ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هَدَيْنَاهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. النَّجْدَيْنِ mef’ûlun bih olup müsenna olduğu için ي ile mansubdur.وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِۚ
Ayet hükümde ortaklık nedeniyle 8. ayete atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında gelen cümle istifhama dahildir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Fiil azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
İnsana verilenlerin iki göz, iki dudak, dil ve iki yol şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
النَّجْدَيْنِ , ‘iki yol’ demektir. نَّجْدَ , yüksek ve vadıh (açık) yol demektir. Burada iki yoldan kasıd; hayır ve şerdir. Teşbîh üslûbuyla ifade edilmiştir. Câmi’ açıklık, vudûh, herkes tarafından bilinebilir olmasıdır. Böylece kimse görmedi diyemez. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
النَّجْدَيْنِ ifadesi hayır ve şer yolu anlamında müşebbehün bih (müstearun minh)tir. Müşebbeh, (müstearun leh) mahzuftur. Müsteraun minh zikredildiği için tasrihi istiaredir.
Yapılan bu istiarede ya hayır yolu zordur ve tağlib yoluyla iki farklı yolu ifade etmiştir. Ya da her iki yol da zordur. Hayır yolunda yürümek zordur, şer yolunun ise neticesi zordur. Dolayısıyla bu yol daha sonra العَقَبَةِ ile ifade etmiştir ve böylece arzu edileni elde etmek için yapılan düşünce egzersizi, istenilen yere götüren yolda yürümeye benzetilmiştir. (Âşûr)
Son üç ayetin öncesiyle ilişkisi gayet açıktır. Zîra Allah'ın yarattığı bu insan, iki yoldan birini seçme meşakkatine katlanacak şekilde zor teklif emaneti için hazırlanmıştır. Bu yüzden Allah ona hissi idrak vasıtaları vermiş, hayr ve şerrin alametlerini önünde açık ve belirgin olarak göstermiştir. Dolayısıyla bunları, gündüz iki yolu gördüğü gibi görmekte, fıtratına yerleştirilmiş olan hayrı ve şerri temyiz kabiliyetiyle de idrak etmektedir.
Dilciler, نَّجْدَ ‘in ‘yüksekteki yol’ manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre, deliller öylesine net ve açık ki, tıpkı gözler için yüksek yerdeki bir yol nasıl açık-seçik ise, bu deliller, de akıl için öylesine açık-seçik olması sebebiyle, yüksek yol gibi kabul edilmiştir. Böylece ayetteki النَّجْدَيْنِ ile, hayır ve şer yolları kastedilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَۘ
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَۘ
فَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اقْتَحَمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الْعَقَبَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اقْتَحَمَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi قحم ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَۘ
Ayet önceki ayete فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Haber cümlesinin, istifham üslubundaki cümleye atfının mümkün olması, istifhamın gerçek manada soru olmaması sebebiyledir.
Menfî mazi fiil sıygasındaki cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Salih amel, sarp yokuşa benzetilmiş ve الْعَقَبَةُ kelimesiyle ifade edilmiştir.
Ayette ki الْعَقَبَةَ kelimesi müsteardır. Hidayet anlamında kullanılmıştır. الْعَقَبَةَۘ müstearun minh, hidayet müstearun lehtir. Tasrihi istiaredir.
الاقتحام fiili terşîh içindir. (https://tafsir.app/aljadwal/90/11, Mahmut Sâfî, Îrab)
‘’Sarp yokuşa atılmadı’’, yani yokuşa atılmakla o nimetlere şükretmedi, yokuşa atılmak da zor işe girişmektir. عَقَبَةَۘ dağ yoludur, onu aşağıda tefsir ettiği gibi istiare yolu ile köle azat etmede ve yemek yedirmede kullanmıştır. (Beyzâvî)
اقْتَحَمَ çetin bir işe girişmek, الْعَقَبَةَۘ , dağdaki sert (zor) yol ve sarp yokuş demekir. (Fahreddin er-Râzî)
الِاقْتِحامِ (Saldırı) nın nefyi, yakın-acil olanı gelecekteki menfaate tercih ederek hidayetten kaçındığını, kararlı ve sabırlı olsaydı engeli aşacağını gösterir. Üç istiare birbirini takip ederek gelmiştir: İki yol, zorlu iş ve zorluklara meydan okumak. Bunlar birbiri üzerine inşa edilmiştir. Bu en iyi istiareler arasındadır ve aklî şeyler hissî şeylere benzetilmiştir. (Âşûr)
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُۜ
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُۜ
İsim cümlesidir. وَ itiraziyyedir. مَٓا istifham harfi mübteda olarak mahallen merfûdur. اَدْرٰيكَ mübteda مَٓا ‘nın haberi olarak mahallen merfûdur.
اَدْرٰيكَ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اَدْرٰيكَ bilmek anlamında kalp fiillerindendir.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا الْعَقَبَةُ cümlesi اَدْرٰيكَ fiilinin iki mef’ûlü yerinde olup mahallen mansubdur.
مَٓا istifham harfi mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَقَبَةُ haber olup lafzen merfûdur.
اَدْرٰيكَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi دري ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُۜ
وَ , itiraziyye, ayet muterizadır. İtiraz, bir kelamın ortasında veya aralarında mana açısından benzerlik olan iki kelam arasında (ikincisi birincinin tekîdi, beyânı, bedeli veya matufu olma açısından) yer alan ve îrabdan mahalli olmayan bir veya birkaç cümleye denir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İtiraz cümleleri tenzîh, tazîm, dua, tenbih, teberrük, takrir, tasrih.. gibi çeşitli gayelere binaen yapılan ıtnâb sanatıdır.
Önceki ve sonraki ayetler arasında itiraziye olan cümlede istifham harfi مَا , mübteda, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُ cümlesi, haberdir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi olarak gelmiş, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
مَا الْعَقَبَةُ cümlesi, اَدْرٰيكَ fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. İstifham harfi مَا , mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَقَبَةُ haberdir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
مَٓا , istifham harfinin ve الْعَقَبَةُ isminin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. Müsnedin elif lam takısıyla marife gelmesi, herkes tarafından bilindiğine ve tazimine işaret eder.
Ayetteki cümleler, istifham üslubunda olmasına rağmen, soru anlamında değildir. Cümleler, vaz edildiği anlamdan çıkarak tazim ve uyarı anlamına gelmesi nedeniyle mecazı mürsel mürekkebdir. Ayrıca bu istifhamlarda tecâhül-i ârif sanatı söz konusudur.
Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Tâhir bunun belki de bu kullanım sıygalarına mahsus bir şey olduğunu, bu konuda düşünülmesi gerektiğini söylemiştir. Belki de Şeyh Tâhir mazi fiille kullanımda konunun açıklanmasını ve muzari fiilden sonra ise konunun açıklanmaması hususunu araştırmayı kastetmiştir. Ben bu konuda Şeyh'in tavsiye ettiği gibi düşündüm ve bulabildiğim tek şey şu oldu: Mazi fiil geçmişte olan bir şeyi ifade eder, dolayısıyla bilinmesi gereken yerlerde kullanılır. “Onu sana ne bildirdi?” sorusu, onu sana bildiren şey hakkında değildir. Sual geçmiş hakkındadır. Yani bu olayın üzerinden zaman geçti, ama sen bilmediğin için biz şimdi sana bunu bildiriyoruz dercesine arkadan açıklama gelmiştir. Halbuki muzari fiille olan soru bu manada değildir. Çünkü muzari ya hale ya da geleceğe delalet eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 3, s.130)
İbn Âşûr’a göre, bu rivayetler sahihse Kur’ân’daki ما أدْراكَ ifadelerinin mefullerinin kesinlikle gerçekleşeceğinin bildirildiği, وما يُدْرِيكَ ifadelerinin mefullerinde ise böyle bir bilginin verilmediği söylenebilir. Bu yaklaşımın, birinci ifadedeki istifhamın korkutma ve olayın vahametini ortaya koyma, ikinci ifadedeki istifhamın ise inkâr amacıyla yapılmış olduğu öncülünden hareket etmesi mümkündür. Bunun yanında birinci ifadedeki sorunun geçmiş zaman, ikinci ifadedeki sorunun şimdiki-gelecek zaman kipinde sorulmuş olması da böyle bir anlam doğurabilir. Hatta geçmiş zaman kipi ile sorulan sorunun, cevabın şimdiki-gelecek zamanda bildirileceğine dair bir mesaj taşıdığı da söylenebilir. (Muhammed İsa Yüksek,Kur’an’daki ‘ve-mâ edrâke’ Kalıbı Bağlamında Metafizik Varlıkların Mahiyet Tespitinde Dilin İmkânı)
فَكُّ رَقَبَةٍۙ
فَكُّ رَقَبَةٍۙ
İsim cümlesidir. فَكُّ mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. رَقَبَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَكُّ رَقَبَةٍۙ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. فَكُّ izafeti, takdiri هِىَ (o) olan mübteda için haberdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedin izafetle marife oluşu az sözle çok mana ifade etme amacına matuftur.
Muzâfun ileyh رَقَبَةٍۙ ‘deki nekrelik muayyen olmayan nev ifade eder.
Boyun manasındaki رَقَبَةٍ , bu ayette köle anlamında kullanılmıştır. Cüz söylenip, kül kastedilerek mecazi isnad yapılmıştır.
Ya da boyun manasındaki رَقَبَةٍ kelimesinin, istiare yoluyla köle manasında kullanıldığı da söylenebilir.
الْعَقَبَةُۜ - رَقَبَةٍۙ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs, reddü’l-acüz ale’s-sadr ve lüzum ma la yelzem sanatları vardır.
Bu kelimenin tercih sebebi, insanın en önemli cüzü olmasıdır. Efendiliğin ve kulluğun manaları en açık şekilde ensede zahir olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
[Köle azad etmektir] yani sarp yokuşa atılmak, köle azad etmektir, demek olur. Köle azadı, o yokuşu tefsir etmiyor. Tam tersine o yokuşa atılmak için köle azad etmek gerekiyor. İnsan bazen bir köleyi tek başına azad edebilir. Bazen kendi mükâtep kölesine kölelikten kurtulması için gerekli parayı ödeyebilir. (Rûhu’l Beyân)اَوْ اِطْعَامٌ ف۪ي يَوْمٍ ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ
اَوْ اِطْعَامٌ ف۪ي يَوْمٍ ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ
İsim cümlesidir. اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِطْعَامٌ kelimesi فَكُّ ‘ya matuftur. ف۪ي يَوْمٍ car mecruru makabline matuftur. ذ۪ي kelimesi يَوْمٍ ‘ in sıfatıdır. Harfle îrab olan beş isimden biri olup cer alameti ي ’dır. مَسْغَبَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَوْ اِطْعَامٌ ف۪ي يَوْمٍ ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ
اَوْ , muhayyerlik ifade eden atıf harfidir. اِطْعَامٌ kelimesi, önceki ayetteki فَكُّ ’ya atfedilmiştir. Cihet-i camiâ, tezâyüftür.
ف۪ي يَوْمٍ car mecrurunun müteallakı olan اِطْعَامٌ ve muzafun ileyh olan مَسْغَبَةٍۙ , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail (etkin sıfat) ve ism-i mefûlü (edilgen sıfat) de ifade eder.
يَوْمٍ ‘in sıfatı olan ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ izafeti mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
يَوْمٍ ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ ifadesinde istiare vardır. Gün, açlık sahibi olmakla kişileştirilmiştir. Günün bir şahsa ait özellikte tavsif edilmesi durumun şiddetini, artırmaktadır. Ayrıca bu ifadede tecessüm sanatı vardır.
ف۪ي يَوْمٍ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla bilinmeyen yaratılış şekli, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Câmi’ her ikisindeki mutlak irtibattır.
مَسْغَبَةٍۙ - اِطْعَامٌ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî ve mürâât-ı nazîr sanatı sanatları vardır.يَت۪يماً ذَا مَقْرَبَةٍۙ
يَت۪يماً ذَا مَقْرَبَةٍۙ
يَت۪يماً kelimesi masdar olan اِطْعَامٌ ‘un mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur. ذَا kelimesi يَت۪يماً ‘ in sıfatıdır. Harfle îrab olan beş isimden biri olup nasb alameti eliftir. مَقْرَبَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَت۪يماً ذَا مَقْرَبَةٍۙ
يَت۪يماً , önceki ayetteki masdar olan اِطْعَامٌ ‘un mef’ûlüdür.
ذَا مَقْرَبَةٍۙ izafeti يَت۪يماً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Muzâfun ileyh olan مَقْرَبَةٍ bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail (etkin sıfat) ve ism-i mefûlü (edilgen sıfat) de ifade eder.
ذ۪ي - ذَا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَت۪يماً ‘deki nekrelik muayyen olmayan cins ifade eder.
ذَا مَقْرَبَةٍۙ ifadesinden açıkça anlaşılan nesep yakınlığıdır. Bununla beraber komşuluk yakınlığı da olabilir. Nesep ve din yakınlığının tercih edilmiş olacağı kuşkusuzdur. (Elmalılı)
اَوْ مِسْك۪يناً ذَا مَتْرَبَةٍۜ
اَوْ مِسْك۪يناً ذَا مَتْرَبَةٍۜ
İsim cümlesidir. اَوْ atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِسْك۪يناً kelimesi masdar olan يَت۪يماً ‘e matuf olup fetha ile mansubdur. ذَا مَتْرَبَةٍ izafeti مِسْك۪يناً için sıfattır. ذَا , harfle îrab olan beş isimden biri olup ref alameti eliftir. مَتْرَبَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَوْ مِسْك۪يناً ذَا مَتْرَبَةٍۜ
مِسْك۪يناً , önceki ayetteki يَت۪يماً ‘e muhayyerlik ifade eden atıf harfi اَوْ ile atfedilmiştir. Cihet-i camiâ, tezâyüftür.
ذَا مَتْرَبَةٍۜ izafeti مِسْك۪يناً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Muzâfun ileyh olan مَتْرَبَةٍ bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail (etkin sıfat) ve ism-i mefûlü (edilgen sıfat) de ifade eder.
مِسْك۪يناً ‘deki nekrelik muayyen olmayan cins ifade eder.
ذَا ‘nın tekrarında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Son altı ayetin fasılalarında lüzum ma la yelzem sanatları vardır.
مَسْغَبَةٍۙ - مَتْرَبَةٍۜ - مَقْرَبَةٍۙ kelimeleri arasında muvazene sanatı vardır.
Sarp yokuşa atılmanın yollarının sayıldığı son üç ayette taksim sanatı vardır.
Ayet وَ ‘la atfedilseydi cem ifade ederdi. Sarp yokuşu tırmanmak için hem köle hem de bu iki sınıfın birlikte doyurulması gerektiği anlaşılırdı. اَوْ harfi zorunlu seçime ve seçilenler arasında muhayyerliğe delalet eder.
[Ya da açlık gününde yemek yedirmektir; yakınlığı olan yetime yahut toz toprak içinde bir yoksula]. Çünkü bu ikisinde nefisle mücadele vardır. Yokuşla murad edilenler çok olduğu için لم yerine لَا gelmesi güzel olmuştur. Çünkü لَا nerede ise tekrar edilmeden kullanılmaz. Zira mana şöyledir: فلا فك رقبة ولا اطعم يتيما او مسكينا .
