بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَسَارِعُوا | ve koşun |
|
2 | إِلَىٰ |
|
|
3 | مَغْفِرَةٍ | bir bağışlanmaya |
|
4 | مِنْ | -den |
|
5 | رَبِّكُمْ | Rabbiniz- |
|
6 | وَجَنَّةٍ | ve cennete |
|
7 | عَرْضُهَا | genişliği |
|
8 | السَّمَاوَاتُ | göklerle |
|
9 | وَالْأَرْضُ | ve yer kadar olan |
|
10 | أُعِدَّتْ | hazırlanmış |
|
11 | لِلْمُتَّقِينَ | korunanlar için |
|
Bu üç âyette faizin, onu alan insanda meydana getirdiği bencillik, cimrilik, hırs ve açgözlülük; verende de sebep olduğu nefret, kıskançlık, kızgınlık ve düşmanlık gibi duyguları giderecek, bu hastalıkları tedavi edecek ana ilkeler yer almakta ve İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir.(Kur’ân Yolu,Diyanet Tefsiri)
Râzî tefsirinde nakledildiği üzere Herakl'in (yani Rum kralının) elçisi Peygamberimize: "Sen 'müttekîler için hazırlanmış ve genişliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete davet ediyorsun? O halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuş. Rasûlullah (s.a.v.): "Sübhanallah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman gece nerede olur?" buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَارِعُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اِلٰى مَغْفِرَةٍ car mecruru سَارِعُٓوا fiiline mütealliktir.
مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru مَغْفِرَةٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. جَنَّةٍ atıf harfi وَ ’la مَغْفِرَةٍ ’e atfedilmiştir.
عَرْضُهَا mübteda olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. السَّمٰوَاتُ haber olup, damme ile merfûdur. الْاَرْضُ atıf harfi وَ ’la السَّمٰوَاتُ ’ye atfedilmiştir.
سَارِعُٓوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi سرع ’dır.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Cümle, جَنَّةٍ ‘nin ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
Fiil cümlesidir. اُعِدَّتْ fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هى ’dir. لِلْمُتَّق۪ينَ car mecruru اُعِدَّتْ fiiline müteallik olup, cer alameti ی ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُعِدَّتْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi عدد ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اَلْمُتَّق۪ينَ sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la 130. ayetteki لَا تَأْكُلُوا الرِّبٰٓوا cümlesine atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Nehiy üslubundan emir üslubuna iltifat sanatı vardır. Hitap yine müminleredir.
اِلٰى مَغْفِرَةٍ car mecruru سَارِعُٓوا fiiline mütealliktir. مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru, مَغْفِرَةٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَغْفِرَةٍ ‘deki nekrelik kesret ve tazim ifade eder.
Ayette, mağfiret söylenip mağfirete sebep olan ameller kastedildiği için sebep-müsebbep alakası ile mecaz-ı mürsel sanatı vardır.
Veciz ifade kastına matuf رَبِّكُمْ izafetinde Rab isminin muzaf olmasıyla كُمْ zamirinin ait olduğu müminler, şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rab isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مَغْفِرَةٍ ve جَنَّةٍ kelimelerinin nekre gelişi tazim ve nev ifade eder.
عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ cümlesi جَنَّةٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. عَرْضُهَا mübteda, السَّمٰوَاتُ haberdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الْاَرْضُۙ , tezat nedeniyle السَّمٰوَاتُ ‘ya atfedilmiştir. Bu kelimeler arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
السَّمٰوَاتُ ’tan sonra الْاَرْضُ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
فِي السَّمٰوَاتِ ’deki ف۪ٓي harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi ف۪ٓي harfinde zarfiyyet anlamı vardır. السَّمٰوَاتِ lafzına dahil olduğunda bu özelliği nedeniyle istiare oluşmuştur. Sema içine birşey konulabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. Gökyüzü ve zarfiyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır.
Onun genişliği semavat ve arzdır, cümlesinde teşbih-i beliğ sanatı vardır.
جَنَّةٍ için ikinci sıfat cümlesi olan اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
اُعِدَّتْ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü fiil malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er- Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, soru.127)
Müminlerin ahirette karşılaşacakları mükafatın vaat edildiği bu fiil cümlesinde, geçmiş zaman ifade eden mazi sıygasının kullanılması, o mükafatın şimdiden hazırlanmış olup kendilerini beklediğini işaret ederek, müjdeyi artırmaktadır.
اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ [Müminler için hazırlanmıştır.] cümlesi ile 131. ayetteki اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
جَنَّةٍ - لِلْمُتَّق۪ينَ - مَغْفِرَةٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
'وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ [Mağfirete koşun] ibaresinde istiare sanatı vardır. Koşmak manasındaki سَارِعُٓو kelimesi, çalışmak manasında müsteardır. Sevilen, arzu edilen bir şeye ulaşmak için yapılan bedensel gayret, çalışmak manasında kullanılmıştır.