مَسْغَبَةٍۙ , مَقْرَبَةٍۙ ve مَتْرَبَةٍۜ kelimeleri مفاعل vezinlerindedir. سْغَبَ 'den gelir ki, acıkmaktır, قْرَبَ 'den gelir ki, nesep bakımından yakınlıktır ve تْرَبَ 'den gelir ki, fakir düşmektir. (Beyzâvî)
مَتْرَبَةٍۜ de toprak manasına gelen تراَبَ ‘tan mimli masdar olup topraklanmak demektir. ذَا مَتْرَبَةٍۜ , Türkçe'de "toprak döşenip taş yaslanan" tabir edildiği gibi şiddetli fakirlik ve ihtiyaçtan kinayedir. Öyle genel açlık zamanlarında böyle şiddetli fakirlik ve ihtiyaç ile yoksulluk içinde kalmış birçok kimse bulunabileceği için uzak yakın böyle çaresize yemek yedirebilmek şüphesiz ki aşılması büyük kalp kuvveti ile bir gayrete bağlı olan sarp bir yokuştur. İşte, kendisine kimsenin gücü yetmezmiş gibi mağrur olan ve ben yığın yığın mal yok ettim diye iftihar etmek isteyen o insan, ne öyle ne de öyle, bu sarp yokuşu aşamadı. Böyle bir kahramanlığa hiçbir şekilde girişemediği gibi. (Elmalılı Hamdi Yazır)ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.
Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsim cümlesidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl مِنَ harf-i ceriyle birlikte كَانَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. تَوَاصَوْا atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَوَاصَوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِالصَّبْرِ car mecruru تَوَاصَوْا fiiline mütealliktir.
تَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ cümlesi atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
تَوَاصَوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بِالْمَرْحَمَةِ car mecruru تَوَاصَوْا fiiline mütealliktir.
اٰمَنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
تَوَاصَوْا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil تَفاعَلَ babındadır. Sülâsîsi وصي ‘dir.
Tefâ’ul babı müşareket manasında kullanılır. Müşareket: Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ve mef’ûl aynı işi yapmıştır. Müşareket babı olan mufaale babıyla bu bab arasındaki fark: Mufaale babında lafızda fail olan, işi başlatan ve galip durumunda olandır. Bu babda ise fail ve mef’ûl arasında işi yapma konusunda müsavilik (eşitlik) olandır. Bu sebeple tefaul babında her ikisi de faillikte aynı olup mağlup olan olmadığından bazen mef’ûl zikredilmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ
Tertip ve terahî ifade eden ثُمَّ atıf harfiyle, 11. ayetteki … لا اقتحم cümlesine atfedilmiştir.
Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir.
Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Ayrıca menfi sıygadan müspet sıygaya iltifat sanatı vardır.
Nakıs fiil كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. كَانَ ‘nin haberi mahzuftur.
Mecrur mahaldeki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , başındaki مِنَ harf-i ceriyle birlikte كَانَ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. Sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Aynı üslupta gelen وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ cümlesi ve وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ cümleleri sıla cümlesine atfedilmiştir. Her iki cümlenin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Müspet mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade eden cümleler, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
تَوَاصَوْا kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا cümlesinin اقْتَحَمَ veya فَكُّ ‘ye ثُمَّ ile atfedilmesi, imanın rütbe bakımından köle azat etmekten ve yemek yedirmekten çok uzak (yüksek) olduğunu bildirmek içindir. Çünkü iman müstakildir ve diğer taatların kabulü için şarttır. وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ ifadesi Allah'ın kullarına merhameti ya da Allah Teâlâ’nın rahmetini kazandıracak şeyleri (iyi amelleri) tavsiye ettiler demektir. (Beyzâvî)اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenlere tazim ve teşrif ifade eder.
Müsned olan اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ ‘nin, izafetle marife olması az sözle çok şey anlatmak amacına matuftur. Ayrıca muzâfı ve müsnedün ileyhi de tazim ifade eder. Çünkü müsnedin tazim anlamlı bir kelimeye muzâf olması müsnedün ileyhin de tazimine sebeptir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ ifadesinde istiare vardır. Allah katında ikrama sahip olanlar arasında olmak arkadaşlığa benzetilmiştir. Arkadaşlar birbirinin karakterini taşır.
اَصْحَابُ kelimesinin kökü صحب ’dir. Sahip, yer veya zaman bakımından başkasından ayrılmayan demektir. Bu birliktelik bedenle veya destekle olabilir. Bir şeye sahip olmayı da Türkçede kullanıyoruz. Sohbet de aynı kelimeden dilimize geçmiştir. اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ derken işte bu ayrılmama, bu kimselerin bu grup içinde hemhal oluşu vurgulanmaktadır.
Son iki ayette cem mea taksim sanatı vardır. İman edip sabrı ve merhameti tavsiye edenler اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ ‘de cem’ edilmişlerdir.
Bu ayet berâat-i intihâ ayeti olabilir.
İşte zikredilen bu yüce sıfatlarla vasıflı olan bunlar sağdakilerdir ve kitapları kendilerine sağ taraflarından verilecek olanlar bunlardır. Cennete sevk edilecek olanlar bu kişilerdir. Ayetin manası böyle verilebileceği gibi şöyle de olabilir: İşte bunlar bereket, hayır ve saadet ehlidirler. (Rûhu’l Beyân)
Bu cümlede kasr vardır. (Âşûr)
Çünkü cümlenin iki rüknü de marife gelmiştir.
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ
وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاٰيَاتِ car mecruru كَفَرُوا fiiline mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ cümlesi الَّذ۪ينَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَصْحَابُ mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْمَشْـَٔمَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayete atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında tahkir ifade eder. Mevsûlün sılası olan كَفَرُوا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَفَرُوا fiiline müteallik olan بِاٰيَاتِنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اٰيَاتِ , şan ve şeref kazanmıştır.
هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ cümlesi الَّذ۪ينَ için haberdir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fasıl zamiri هُمْ , hükmü tekit etmiştir.
Kasr ifade etmemiştir. Çünkü önceki ayet kasr manası taşımaktadır. (Âşûr)
Müsnedin izafetle marife olması, az sözle çok şey anlatmak amacına matuftur. Ayrıca muzafı ve müsnedün ileyhi de tahkir ifade eder. Çünkü müsnedin tahkir anlamlı bir kelimeye muzâf olması müsnedün ileyhin de tahkirine sebeptir.
الَّذ۪ينَ ‘nin haberi isim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ ifadesinde istiare vardır. Kötünün arkadaşı olmak ifadesinde muzâf mahzuftur. İfadenin aslı Kötülük ehlinin arkadaşı olmaktır. Aklî mecaz vardır.
اَصْحَابُ kelimesinin kökü صحب ’dir. Sahip, yer veya zaman bakımından başkasından ayrılmayan demektir. Bu birliktelik bedenle veya destekle olabilir. Bir şeye sahip olmayı da Türkçede kullanıyoruz. Sohbet de aynı kelimeden dilimize geçmiştir.
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ ayetleriyle, وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا هُمْ اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ ayeti arasında mukabele sanatı vardır.
الْمَشْـَٔمَةِۜ - الْمَيْمَنَةِۜ ve كَفَرُوا - اٰمَنُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Ayetlerimizi inkâr edenler ise, yani kitap, delil veya Kur'an gibi hakka delil kıldığımız şeyleri inkâr edenler ise onlar solun sahipleridir ya da uğursuzluğun. Müminleri ism-i işaret (اُو۬لٰٓئِكَ) ile kâfirleri ise zamir (هُمْ) ile zikretmesinde açık bir latife (nükte) vardır! (Beyzâvî)عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ
عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ
Cümle önceki ayette geçen الَّذ۪ينَ ‘nin ikinci haberi olarak mahallen merfûdur.
İsim cümlesidir. عَلَيْهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. نَارٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. مُؤْصَدَةٌ kelimesi نَارٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُؤْصَدَةٌ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i mef’ûlüdür.عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.
Önceki ayette geçen الَّذ۪ينَ ’nin ikinci haberidir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
عَلَيْهِمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. نَارٌ muahhar mübtedadır.
Müsnedün ileyh olan نَارٌ kelimesinin nekre gelmesi tazim, kesret ve tarifi mümkün olmayan nev ifade eder.
مُؤْصَدَةٌ kelimesi, نَارٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
مُؤْصَدَةٌ kelimesi, وصد fiilinin ismi mef’ûlüdür. İsm-i mef’ûl vezninde gelmesi bu fiilin başkası tarafından onun üzerinde gerçekleştirilmiş olduğuna işaret eder.
"Kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim" manasına denir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların cehennemdeki azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinayedir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
نَارٌ ‘un kapatılmış manasındaki مُؤْصَدَةٌ ile sıfatlanması istiaredir. Ateşin, kapağı veya kilidi olan bir şeye benzetilerek مُؤْصَدَةٌ ‘le tavsifi, onun korkunçluğunu artırmak için mübalağadır. Bu ifadede ayrıca tecessüm sanatı vardır.
Surenin son iki ayetinde, cem mea taksim sanatı vardır. “Ayetlerimize küfredenler” ifadesinde cem, اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ ve نَارٌ مُؤْصَدَةٌ ifadelerinde taksim vardır.
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi beliğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin, üç grup halindeki fasıla harflerinin meydana getirdiği seci ve lüzum ma la yelzem sanatları okuyanın dikkatinden kaçmayacak son derece latif, bedî’ sanatlardır.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَاۙۖ
Önce bu tür doğal varlıklar ve olaylar üzerine yemin edilmesi hem evrenin genel düzenine, bunun insanlar için taşıdığı faydalara ve bu düzeni yaratıp yaşatan ilâhî kudretin büyüklüğüne hem de sonraki âyetlerde ele alınan konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlar. “Kuşluğu” diye çevirdiğimiz duhâhâ tamlamasına “güneşin ışığı, aydınlığı, sabah vakti, gündüz” gibi mânalar da verilmiştir (Şevkânî, V, 524). Ayın yani ışığının güneşin ardından gelmesi, ışığını ondan almasını veya güneş batınca ardından ay ışığının doğuşunu yahut ayın ilk göründüğü hilâl durumunu ifade eder. 7. âyette insan varlığı (nefs) üzerine yemin edilmesi onun yaratılışının özündeki üstünlüğe işaret eder. “Nefse düzen verme”, ona maddî ve mânevî güçlerin yerleştirilmesi, her gücün yapacağı görevin tayin edilmesi ve bu güçleri kullanacak organların verilmesi şeklinde açıklanmıştır. 8. âyetteki fücûr her türlü kötülüğü, günah ve sapmayı; âyette fücûrun karşıtı olarak kullanılan takvâ ise burada doğruluk, iyilik ve hak yolda kararlılığı ifade eder. Aynı âyetteki elheme fiilinin masdarı olan ilham, bu bağlamda fücûr ve takvâ kelimeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, “Allah Teâlâ’nın insanın fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günah ve sevabı bilme, tanıma, ayırt etme, birini veya diğerini seçip yapma gücü ve özgürlüğü yerleştirmesi”; dolayısıyla “insanın her türlü deney ve öğrenimden önce, apriorik olarak bu yeteneklerle donanmış bulunması” şeklinde açıklanabilir. Böylece Kur’an’ın insan anlayışının bir özeti sayılabilecek olan 7-8. âyetler, insanın ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu, iyilik veya kötülük yollarından dilediğini seçebilecek bir tabiatta yaratıldığını ve onun kurtuluş veya mahvoluşunun bu seçime bağlı bulunduğunu göstermektedir. 1-8. âyetlerde yer alan yemin ifadelerinden sonra 9-10. âyetlerde sûrenin asıl mesajı olan insanın sorumluluğuna dikkat çekilmiş; nefsini arındıranın kurtuluşa ereceği, onu kötülüklerin akışına bırakanın ise büyük kayıba uğrayacağı vurgulanmıştır.
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَاۙۖ
وَ harf-i cer olup kasem vav’ıdır. وَالشَّمْسِ car mecruru mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri, أقسم (Yemin ederim.) şeklindedir.
ضُحٰيهَا atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ضُحٰيهَا kelimesi mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَاۙۖ
Sure, beraat-i istihlâl sanatına uygun olarak, surenin konusuyla alakalı bir cümleyle başlamıştır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiştir. Ayrıca cümle, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
İlk ayeti ibtidaiyye olarak gelmiştir. وَ , kasem harfidir. Ayette, îcâz-ı hazif sanatı vardır. Muksemun bih olan وَالشَّمْسِ car mecruru, takdiri اقسم (Yemin ederim) olan mahzuf fiile mütealliktir.
وَضُحٰيهَا izafeti الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür. Bu iki kelime arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Muksemun aleyh olan kasemin cevabı, mahzuftur. Takdiri لتبعثنّ (Muhakkak ki diriltileceksiniz.) şeklindedir.
Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayrî talebî inşâî isnaddır.
Güneşe, kuşluk vaktindeki aydınlığına, yani güneşin doğduğu yeryüzünü ısıtmaya başlayıp ışıkları her yöreye yayıldığı andaki ışığına yemin ederim. Burada kastedilen vakit, güneşin ışınlarının ortaya çıktığı vakittir. Arapçada ضُحٰي ve ضحٰوَ kelimeleri, ضحح kelimesinden türemedirler. ضحح ‘güneşin yeryüzüne yayılan ışınları’ anlamındadır. (Rûhu’l Beyân)
Güneşin en parlak hali; doğup da parladığı ve baskın bir hal aldığı zamanki ışığıdır. Bu yüzden kuşluk vakti için وقت الضحى denmiş olup sanki o vaktin görünümü kuşluk güneşiymiş gibidir. Söylendiğine göre gündüzün yükselmesine الضحوة , bunun daha fazlasına الضحى , gündüz uzayıp da ortalanmaya yaklaştığında ise fetha ve elif-i memdûde ile الضحاء denirmiş. (Keşşâf)
وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَاۙۖ
وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَاۙۖ
الْقَمَرِ kelimesi atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. اِذَا zaman zarfı mahzuf fiile mütealliktir. اِذَا şart manalı ,cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَلٰيهَا fiili ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تَلٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَاۙۖ
وَالْقَمَرِ , atıf harfi وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ tezâyüftür.
Şarttan mücerret zaman zarfı اِذَا kasem fiili اُقْسِمُ ‘ya mütealliktir. اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan تَلٰيهَا cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
الشَّمْسِ - الْقَمَرِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
تَلٰيهَاۙۖ fiilinin الْقَمَرِ ‘ye nispet edilmesi istiare sanatıdır. Canlılara mahsus olan fiil aya isnad edilmiş, böylece cansız olan bir şey canlı yerinde kullanılmıştır. Mübalağa için gelen bu üslupta tecessüm sanatı vardır.