الْاَرْضُۙ - عَرْضُهَا kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَبِّكُمْ buyrulmak suretiyle Rab unvanının, كُمْ zamirine izâfe edilerek kullanılması, onlara ziyadesiyle lütûfkâr olduğunu göstermek içindir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَسَارِعُٓوا [Koşuşun] emri, riba’dan (faiz) ve günahlardan bir an önce tövbe etmeye koşun, demektir. Bu şu şekilde izah edilir: Allahu Teâlâ, önce ribâyı yasaklamış, sonra da “Rabbinizin mağfiretine... koşuşun” buyurmuştur. İşte bu, bundan muradın, daha önce yasaklanan şeyi terk etmeye koşma olduğunu gösterir. Evla olan bu ifadeyi, daha önce de söylendiği gibi vacipleri eda edip bütün mahzurlu şeylerden tövbe edip uzak durma manasına hamletmektir. Çünkü burada “mağfiret” lafzı umumidir, onu tahsis etmeye imkân yoktur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Bunlara vesile olan: - İslam'a, - ibadetlere, - tövbe istiğfara - ihlasa, - cihada, - bütün vecibelerin edasına ve bütün yasakların terkine koşun. (Ebüssuûd,İrşâdü’l-Akli’s-Selîm- Elmalılı,M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili- Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Mağfiret cennetten önce zikredilmiştir. Çünkü bir şey önce kirlerinden temizlenir sonra süslenir. Günahlarından arınmamış bir kimse cennete girmeye hak kazanamaz. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an, Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ [Göklerin ve yerin genişliğinde] ifadesi, [Genişliği göklerle yerin genişliği kadardır. (Hadid Suresi, 21)] ayetinde olduğu gibi “göklerin ve yerin genişliği kadar geniş” demek olup cennetin çok geniş olduğunu anlatmaktadır. Burada cennet insanların bildiği en geniş ve en yaygın şeye benzetilerek anlatılmıştır. Cennetin genişlik açısından anlatılması ise normal olarak genişliğin mübalağaya “uzunluktan daha yakın” olması sebebiyledir.(Zemahşeri, Keşşâf’An Hakâ ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Abdullah İbn Abbas’tan (r.a.) rivayet olunduğuna göre: “Cennetin genişliği, birbirleriyle birleştirilmiş yedi gök ve yedi yer kadardır.” Bu ayet, “Cennetin halen mevcut ve bu âlemin dışında bulunduğuna” delildir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm - Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l - Gayb- Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | onlar ki |
|
2 | يُنْفِقُونَ | infak ederler |
|
3 | فِي |
|
|
4 | السَّرَّاءِ | bollukta |
|
5 | وَالضَّرَّاءِ | ve darlıkta |
|
6 | وَالْكَاظِمِينَ | yutkunurlar |
|
7 | الْغَيْظَ | öfke(lerin)i |
|
8 | وَالْعَافِينَ | ve affederler |
|
9 | عَنِ |
|
|
10 | النَّاسِ | insanları |
|
11 | وَاللَّهُ | Allah da |
|
12 | يُحِبُّ | sever |
|
13 | الْمُحْسِنِينَ | güzel davrananları |
|
Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah’ın metodu üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de bolluk bu özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve her görevin bilincinde olmaktır… Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır… Allah’tan korkmak ve O’nun gözetimini idrak etmektir… Mal arzusundan, ihtiras köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir bilinçtir.
Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride Kur’ân’ın akışı içerisinde sık sık görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel olanların durumuna değinilmektedir. Ayrıca savaş havası içindeki özel nedenlere işaret edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.
Takva; sebepler ve etkenler arasında bu alandaki işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da arttırdığı beşerî özelliğin tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif ve şeffaf etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce ve daha engin ufuklara çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.
Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür. Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime muttakîlerin ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu bildirmektedir.
Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur. Ancak ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılır. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe, vicdan da huzura kavuşur.
Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri “sever”… Buradaki sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen, şefkatli, parlak bir deyimdir.
Allah’ın ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve bu kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı bir ifade değildir. İfadeden öte bir gerçektir de…
Allah’ın sevdiği ve onların da Allah’ı sevdiği bir cemaat… Hoşgörü, kolaylık ve kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın olduğu bir cemaat… Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan güçlü bir kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı ve hayat savaşı ile eşit oranda ilgilidir. (Fizilal’il Kur’ân)
Riyazus Salihin, 633 Nolu Hadis
İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdülkaysoğullarından Eşecc’e:
“Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdu.
Müslim, Îmân 25, 26. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 149; Tirmizî, Birr 66; İbn; Mâce, Zühd 18
Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, gönderildiği kavim tarafından dövülüp yüzü kanatılan, bir taraftan yüzündeki kanı silen bir taraftan da “Ey Allah’ım, halkımı bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar” diyen bir peygamberi anlatması hâlâ gözlerimin önündedir.
Kâzımîn kelimesinin kökü kezame (كظم) olup nefesini tutmak demektir. Bu kökten olan kelimelerle sukût ve sessizlik de ifade edilir. Ayette de gelen kezmul gayz öfkesini yutmak demektir (Müfredat). Kâzım ismi bu köktendir.
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ
İsim cümlesidir. اَلَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلْمُتَّق۪ينَ ’ nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası يُنْفِقُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يُنْفِقُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. فِي السَّرَّٓاءِ car mecruru يُنْفِقُونَ fiiline mütealliktir. الضَّرَّٓاءِ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْكَاظِم۪ينَ kelimesi اَلَّذ۪ينَ ’ye matuf olup, cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salimler harf ile irablanırlar. الْغَيْظَ ism-i fail الْكَاظِم۪ينَ ’nin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur.