Onu izlediğinde yani onun batışı esnasında doğarken ve onun ışığından alırken Ay’a… ki bu ayın ilk yarısında olur. Ayetin; “Ay bedir halini alıp, ziya ve ışık noktasında güneşi izlediğinde” anlamına geldiği de söylenmiştir. (Keşşâf)
Eğer تلى tilavet kökünden istiare-i tebeiyye olarak düşünülüp de ayın ışığında duyularımızla göremediğimiz güneşin yansıyan ışığını dünyamıza yayarak onu akıl sahiplerine akli delil ile hatırlatması, bir okuyucunun Allah'ın kitabından bir ayet okuyarak manasını lafzî delil ile anlatmasına benzetilecek olursa hem ilham alan nefsin temizlenmesi haline, hem de Kur'an'a Nur ismi verilmesine de işaret edilmiş olacağı için pek beliğ bir izah şekli olacaktır. (Elmalılı)
وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَاۙۖ
وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَاۙۖ
النَّهَارِ atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. اِذَا zaman zarfı mahzuf fiile mütealliktir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَلّٰيهَا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَلّٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
جَلّٰيهَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi جلى ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَاۙۖ
النَّهَارِ , atıf harfi وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür.
Şarttan mücerret zaman zarfı اِذَا kasem fiili اُقْسِمُ ‘ya mütealliktir. اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan جَلّٰيهَا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
جَلّٰيهَاۙۖ fiilinin النَّهَارِ ‘ye nispet edilmesi istiare sanatıdır. Canlılara mahsus olan fiil, gündüze isnad edilmiş, böylece cansız olan bir şey canlı yerinde kullanılmıştır. Mübalağa için gelen bu üslupta tecessüm sanatı vardır.
هَا zamirinin, hiç bahisleri geçmemiş olsa bile, karanlığa veya dünyaya, ya da yeryüzüne ait olduğu da söylenmiştir. Tıpkı Arapların; أصبحت باردة (Hava soğudu!) derken, bununla havanın sabahleyin soğuduğunu ve yine أرسلت (Gök yağmur gönderdi.) derken, bununla gökyüzünü kastetmeleri gibi. (Keşşâf)وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَاۙۖ
وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَاۙۖ
الَّيْلِ atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. اِذَا zaman zarfı mahzuf fiile mütealliktir. اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır.Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَغْشٰيهَا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَغْشٰيهَا elif üzere mukadder damme ile merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَاۙۖ
الَّيْلِ , atıf harfi وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür.
Şarttan mücerret zaman zarfı اِذَا kasem fiili اُقْسِمُ ‘ya mütealliktir. اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan يَغْشٰيهَا cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا ve وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
النَّهَارِ - وَالَّيْلِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, يَغْشٰيهَاۙۖ - جَلّٰيهَا kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
يَغْشٰيهَاۙۖ fiilinin الَّيْلِ ‘ye nispet edilmesi istiare sanatıdır. Canlılara mahsus olan fiil, geceye isnad edilmiş, böylece cansız olan bir şey canlı yerinde kullanılmıştır. Mübalağa için gelen bu üslupta tecessüm sanatı vardır.
يَغْشٰيهَا ifadesindeki هَا zamiri, ulemanın ittifakıyla الشَّمْسِ ‘ye racidir. Binaenaleyh, bu fasılalardaki zamirlerin surenin başından buraya kadar güneşe raci olabilmeleri için, جَلّٰيهَا ifadesindeki zamirin de, güneşe raci olması gerekir. Kaffâl şöyle der: "Bu dört kısım, ancak gerçekte güneş ile oluşan hususlardır. Ne varki, şu dört vasıf açısından böyle olur: Gündüz yükseldiğinde, güneşten kaynaklanan ışık... İşte bu vakit, canlıların kâmil manada yeryüzüne yayıldıkları ve insanların maişetleri peşinde koşuştukları vakittir. Ayın, güneşi izlemesi, ışığını bundan alması da böyledir. Gündüzün gelmesi ile, güneşin doğuşu ve tamamen gözükmesi de böyledir. Gecenin gelmesi ile de, bunun aksinin tahakkuk etmesi de böyledir. Binaenaleyh, güneşin azameti hususunda kim biraz düşünür de, sonra da, akıl gözüyle bu güneşteki yaratılmışlık ve yapılmış olmasına dair sonsuz eser ve alametleri ve cüzlerden meydana gelmiş olan bir mürekkeb oluş halini müşahede etmeye çalışırsa, buradan, o güneşi yaratanın büyüklüğüne geçiş sağlar. Şanı yüce olan Allah'ı takdis ve tenzih ederiz. (Fahreddin er-Râzî)
Gecenin, güneşi ve bütün ufukları sarıp kaplayarak nur ve ışığı tamamen örtmeye başladığı veya örtmeye devam etmek üzere bulunduğu halindeki koyu karanlık zamanına yemindir ki, açık gündüzün ve ışığın tam zıddı olan karanlığa, geçici karanlığa ve engelin gelme zamanına dikkati çekmek suretiyle “eşya zıddıyla ortaya çıkar” kuralınca yine ışığın önemine ve özellikle zahiri nur ve ışığın kaybolduğu bir zamanda kaybolmayıp onun yokluğunu duyan ve onunla etkilenen nefsi şuurun kıymetine de dolayısıyla dikkat çekmedir. Bunda maddenin nur ve ışığın görünmesine engel olan karanlık tabiatıyla ayın görünmediği son günlerine ve nefsin cahillik, küfür, gam, sıkıntı, gaflet ve tembellik veya şehvet perdelerinin örtmesiyle hak yolu bulmaktan mahrum kalma hallerine ve yok olma anına da işaret vardır. Onun için önceki yeminler müjde, bu yemin ise korkutma mahiyeti taşımaktadır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ
وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ
السَّمَٓاءِ atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. مَا ve masdar-ı müevvel atıf harfi و ‘la السَّمَٓاءِ ‘ye matuf olup mahallen mecrurdur.
بَنٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَاۙۖ
السَّمَٓاءِ , atıf harfi وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür.
Masdar harfi مَا ve sılası olan بَنٰيهَاۙ , masdar tevilinde olup السَّمَٓاءِ ‘ye atfedilmiştir. Sıla cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Keşşâf sahibinin, bu ifadenin başındaki مَا ‘nın masdariyye مَا ’sı olması halinde, فَاَلْهَمَهَا fiilinin, bu ifadeye atfedilmesinin, nazım bozukluğuna sebebiyet vereceğine dair ileri sürdüğü şey, doğrudur, ama Kadî'nin, ‘’Bu, semanın yaratıcısına bir yemin olsaydı, bunun, güneşin zikredilmesinden sonra gelmesi caiz olmazdı…’’ şeklindeki görüşüne gelince, bu zor bir problemdir. Buna verilecek cevap hususunda hatırıma gelen şey şudur: Gözle görülebilen maddi şeylerin en büyüğü güneştir. Böylece Cenab-ı Hak, güneşin büyüklüğüne delalet eden bu dört vasfı ile birlikte, önce güneşten bahsetmiş, bundan sonra mukaddes zatını zikretmiş ve mukaddes zatını da üç sıfatla nitelemiştir. Ki bunlar da, Cenab-ı Hakk'ın, semayı, yeryüzünü ve mürekkeb varlıkları yönetmesidir. Böylece, mürekkeb varlıklara, onların en kıymetlisini, yani nefsi zikrederek dikkat çekmiştir. Bu tertipten maksadı ise, hem aklın, hem de duyu organlarının güneşi ve kütlesinin büyüklüğü hususunda mutabakat sağlamasıdır. Derken, basit seviyedeki akıl, güneş ile daha doğrusu, göklerdekilerin, yerdekilerin ve mürekkeb varlıkların tümü ile, bunları yoktan var eden bir zatın varlığını ispata yönelmiştir. İşte bu durumda akıl, burada, Allah'ın celal ve azametini, O'na yakışır bir biçimde idrak etme nasibini almış olur ki, his ve duyu organları da bu konuda, akla karşı çıkmamıştır. Böylece bu, aklın, maksûsat aleminin derinliklerinden, rububiyet aleminin zirvelerine ve samediyet kibriyasının başlangıçlarına çekilmesine ve ulaşmasına bir yol gibi olmuş olur. Binaenaleyh biz, hikmeti yüce, kelimeleri mükemmel olan zatı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz. (Fahreddin er-Râzî)وَالْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَاۙۖ
وَالْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَاۙۖ
الْاَرْضِ atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. مَا ve masdar-ı müevvel atıf harfi و ‘la الْاَرْضِ ‘ya matuf olup mahallen mecrurdur.
طَحٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَالْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَاۙۖ
الْاَرْضِ , atıf harfi وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür.
Masdar harfi مَا ve sılası olan طَحٰيهَا , masdar tevilinde olup الْاَرْضِ ‘ye atfedilmiştir. Masdar-ı müevvel, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
السَّمَٓاءِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ٱلشَّمۡسِ - ٱلۡقَمَرِ - ٱلنَّهَارِ - ٱلَّیۡلِ - ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ
نَفْسٍ atıf harfi و ‘la الشَّمْسِ ‘ye matuftur. مَا ve masdar-ı müevvel atıf harfi و ‘la نَفْسٍ ‘e matuf olup mahallen mecrurdur.
سَوّٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
سَوّٰيهَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi سوى ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ
نَفْسٍ , atıf harfi وَ ‘la birinci ayetteki muksemun bih olan الشَّمْسِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i camiâ temâsüldür. Suredeki sonuncu yemindir. Takdiri لتبعثنّ (Muhakkak ki diriltileceksiniz) olan muksemun aleyh mahzuftur.
Bilinen ve tahmini kolay olan hususları zikrederek ibareyi uzatmamak, dikkati asıl önemli yere yönlendirmek, karineye dayanarak terk edilen şeyleri muhatabın düşünce ve hayal gücüne bırakarak anlam zenginliği kazanmak gibi sebeplerle hazfe başvurulur. (TDV İslam Ansiklopedisi Îcâz Bah.)
Masdar harfi مَا ve sılası olan سَوّٰيهَا , masdar tevilinde olup نَفْسٍ ‘ye atfedilmiştir. Masdar-ı müevvel, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
نَفْسٍ kelimesinin nekre gelişi nev, teksir ve tazim içindir.
Bir yorumda; مَا بَنٰيهَاۙۖ - مَا طَحٰيهَاۙۖ - مَا سَوّٰيهَاۙۖ ayetlerindeki مَا ‘lar masdar edatı kılınmışsa da bu, فَاَلْهَمَهَا .. ayetinden dolayı ve (gramatik açıdan) söz tanziminde fesada yol açacağı için yorum değeri taşımamaktadır. Yorum değeri taşıyan, bu مَا ‘ların ism-i mevsûl olmasıdır ki مَنْ yerine مَا edatının tercih edilişi de sırf sıfat belirtme anlamının kastedilmesi sebebiyledir. Buna göre adeta; “Göğe ve onu inşa eden o azamet ve güç sahibine, nefse ve onu düzenleyen o hikmeti açık olan hikmet sahibine yemin ederim ki...” denmiş olmaktadır. Arapların sözünde (kadınlara hitaben): سبحان ما سخركن لنا (Sizi bizim hizmetimize sunan gücü tesbih ederiz!) şeklinde yer almaktadır. (Keşşâf)
Şayet نَفْسٍ neden nekre kılınmış?” dersen şöyle derim: Bunun iki açıklaması vardır:
1) Allah Teâlâ’nın nefisler içerisinden özel bir nefsi kastetmiş olmasıdır ki o da Hz . Âdem’in nefsidir. Böylece adeta; (Nefislerden birine yemin ederim ki…) buyrulmaktadır.
2) Bütün nefisleri kastetmiş olmasıdır ki nefsin nekre kılınması, عَلِمَتْ نَفْسٌ مَٓا اَحْضَرَتْۜ [(İşte o zaman) ne getirdiğini bilir kişi (yani herkes)]. (Tekvîr 81/14) ayetinde konu edilen tarz üzere çokluk ifade etmek içindir. (Keşşâf)
نَفْسٍ kelimesinin nekre ve belirsiz olarak söylenmesi, büyüklüğünü veya çokluğunu göstermek içindir. Büyüklük ifade etmek için olunca, “büyük bir özel nefis” demek olur. Ki bu özelliği ya şahsı ile ilgili, veya nev’i ile ilgili ya da cinsi ile ilgili olabilir. Şahsi büyüklük düşünülmesi halinde Hz. Adem’in veya Hz. Muhammed (sav)’in nefsi akla gelir. Büyüklük, nefsin nev’i ile ilgili olması durumunda seçkin bir tür nefis, yani diğer nefislere baş olmaya layık, peygamberliğe mazhar bir mukaddes nefis türü demek olup Peygamberlerin nefislerini kapsar. Fakat bu iki manaya geldiği takdirde yeminin gelecek olan cevabında زَكّٰيهَاۙۖ ve دَسّٰيهَاۜ zamirlerinde istihdam vardır. Bilindiği gibi edebiyatta, bir zamir, yerini tuttuğu isimden kastedilen manadan başka bir manada kullanılmış olursa buna istihdam denir. Bu, bedî’ sanatlardan sayılır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
مَا بَنٰيهَاۙۖ - مَا طَحٰيهَاۙۖ - مَا سَوّٰيهَاۙۖ ifarelerinde مَنْ yerine مَا denilmiş olması ise iki sebeptendir: Birisi, مَا ‘da müphemlik daha kuvvetli olmak ve hayret manasında kullanılmak itibariyle ‘şanı hayret veren bir yapıcı’ manasına Allah’ın zatını tam olarak anlamanın mümkün olmadığına ima nüktesidir.
Diğeri de, Allah’ı tanımayanlara bu fiillerle tanıtılmak üzere, “o sizin tanımadığınız Allah, bunları yapan yüce yaratıcıdır” demek manasını ifade içindir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ
اَلْهَمَهَا atıf harfi فَ ile سَوّٰيهَا ‘ya matuftur. Fiil cümlesidir. اَلْهَمَهَا fiili fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. فُجُورَهَا ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تَقْوٰيهَا cümlesi atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
تَقْوٰيهَا kelimesi mukadder fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَلْهَمَهَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi لهم ‘dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ
Ayet atıf harfi فَ ile önceki ayetteki masdar cümlesi سَوّٰيهَا ‘ya atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
فُجُورَهَا kelimesi اَلْهَمَهَا fiilinin ikinci mef’ûludur. تَقْوٰيهَا , tezat nedeniyle فُجُورَهَا ‘ya atfedilmiştir.
Her iki mef’ûl de bütün türlere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail (etkin sıfat) ve ism-i mef’ûlu (edilgen sıfat) de ifade eder.
İlham edilenlerin takva ve fücur şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
فُجُورَ - وَتَقْوٰي kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
فُجُورَهَا kelimesinin تَقْوٰيهَا ‘dan önce zikretmesinin sebebi kötülüğü savmanın menfaatten önce gelmesidir. Temizlenmenin süslenmeden önce geldiği gibi. (Elmalılı)
Yeminlerin arka arkaya sıralanması istidrac sanatıdır.
Ayetteki izafetler az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur. Yani îcaz içindir.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. اَفْلَحَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مَنْ müşterek ism-i mevsûl fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası زَكّٰيهَا ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
زَكّٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اَفْلَحَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi فلح ‘dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
زَكّٰيهَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi زكى ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen ayetin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Tahkik harfi قَدْ ile tekid edilmiş, mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.
Fail konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan زَكّٰيهَا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
سَوّٰيهَاۙۖ - زَكّٰيهَا kelimeleri arasında muvazene sanatı vardır.
Zuhaylî 7-9. ayetlerin îrabı sırasında şu açıklamaları yapar: وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا ayetinden itibaren ilk وً , kasem وَ ‘ı, diğer وَ ‘lar da atıftır. Kasemin cevabı ise ya mukadder لتبعثنّ (Muhakkak ki diriltileceksiniz.) ifadesidir. Ya da قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙۖ ayetidir ki aslı لَقَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا olup kelam uzamasın diye ل hazf edilmiştir. فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ ayeti ise istitrat yoluyla gelmiş olup, kasemin cevabıyla ilgisi yoktur.
Yani insan nefsine ve onu düzgün bir şekil ve sağlam fıtrat üzerine yaratana yemin ederim. Nefsin şekillendirilmesi ona bedeni yönetmek için ihtiyacı olan zahirî ve batınî kuvvetin verilmesi, uzuvlarının yerli yerince yapılması, herbir azanın iç ve dış çeşitli kuvvetlerle donatılması ve azaların görevinin belirlenmesidir. Sonra Allah Teâlâ hayrı şerden ayırt edebilsin diye bu nefse neyin şer ve fücur, neyin de hayır ve takva olduğunu ve bunlarda bulunan çirkinlik ve güzellikleri tanıtıp öğretti. Nefsini arındırıp, güzel ahlakla bezeyen, onu takva ve ameli salih ile yücelten her istediğine nail olmuş, sevdiği şeylere kavuşmuştur. Nefsini sapıtıp yolunu şaşırtan, onu ihmal eden, zayıflatan, güzel ahlakla süslemeyip taat ve ameli salihe alıştırmayan ise zarara uğramıştır. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ
Cümle atıf harfi وَ ‘la önceki ayete atfedilmiştir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. خَابَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
مَنْ müşterek ism-i mevsûl fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası دَسّٰيهَا ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
دَسّٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
دَسّٰيهَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi دسو ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ
Ayet atıf harfi وَ ‘la, önceki ayette atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.
Tahkik harfi قَدْ ile tekid edilmiş, mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.
Fail konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan دَسّٰيهَا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
زَكّٰيهَاۙۖ - دَسّٰيهَا kelimeleri arasında muvazene sanatları vardır.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ve وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَاۙۖ
Başka sûrelerde örnekleri görüldüğü gibi burada da geçmiş bir kavmin hikâyesinden konuyla ilgili bir kesit verilmiştir. 8-10. âyetlerde insanın hayır veya şer yollarından birini seçebileceği, bu imkâna sahip olarak yaratıldığı bildirildikten sonra nihaî kurtuluşun da yıkımın da bu seçime bağlı bulunduğu uyarısı yapılmıştı. İşte 11-15. âyetlerde bu seçimi yanlış yapanlardan bir örnek ve insanlara bir ibret olmak üzere geçmişten bir topluluğun, Semûd kavminin yanlış seçimi ve bu yüzden başlarına gelen büyük felâket hatırlatılmıştır (bilgi için bk. A‘râf 7/73-79; Hûd 11/61-68). Kuşkusuz burada deve kesme olayı tek başına bir felâket sebebi olmayıp, bu felâket, 14. âyette belirtilen “tekzib”in yani Allah’ın elçisi Salih’i peygamber olarak tanımayıp onun bir yalancı olduğunu iddia etmelerinin ve kötülüklerini sürdürmelerinin bir bedelidir.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَاۙۖ
Fiil cümlesidir. كَذَّبَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. ثَمُودُ fail olup lafzen merfûdur. بِطَغْوٰيهَا car mecruru كَذَّبَتْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَذَّبَتْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَاۙۖ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
كَذَّبَتْ fiili bu ayette تفعيل babında gelmiştir. Bu, yalanlamanın fail, mef’ûl ve fiil yönünden çokluğuna işarettir.
كَذَّبَتْ fiiline müteallik car mecrur بِطَغْوٰيهَاۙۖ bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail (etkin sıfat) ve ism-i mef’ûlü (edilgen sıfat) de ifade eder.
كَذَّبَتْ ve بِطَغْوٰيهَاۙۖ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَاۙۖ
اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَاۙۖ
اِذِ zaman zarfı, كَذَّبَتْ fiiline mütealliktir. انْبَعَثَ fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذْ) : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.
a) (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.
b) (إِذْ) den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.
c) (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا) dan sonra gelirse müfacee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.
d) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
انْبَعَثَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اَشْقٰيهَا mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
انْبَعَثَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İnfiâl babındadır. Sülâsîsi بعث ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, mücerred yapıdaki asıl anlamıyla kullanılması gibi anlamlar katar.اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَاۙۖ
اِذْ zaman zarfı önceki ayetteki كَذَّبَتْ fiiline mütealliktir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan انْبَعَثَ اَشْقٰيهَا cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
اَشْقٰي - طَغْوٰي kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı ve muvazene sanatları vardır.فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ نَاقَةَ اللّٰهِ وَسُقْيٰيهَا۠
فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ نَاقَةَ اللّٰهِ وَسُقْيٰيهَا۠
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
لَهُمْ car mecruru قَالَ fiiline mütealliktir. رَسُولُ fail olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Mekulü’l-kavli نَاقَةَ اللّٰهِ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
نَاقَةَ mahzuf fiilin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. Takdiri, ذروا ناقة الله (Allah’ın devesini serbest bırakın) şeklindedir. اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
سُقْيٰيهَا۠ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. سُقْيٰيهَا۠ elif üzere mukadder fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ نَاقَةَ اللّٰهِ وَسُقْيٰيهَا۠
Ayet, takip ifade eden atıf harfi فَ ile 11. ayetteki كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَا cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُمْ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için faile takdim edilmiştir.
رَسُولُ اللّٰهِ izafetinde lafz-ı celale muzâf olması رَسُولُ ’nün şanı içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan نَاقَةَ اللّٰهِ وَسُقْيٰيهَا۠ cümlesinde, îcaz-ı hazif sanatı vardır. نَاقَةَ اللّٰهِ , takdiri ذروا (Bırakın) olan fiilin mef’ûlüdür. Bu takdire göre cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Lafza-ı celâl, sakındırma ve korkutmayı artırmak için tekrar edilmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَسُولُ - اللّٰهِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
سُقْيٰيهَا۠ izafeti نَاقَةَ اللّٰهِ ‘ye atfedilmiştir.
Veciz ifade kastına matuf نَاقَةَ اللّٰهِ izafetinde, Allah lafzına muzâf olan نَاقَةَ , tazim edilmiştir.
ناقة الله [Allah’ın devesi(ne aman dikkat!)] ifadesinin mansub kılınması, (Onu hunharca kesmeyi bırakın!) veya (Onu hunharca kesmekten sakının!) cümlesinin gizlenmesiyle tahzir (sakındırma) tarzı üzere gerçekleşmiştir. Tıpkı senin; ! الاسد الاسد (Amanın, aslan… aslan!) ve ! الصبي الصبي (Aman dikkat! Çocuk! Çocuk!) demen gibidir. Ve aman onun su hakkına dikkat! Binaenaleyh, o deveyi su hakkından geri edip de onu sırf kendinize tahsis etmeyin! (Keşşâf)
ناقة الله [Allah'ın devesi] şeklindeki isim tamlaması, devenin değerli ve şerefli bir varlık olduğunu göstermek içindir. Onun değerli bir varlık olduğunu göstermek İçin, Allah'ın devesi denilmiştir. Çünkü bu deve, Salih (as)'in bir mucizesi olarak sağır bir kayadan çıkmıştır. (Safvetü’t Tefâsir)
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَاۙۖ فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَاۙۖ
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَاۙۖ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. كَذَّبُوهُ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
عَقَرُوهَا atıf harfi ف ile makabline matuftur. عَقَرُوهَا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
كَذَّبُو fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَاۙۖ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. دَمْدَمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. عَلَيْهِمْ car mecruru دَمْدَمَ fiiline mütealliktir. رَبُّهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بِذَنْبِهِمْ car mecruru دَمْدَمَ fiiline mütealliktir.