الْعَاف۪ينَ atıf harfi وَ ’ la الْكَاظِم۪ينَ ’ye matuftur. عَنِ النَّاسِ car mecruru الْعَاف۪ينَ ‘ye mütealliktir.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُنْفِقُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
كَاظِم۪ينَ kelimesi, sülâsi mücerredi كظم olan fiilin ism-i failidir.
عَاف۪ينَ kelimesi, sülâsi mücerredi عفو olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ cümlesi, haber olup mahallen merfûdur.
یُحِبُّ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الْمُحْسِن۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
يُحِبُّ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حبب ‘dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
الْمُحْسِن۪ينَۚ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ
Ayet, istînâfiye olarak fasılla gelmiştir.
ٱلَّذِینَ önceki ayetteki لِّلۡمُتَّقِینَ için sıfat konumundadır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle bildirilmesi, onlara tazim ifade eder.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ ‘nin sılası olan يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Muttakilerin özelliklerinin infak etmek, öfkelerini yenmek ve insanları bağışlamak olarak sıralanması, infak etmenin darlıkta ve bollukta olmak üzere iki şeklinin bildirilmesi taksim sanatıdır.
الضَّرَّٓاءِ , tezat nedeniyle السَّرَّٓاءِ ‘ye atfedilmiştir. Aralarında tıbâk-ı îcab ve muvazene sanatları vardır.
السَّرَّٓاءِ ve الضَّرَّٓاءِ ibarelerine dahil olan فِیۤ harfinde istiare vardır. فِیۤ harfindeki zarfiyet anlamı nedeniyle السَّرَّٓاءِ ve الضَّرَّٓاءِ içine bir şey konabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. Bolluk ve zorluk ile zarfiyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır.
السَّرَّٓاءِ ve الضَّرَّٓاءِ , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.
اَلَّذ۪ينَ ’ye matuf olan الْكَاظِم۪ينَ ve الْعَاف۪ينَ kelimeleri, ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir. الْكَاظِم۪ينَ ‘nin الْغَيْظَ ‘yı, الْعَاف۪ينَ ‘nin عَنِ النَّاسِۜ ‘yi mamül olarak alması ism-i fail vezni sayesindedir.
الْكَاظِم۪ينَ - الْغَيْظَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يُنْفِقُونَ [İnfak ederler], fiilinin mef’ûlünün söylenmemesi hem muhatapça malum olduğundan fazla sözden sakınmak için hem de faideyi çoğaltmak içindir. Kime, ne olursa olsun fark etmez, onlar herkese her türlü infakı yaparlar.
الْغَيْظَ, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatının heyecanıdır. Yani öfke demektir ki gazap (kızgınlık)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır. Deniliyor ki herhalde gazabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut gazap (kızgınlık), istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. غَيْظَ ise yalnız kalpte kalabilir. Bir de Allah’a gazap isnat edilir de غَيْظَ isnad edilmez. كظم = dolu bir kırbanın (deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır” ki burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Ayette muttakilerin özelliklerinden bahsedilirken infakın bir eylem ve hareket gerektirmesi bakımından ve muttakilerin infaktaki sürekliliklerini ifade etmesi açısından muzari fiil kullanılmış sonra da insanın öfkesini yenmesi ve affedici olabilmesi için gerekli olan kararlılığı ve sabırlılığı ifade etmeye isimler daha uygun olduğu için ism-i faile geçiş yapılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî’Sanatları)
وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
وَ istînâfiyyedir.
İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, kalplerde teberrük, muhabbet uyandırmak ve ikaz içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müsned olan يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüd ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler.
الْغَيْظَ - يُحِبُّ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Ayetin fasılası, mesel tarikinde tezyîl (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr) olarak ıtnâb sanatıdır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
الْمُحْسِن۪ينَ kelimesinin başındaki اَلْ cins manasında ise bu, her tür iyiliği kapsar. Aynı zamanda burada söz konusu olan özelliklere sahip bulunanlar da girer. Eğer bu اَلْ ahd içinse sadece burada söz konusu edilenlere işaret eder. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl, Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Peygamber Efendimiz ihsanı şöyle tefsir eder: “İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir, sen O’nu göremiyorsun ama O seni görüyor.” (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
Allah Teâlâ gayzı yutun demiş, hiç gayz duymayın dememiştir. İçimizde öfke olabilir, bu elde olmayan bir durum, bir duygudur. Önemli olan bunun davranışa dönüşmemesidir.
Başkasına iyilik, ya ona fayda vermek veya ondan zararı gidermek suretiyle olur. Ona fayda vermek, ayetteki, “Onlar, bollukta ve darlıkta infak eden(lerdir)” kısmı ile ifade edilmiştir ki buna ilim infak etmek de girer. Bu da cahil insanlara ilim öğretmek ve sapkınları doğru yola çekmekle olur. Yine bu ifadenin içine, çeşitli hayır ve ibadet yollarında mal infak etme de girer. Başkasından zararı gidermek ya dünyevî olur ki bu, kötülüğe kötülükle karşılık vermemekle olur. Ayetteki, “Öfkelerini yutan(lar)” kısmı ile ifade edilen budur. Yahut zararı giderme uhrevî olur ki bu, insanın zimmetinin, ahirette çeşitli hesaplardan beri olmasıdır. Bu da “İnsanları affedenlerdir.” tabiri ile kastedilen husustur. Binaenaleyh bu ayet, bu bakımdan başkalarına iyilik yapmanın bütün yollarını göstermektedir. Bu üç şey, başkasına iyilik etmede müşterek olduğu için Cenab-ı Hakk üçünün sevabını, “Allah iyilik edenleri sever.” buyurarak ifade etmiştir. Çünkü Allah’ın, kullarını sevmesi, her türlü mükâfat derecelerini içine alır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in başka surelerinde de tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَالَّذِينَ | ve onlar |
|
2 | إِذَا | zaman |
|
3 | فَعَلُوا | yaptıkları |
|
4 | فَاحِشَةً | bir kötülük |
|
5 | أَوْ | ya da |
|
6 | ظَلَمُوا | zulmettikleri |
|
7 | أَنْفُسَهُمْ | nefislerine |
|
8 | ذَكَرُوا | hatırlayarak |
|
9 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
10 | فَاسْتَغْفَرُوا | bağışlanmasını dilerler |
|
11 | لِذُنُوبِهِمْ | günahlarının |
|
12 | وَمَنْ | ve kim |
|
13 | يَغْفِرُ | bağışlayabilir |
|
14 | الذُّنُوبَ | günahları |
|
15 | إِلَّا | başka |
|
16 | اللَّهُ | Allah’tan |
|
17 | وَلَمْ |
|
|
18 | يُصِرُّوا | ve onlar ısrar etmezler |
|
19 | عَلَىٰ |
|
|
20 | مَا | şeylerde (hatalarında) |
|
21 | فَعَلُوا | yaptıkları |
|
22 | وَهُمْ | onlar |
|
23 | يَعْلَمُونَ | bile bile |
|
Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları kendi aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan önce, tadına varmaları, öğrenmeleri ve örnek almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü onlara göstermektedir.
Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en yüksek mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa olan merhameti, şu özellikleri; “Onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler.” müttakilerin özellikleri olarak sunulmaktadır. Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük günah işleyenleri Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmamakta, kafilenin yani müminler kafilesinin dışına atmamaktadır. Aksine onları bir şartla en üstün mertebe olan “müttakiler” mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından ve görünümünden ortaya çıkan; Allah’ı anmaları, günahlarından dolayı bağışlanma dilemeleri, hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla… Diğer bir deyişle, Allah’a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O’na teslim oldukları sürece, O’nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin kuşatıcılığı içinde olacaklardır.
Evet, bu din insanın zaafını biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı henüz sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu din insanı Allah’ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu, Allah’ı anıp O’nu unutmadığı, O’ndan bağışlanma dileyip O’na karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.
Birtek şey istiyor ondan; Allah’ı unutacak şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve ruhunun kararmamasını… Allah’ı andığı, ruhunda bu yol gösterici kıvılcım olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği, kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden nuru bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.
İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf yaratığın elinden böyle tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin, ağırlığın yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah’ı unutmayıp sürekli andığı ve hata olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece, insanın elinden tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka yükseltmek için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli etmektedir. Rasûlullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: “İstiğfar eden hatada ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da… (Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b. Vakid’den almıştır. Ancak senedindeki bir sahabi bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul etmiş ve “Hasen bir hadistir” demiştir.) (Fizilal’il Kur’ân)
Riyazus Salihin, 1879 Nolu Hadis
Şeddâd İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir: Allâhumme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente, halaktenî ve ene ‘abdüke, ve ene ‘alâ ‘ahdike ve va‘dike m’esteta‘tü. Eûzü bike min şerri mâ sana‘tü, ebûü leke bi-ni‘metike ‘aleyye, ve ebûü bi-zenbî, fağfir lî fe-innehû lâ yağfirü’z-zünûbe illâ ente: Allahım! Sen benim Rabbimsin. İbadete lâyık senden başka tanrı yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur.”
Rasûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti: “Her kim, bu seyyidü’l-istiğfârı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” Buhârî, Daavât 2, 16. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 100-101; Tirmizî, Daavât 15; Nesâî, İstiâze 57
وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ önceki ayetteki ism-i mevsûle atıf harfi وَ ’la atfedilmiştir. İsm-i mevsûlun sılası şart ve cevab cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. فَعَلُوا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَعَلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. فَاحِشَةً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَوْ atıf harfi tahyir / tercih ifade eder. ظَلَمُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَنْفُسَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Şartın cevabı ذَكَرُوا اللّٰهَ ’dir.
ذَكَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâl mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اسْتَغْفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. لِذُنُوبِهِمْ car mecruru اسْتَغْفَرُوا fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(اَوْ): Türkçede “veya, yahut, ya da, yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاسْتَغْفَرُوا fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi, غفر ‘dir.
Bu bab fiile taleb,tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamlar katar.
وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ
وَ itiraziyyedir. Haliyye olması da caizdir. مَنْ istifhâm ismi olup, mübteda olarak mahallen merfûdur. يَغْفِرُ الذُّنُوبَ cümlesi, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَغْفِرُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. الذُّنُوبَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اِلَّا hasr edatıdır. اللّٰهُ lafza-i celâl يَغْفِرُ fiilindeki gizli zamirden bedeldir.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يُصِرُّوا fiili نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. مَا müşterek ism-i mevsûl, عَلٰى harf-i ceriyle يُصِرُّوا fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası فَعَلُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
فَعَلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَعْلَمُونَ cümlesi, haber olarak mahallen merfûdur.
يَعْلَمُونَ damme ile merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُصِرُّوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi صرر ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ
الَّذ۪ينَ atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘ye atfedilmiştir. 133. ayetteki muttakilerin sıfatı konumundadır. İsm-i mevsûlle ifade edilmesi sonraki habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tazim içindir.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ cümlesi şart üslubunda gelmiştir. اِذَا şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cevap cümlesine mütealliktir.
اِذَا ‘nın muzâfun ileyhi olan فَعَلُوا فَاحِشَةً şart cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mef’ûl konumundaki فَاحِشَةً ‘nin nekreliği muayyen olmayan cinse işarettir.
فَاحِشَةً zina gibi büyük günah, başkasına geçen; gıybet ve zulüm gibi günahlar, demektir. Burada فَاحِشَةً kelimesi, mahzûf bir kelimenin sıfatıdır. فِعْلَةً فَاحِشَةً [çirkin bir fiil] takdirindedir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Aynı üsluptaki ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ cümlesi, atıf harfi اَوْ ile şart cümlesine atfedilmiştir. Cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
فَ karinesi olmadan gelen ذَكَرُوا اللّٰهَ , şeklindeki cevap cümlesi müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah lafzının zikri tecrîd sanatıdır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkib, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ cümlesi atıf harfi فَ ile cevap cümlesine atfedilmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiiller mazi sıygada gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
فَاحِشَةً - ظَلَمُٓوا - لِذُنُوبِهِمْۖ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَهُمْ يَعْلَمُونَ cümlesi, لَمْ يُصِرُّوا [Israr etmezler] fiilinin failinden haldir. Onlar yaptıklarının bir masiyet olduğunu bilir ve günahlarını hatırlayarak onlardan tövbe ederler. Çünkü bir işin haram olduğunu bilmeyenler bazen mazur sayılabilirler. Fakat haram olduğunu bilenler, bile bile yaptıkları o işten dolayı kesinlikle mazur sayılmazlar. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Allah Teâlâ, cennetin muttakiler için hazırlandığını bildirince muttakilerin iki kısma ayrıldığını da beyan etmiştir: Birincisi, taat ve ibadete yönelen kimselerdir ki Hak Teâlâ onları, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden kimseler olarak tavsif etmiştir. İkincisi, günah işleyip de sonra tövbekâr olanlardır. Allahu Teâlâ böylece bu topluluğun da, birincisi gibi muttakilerden olduğunu beyan etmiştir. Çünkü günahkâr, günahından tövbe ettiği zaman durumu, Allah katında bir makam ile ikrama müstehak olmada, hiç günah işlememiş olan bir kimsenin durumu gibidir. Allahu Teâlâ, insanı önceki ayette başkalarına iyilik etmeye; bu ayette de kendisine iyilik etmeye teşvik etmiştir. Çünkü günahkâr tövbe ettiği zaman kendisine iyilik yapmış olur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ
وَ , itiraziyyedir. İtiraz cümleleri, parantez arası cümleler vasıtasıyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olup, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formundadır. İstifham ismi مَنْ mübteda, يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُ , cümlesi haber konumundadır.
Haberin muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
Lafza-i celal, يَغْفِرُ fiilindeki gizli fail zamirinden bedeldir.
İstifham harfi مَنْ , istisna harfinin karinesiyle olumsuz mana kazanmıştır. Maksat günah işleyen kişiyi hemen Allah’a istiğfar etmeye yönlendirmektir. Allahın yanında putları ilah edinen müşriklere ve Hz. İsa'nın çarmıha gerilme yoluyla Adem'in çocuklarının günahlarını kaldırdığını iddia eden Hristiyanlara tarizdir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
İstifham harfi مَنْ istisna harfi اِلَّا ile kasr oluşturmuştur. Kasr, fiille bedel arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Günahları affedecek olan, Allah’tır. O’ndan başka mağfiret edici yoktur.
Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi ve tekrarlanması korkuyu ve ikazı artırmak içindir.
Bu cümledeki Allah isminde de tecrîd sanatı vardır.
Bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan اللّٰهُ lafzının cümlede müsnedün ileyhten bedel olması, O’nun azamet ve kudretini ifade etmenin yanı sıra telezzüz ve teberrük içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cümle zahiren istifham üslubunda inşa cümlesi olmasına rağmen mana itibariyle nefy manasındadır. Vaz edildiği anlamın dışında mana kazandığı için terkip, mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İstifhamda, tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اسْتَغْفَرُوا - يَغْفِرُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الذُّنُوبَ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayette geçen وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُ cümlesi itiraziyye cümlesidir. Günahların sadece Allah tarafından bağışlanacağı tenbih edilmektedir. (Kanatbek Orozobekov, Arap Dilinde Cümle-i Mu’terize ve Kur’an-ı Kerim’den Seçme Örnekler- Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb - Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr - Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Cümle, atıf harfi وَ ’la فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müspet sıygadan menfî sıygaya iltifat sanatı vardır.
يُصِرُّوا fiiline müteallik cer mahallindeki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası olan فَعَلُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Ayetin hal وَ ’ıyla gelen son cümlesi وَهُمْ يَعْلَمُونَ , mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye ve teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَعَلُوا kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bir hata bir günah işlemek bizi umutsuzluğa düşürmemeli, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. Ancak o günahta ısrar etmemeli, hemen tövbe etmeliyiz.
Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur
“İstiğfar eden kimse günahta ısrar etmiş sayılmaz; velev ki bir günde yetmiş kere dönsün. Ve istiğfar ile, büyük günah vasfı kalmaz ve ısrar edilen bir günah da küçük olarak kalmaz.” (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
يَعْلَمُونَ [Bilirler] fiilinin iki mef’ûlü mahzuftur, manayı çoğaltmak için böyle gelmiştir.
وَهُمْ يَعْلَمُونَ [Bile bile] ifadesi, يُصِرُّوا fiilinden haldir. Israr etmedeki olumsuzluk ise her iki günaha da yöneliktir yani “Çirkin olduğunu, Allah’ın onu yasakladığını ve ona karşı azap tehdidinde bulunduğunu bile bile günahlarda ısrar edenlerden olmazlar.” demektir. Zira bir fiilin çirkin olduğunu bilmeyen kimse onu işlediğinde mazur olabilir. Bu ayetler iman edenlerin; muttaki, tövbekâr ve ısrarcı olmak üzere üç grup olduklarını; bunlardan ısrarcıların değil, sadece muttaki ve tövbekârların cennete gireceğini kesin bir ifade ile beyan etmektedir. Buna aykırı düşüncede olan biri aklına karşı direnmiş ve Rabbine karşı gelmiş olur. (Zemahşeri, Keşşâf’An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أُولَٰئِكَ | işte |
|
2 | جَزَاؤُهُمْ | onların mükafatı |
|
3 | مَغْفِرَةٌ | bağışlanma |
|
4 | مِنْ | tarafından |
|
5 | رَبِّهِمْ | Rableri |
|
6 | وَجَنَّاتٌ | ve cennetlerdir |
|
7 | تَجْرِي | akan |
|
8 | مِنْ |
|
|
9 | تَحْتِهَا | altlarından |
|
10 | الْأَنْهَارُ | ırmaklar |
|
11 | خَالِدِينَ | sürekli kalırlar |
|
12 | فِيهَا | içinde |
|
13 | وَنِعْمَ | ve ne güzeldir |
|
14 | أَجْرُ | ücreti |
|
15 | الْعَامِلِينَ | çalışanların |
|
Onlar günahlarından dolayı bağışlanma dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi darlıkta ve bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip insanları affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine düşeni yaparlar. `…Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar güzeldir…” Rablerinden bağışlanma… Allah’ın bağışlaması ve sevgisinden sonra altında ırmaklar akan Cennet… Burada hem ruhun derinliklerinde hem de hayatın görünüşünde bir çalışma göze çarpmaktadır. Her ikisi de çalışmadır, harekettir, gelişmedir.
Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim, faiz ya da yardımlaşma düzeninin, müslüman cemaatin hayatında etkisi ve meydan savaşıyla ilişkisi bulunduğu gibi… Konunun başında değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur. İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah’a dönüp O’nun bağışlamasını ve hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır. Çünkü onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar etmeyi temsil ettikleri için düşmandırlar. İnsanoğlunda bunların düşmanlıkları, kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini Allah’a, O’nun hayat metoduna ve şeriatına uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için düşmanlık söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad bunun için yapılır. Bunların dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece Allah için düşmanlık yapar, O’nun için savaşır ve O’nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde bütün bu direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim bununla, Rasûlullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu, Abdullah b. Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına neden olan kişilik ve hevadan kaynaklanan büyüklenme, surenin akışında değinileceği gibi günaha meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı zaaf, işleri Allah’a döndürmemekten kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, “Bu işte bize bir çıkar var mı?” diye sormaları, bazısının “Bu işte bize bir şey düşseydi burada öldürülmezdik” demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ söz konusudur.
Kur’ân-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin akışında örneklerini göreceğimiz gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta, aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta ve ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak bir şekilde temas etmektedir. (Fizilal’il Kur’ân)اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا
İsim cümlesidir. İsm-i işaret اُو۬لٰٓئِكَ birinci mübteda olarak mahallen merfûdur. جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ cümlesi, birinci mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
جَزَٓاؤُ۬هُمْ ikinci mübteda olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَغْفِرَةٌ ikinci mübteda جَزَٓاؤُ۬هُمْ ‘nün haberi olup damme ile merfûdur.
مِنْ رَبِّهِمْ car mecruru مَغْفِرَةٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. جَنَّاتٌ atıf harfi وَ ‘la مَغْفِرَةٌ ’e atfedilmiştir.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ cümlesi, جَنَّاتٌ ‘nin sıfatı olarak mahallen merfûdur.
تَجْرِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. مِنْ تَحْتِهَا car mecruru, تَجْرِي fiiline mütealliktir. الْاَنْهَارُ fail olup damme ile merfûdur.
خَالِد۪ينَ kelimesi جَزَٓاؤُ۬هُمْ ‘deki zamirin hali olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanırlar. ف۪يهَا car mecruru خَالِد۪ينَ ‘ye mütealliktir.
خَالِد۪ينَ kelimesi, sülâsi mücerredi خلد olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَ
وَ istînâfiyyedir. نِعْمَ camid fiil olup, medih fiillerindendir. اَجْرُ kelimesi نِعْمَ ’nin faili olup damme ile merfûdur. نِعْمَ fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri, الجنّة şeklindedir.
الْعَامِل۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
الْعَامِل۪ينَ kelimesi, sülâsî mücerredi عمل olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. اُو۬لٰٓئِكَ mübteda, جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ cümlesi haberdir. Müsnedün ileyhin uzağa mahsus işaret ismiyle gelmesi, işaret edilenlerin, yani müminlerin makamlarının ve faziletteki mertebelerinin yüceliğini göstermek içindir.
جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ cümlesinde, müsnedün ileyhin izafetle marife olması az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
مِنْ رَبِّهِمْ car-mecruru haber olan مَغْفِرَةٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Veciz ifade kastına matuf رَبِّهِمْ izafetinde Rab isminin muzaf olmasıyla هِمْ zamirinin ait olduğu müminler şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle رَّبّ isminde tecrîd sanatı vardır.
جَنَّاتٌ kelimesi مَغْفِرَةٌ ‘e matuftur. Cihet-i camiâ tezayüftür.
Mükâfatlarının bağışlanma ve cennet olarak ayrıntılanması taksim sanatıdır.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ cümlesi جَنَّاتٌ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasıyla gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْ تَحْتِهَا , ihtimam için fail olan الْاَنْهَارُ ’ya takdim edilmiştir.
تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ cümlesinde mekan alakasıyla aklî mecaz sanatı vardır.
Akan, nehirler değil içindeki sudur. Fiil, hakiki failine değil; mekanına isnad edilmiştir. Kur’an’da bunun benzeri çok ayet vardır. Hepsinde de akma fiili suya değil de nehre isnad edilmiştir. Suyun miktarındaki çokluk ve akış şiddetinden dolayı mecazî isnad yapılmıştır. Sanki nehir, suyun akma fiilinden etkilenmiş, o da akmaya başlamıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde geçen جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ cümlesi, zihinlere yerleştirmek kastıyla tekrarlanmıştır.Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
مِنْ harfi ibtida manasındadır. Nehirler cennetlerden, yani bitişik olduğu yerden fışkırmaya başlarlar. Bu nedenle ifade vurgu kazanmıştır.
خَالِد۪ينَ kelimesi haldir. Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
خَالِد۪ينَ ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir. İsm-i fail vezni, ف۪يهَا car mecruruna müteallak olmasını sağlamıştır.
Cennet kelimesinin arkasından gelen تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ [Altından nehirler akar.] sözü orada otoritenin bu kişilere ait olduğunu ya da bahçenin en mükemmel şeklinin içinden suyu akan bahçeler olduğuna işaret eder.
O sıfatları taşıyan insanların mükâfatları, Rablerinden büyük bir mağfirettir. “Rabb” unvanının هِمْ zamirine izafe edilmesi, teşrif ve hükmün illet ve sebebini bildirmek içindir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l - Akli’s-Selîm)
“Elde edilmek istenen (matlûb) şey ikidir: Birincisi, Cenab-ı Hakk’ın ikâbından emin olmak ki Allah buna ‘’Rabb Teâlâ’dan bir bağışlanma’ ifadesiyle işaret etmiştir. İkincisi ise kullara mükâfaat vermesidir ki bu da ‘’Altlarından ırmaklar akan cennetler ki (onlar) orada ebedi kalıcıdırlar . ‘’ buyurmakla göstermiştir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, ‘’(Böyle) yapanların mükâfaatı ne güzeldir!’’diyerek onlar için meydana gelen şeyin bir mağfiret olduğunu ve cennetlerin de onların amellerinin bir mükâfatı ve karşılığı olduğunu beyan etmiştir.” Kâdi şöyle demiştir: “Bu ifade, ‘Mükâfat, Allah’ın bir lütfudur, insanların amellerine karşı verilmiş bir karşılık değildir.’diyenlerin görüşünü iptal eder.” (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Cümle gayr-ı talebî inşâî isnaddır. Medh fiili نِعْمَ ’nin faili olan اَجْرُ الْعَامِل۪ينَ , izafet terkibiyle gelerek az lafızla çok anlam ifade etmiştir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. نِعْمَ ‘nin, takdiri الجنّة (cennet) olan mahsusu, mahzuftur.
اَجْرُ - تَجْر۪ي kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetin son cümlesi tezyîl (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr) hükmünde ıtnâb sanatıdır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Mükâfatın ücret olarak ifade edilmesi istiare-i temsiliyyedir. Mümin kul, ücretle çalışan bir işçiye benzetilmiştir. Câmi’, yaptığının karşılığını kesin alacak olmasıdır. İşçinin hakkını vermek işveren üzerine kesin bir yükümlülük olduğu gibi Cenab-ı Hakk da amel yapan kuluna sevap vermeyi aynı kesinlikte tekeffül etmiştir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Her iki kelime de aynı manada olup mükâfat anlamına geldiği için Allah Teâlâ, ayetin başında جَزَٓاؤُ۬هُمْ [bunların mükâfatı] buyurduktan sonra اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ [amel sahiplerinin mükâfatı] buyurmuştur. Farklı kelime kullanılması, batıl görüş sahiplerinin iddialarının aksine ceza ve mükâfatın işlenen amele karşılık olarak hak edilmiş ve zorunlu bir son olduğunu kuvvetli bir şekilde ifade etmek içindir. وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ cümlesinde medhin mahsusu, mahzuf olup ibarenin sonunda düşünülebilecek ذلك lafzıdır, yani [Amel sahiplerinin mükâfatı olarak ne güzeldir.] mağfiret ve cennetler. (Zemahşeri, Keşşâf’An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
العالمين ’deki ال, ahd içindir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Bu cümle, hatadan sonra tövbe edenlere mahsus bir zeyl mahiyetindedir. Nasıl ki bundan önceki zeyl de daha öncekilere mahsus idi. Zaten iki zeylin mefhumu da iki sınıf arasındaki açık farkı ortaya koyar. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm - Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَدْ | şüphesiz |
|
2 | خَلَتْ | uygulanmıştır |
|
3 | مِنْ |
|
|
4 | قَبْلِكُمْ | sizden önce de |
|
5 | سُنَنٌ | yasalar |
|
6 | فَسِيرُوا | dolaşın |
|
7 | فِي |
|
|
8 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
9 | فَانْظُرُوا | ve görün |
|
10 | كَيْفَ | nasıl |
|
11 | كَانَ | olduğunu |
|
12 | عَاقِبَةُ | sonunun |
|
13 | الْمُكَذِّبِينَ | yalanlayıcıların |
|
Bu çarpışmada müslamanlara bir yara isabet etmişti. Ölüm ve yenilgi tatmışlardı. Ruhlarında ve bedenlerinde birçok eziyetler çekmişlerdi. Onlardan yetmiş sahabe öldürülmüştü. Rasûlullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler yanına kadar sokulmuşlardı. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün bunların sonunda ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir’de elde edilen olağanüstü zaferden sonra beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına gelenlerden sonra bazı müslümanlar, “Bu da nerden çıktı?”, “Müslüman olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?” demeye başlamışlardı.
Burada Kur’ân-ı kerim, müslümanları Allah’ın yeryüzündeki kanunlarına, her işin gereğince akıp gittiği temellere döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında değildirler. Hayata hükmeden kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam etmektedir. İşler düzensiz olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan ders alıp özlerini kavrarlarsa, olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür, olayların ötesindeki hedef açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi olduğu düzenin değişmezliği ve bu düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla tatmin olurlar. Yollarına devam ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini belirlerler. Böylece zafer ve üstünlük elde etmek için, başta Allah’a ve Rasûlüne itaat etmek olmak üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman oluşlarını söylemeleri yeterli değildir.
Surenin akışının burada işaret edip bakışlarını yönelttiği kanunlar; tarih boyunca yalanlayanların akibetleri, zafer dolu günlerin insanlar arasında yer değiştirmesi, sırların arındırılması için denenme, zorluklar karşısında sabır gücünün sınanması ve sabredenlerin zaferi, yalanlayanların da mahvolmayı haketmeleridir.
Bu kanunların sunulması sırasında ayetler, dayanmaya, zorluklar karşısında direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı müminleri teselli etmeye büyük özen göstermektedir. Üstelik bu yara sadece onlara dokunmamıştır. Düşmanları da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide ve hedef bakımından düşmanlarından daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç onlarındır. Kafirlerin payına düşen de felakettir her zaman…
“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah’ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.”
“Bu Kur’ân insanlara yönelik bir açıklama takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.”
Kuşkusuz Kur’ân, insanlığın geçmişini bu gününe, bugününü de geçmişine bağlar. Buradan hareketle de geleceğine işaret eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan Arapların ne hayatları, ne bilgileri ne de deneyimleri -İslâm’dan önce- bu derece kapsamlı bir görüşe uygundur. İslâm ve Kur’ân işte bu Arapları yeni bir hayata kavuşturmuş ve onları cihana hükmeden bir ümmet olma ufuklarına yükseltmiştir.
Arapların yaşadıkları kabile düzeni; onların düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle dünyada cereyan eden olaylar arasında ve tabiat olaylarıyla herşeyin kendilerine uygun hareket ettiği evrensel yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi bir yana o yarımada sakinleriyle hayat maceraları arasında bile bir bağ kurmaya yöneltemezdi. Bu değişme, çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi. O zamanki hayatın kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara İslâm akidesi kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır gibi kısa bir sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları, bu yüce düşünce ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini nesiller sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini algıladıkları zaman da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta Allah’a döneceği gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara inanmış, düşünce ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği ile ilahi iradenin serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece, hayatı, değişmez yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan sonra da ilahi iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.
“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti.”
Evet bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Bunları serbest irade yerleştirmiştir. Sizin zamanınız dışında ne meydana gelmişse, Allah’ın dilemesiyle aynısı sizin zamanınızda da meydana gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz size de uygulanacaktır.
“…Yeryüzünü geziniz…