سَوّٰيهَا atıf harfi فَ ile makabline matuftur. سَوّٰيهَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَاۙۖ فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَاۙۖ
Ayet takip ifade eden atıf harfi فَ ile önceki ayetteki … فَقَالَ لَهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Aynı üslupta gelen فَعَقَرُوهَا ve فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ ve فَسَوّٰيهَاۙۖ cümleleri atıf harfi فَ ile makabline atfedilmiştir. Üç cümlenin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. فَ harfiyle atfedilmeleri olaylar arasında fazla zaman geçmediğine işarettir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetteki cümleler mazi sıygada gelerek hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَيْهِمْ , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için fail olan رَبُّهُمْ ‘a takdim edilmiştir.
رَبُّهُمْ izafetinde Rabb isminin inanmayanlara ait zamire muzâf olmasında, Rablerinin onlar üzerindeki ihsan ve faziletleri konusundaki rububiyetini hatırlatmak ve tahkir manası vardır.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. رَبُّ isminde tecrîd sanatı vardır.
دَمْدَمَ fiiline müteallik بِذَنْبِهِمْ car mecruruna dahil olan بِ harfi sebebiyyedir.
Ama onu, bunu yaptıkları takdirde azabın ineceğine dair kendilerini sakındırdığı şey hakkında yalanlamışlardı… Rableri de günahlarıyla günahları sebebiyle onları kırıp geçirdi; azabı, üzerlerine katmanlaştırdı. (Keşşâf)
فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَا [Günahları yüzünden Rableri onları yok etti] ayeti, korkutma ve ürpertme ifade eder. Çünkü, helak etme işini bu kelime ile anlatmak azabın korkunçluğunu gösterir. (Safvetü’t Tefâsir)
Bu دَمْدَمَ tabiri, Arapların deveyi yağ kapladığı vakit kullandıkları ناقة مدمومة (yağ katmanlı deve) sözlerinin tekrarlı (aliterasyon) yapılanmasından alıntıdır. [Günahları yüzünden] ifadesinde günahın akıbetine dair büyük bir uyarı vardır. O halde bütün günahkârların ibret alıp sakınması gerekir. فَسَوّٰيهَا cümlesinin zamiri katmerli azap demek olan دَمْدَمَ ’ye aittir; yani Allah o katmerli azabı onların arasında öyle bir eşitledi ki o azaptan ne küçükleri kurtulabildi ne de büyükleri!.. Demdeme ederken de korkmuyordu!.. Yani düşmanın bir kısmını hayatta bırakan bütün cezalandırıcı kralların korktuğu gibi, ettiği katmerli azabın sonucundan ve bu azabın kendisini izleyeceğinden (korkmuyordu)! (Keşşâf)وَلَا يَخَافُ عُقْبٰيهَا
وَلَا يَخَافُ عُقْبٰيهَا
Cümle فَسَوّٰيهَا ‘deki failin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında و gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. وَ haliyyedir. لَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَخَافُ damme ile merfû muzâri fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عُقْبٰيهَا mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.وَلَا يَخَافُ عُقْبٰيهَا
Cümle فَسَوّٰيهَا ‘deki failin halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عُقْبٰيهَا kelimesi يَخَافُ fiilinin mef’ûlüdür.
On birinci ayetten itibaren olayın akışıyla ilgili, derece derece açıklama istidrac sanatıdır.
يَخَافُ fiilinin tahtındaki هو zamiri, Rab Teâlâ'ya raci bir zamirdir. Çünkü Allah (cc), bahsi geçenlerin bu fiile en yakın olanıdır. (Fahreddin er-Râzî)
عُقْبٰيهَا ‘daki zamirin Semûd’a ait olması da caizdir ki, buna göre mana; “Allah Semûd’u yerle bir etti veya helak konusunda eşitledi; helaklerinin sonucundan da korkmuyordu!” şeklindedir. Medinelilerin ve Şamlıların mushaflarında فَلَا يَخَافُ şeklinde kayıtlıdır. Peygamberin (sav) kıraatinde ise ve لم يحفْ (ve korkmamıştır da) şeklindedir. (Keşşâf)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi beliğdir. Sureler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin, fasıla harflerinin meydana getirdiği secî ve lüzum ma la yelzem sanatları okuyanın dikkatinden kaçmayacak son derece latif, bedii sanatlardır.
Elbette nefsini temizleyen kurtulmuş; onu kirletip gömen ziyan etmiştir.” bölümü büyük önerme makamında asıl cevap olup bu kıssa onu misal ile ispat ve vurgulama olduğundan neticenin şöyle dallara ayrılması gerekir: İşte Allah’ın ilham ve hidayetine uyup nefislerini takva ile temizleyenler kurtuluşu bulduğu gibi, nefislerini temizlemeyip de aksine kötülük ve isyan ile fesada uğratmış olanlar, Allah’ın elçisini yalanlayıp azgınlarına uyan ve bu yüzden günahlarıyla yok olup giden Semûd gibi Resulullah (sav)’ı yalanlayıp azgınlara uyarak kendilerini neticede azaba mahkum edip kaybeder ve hüsrana uğrarlar. O halde Allah’ın Resulüne ve nuru olan Kur’an’a inanmaya, uymaya ve nefislerinizi takva ile temizlemeye ve geliştirmeye çalışın ki kurtuluşa eresiniz. Denilmiş ki, bilhassa Semûd kıssasıyla öğüt vermek, ilk muhatap olan Arapların yurtlarına yakın olduğu içindir.
Yorum ve işaret açısından da şöyle denilebilir: Bu kıssanın özel olarak seçilmesinin nedeni şudur: Burada Allah’ın devesi bedene; Salih, ruha; devenin su nöbeti de marifete işaret olduğuna göre, Semûd kıssası insan nefsinin hallerine uygun, bu sure de nefsin mutluluk ve bedbahtlıktaki mertebelerini açıklama akışı içerisinde geldiği için özellikle bu kıssa zikredilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
Yıllar önce dinlediği bir sohbetin notlarını tuttuğu defteri bulmuştu. Belli ki, o dönemlerde, kısa ve öz not alma alışkanlığı vardı. Cümlelerin üzerinde düşünerek okudu ve dua etti:
-Allah’a şükretmek, imanını güçlendirmek ve O’nun yolunda ibret almak için canlı ve cansız yaratılmışlar üzerinde tefekkür et. Eğer nereden başlayacağın konusunda kararsız kalırsan, üzülme. Kur’an-ı Kerim’de üzerine yemin edilerek anılanlar iyi bir başlangıç olacaktır.
-Allah rızası için iyi insanlarla dostluk kurmaya çalış. Onlar, sana sabrı ve merhameti hatırlatır. Zira; hayatın inişleri ve çıkışları vardır. Yokuşu çıkarken elinden tutup yardım etsinler, yokuş aşağı giderken ise kendini kaybetmemen için önüne çıkıp hızını kessinler.
Rabbimiz! Gönüllerimizi, sevdiğin kullarına ve sevdiğin amellerine meyil ettir. Zira; insan nefsi ancak hakiki manada sevdiğinden işittiğini dikkate alır ve onda gördüğü amelleri yapma isteğiyle dolar. Bizi samimi bir niyetle yani Senin rızana kavuşma isteğiyle akıl eden ve düşünen kullarından eyle. Zira; ancak tefekkür ile meşgul olan kul gördüğü ve işittiği her şeyde Rabbini ve O’nun yarattığı hakikatleri hatırlama şerefine nail olur.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji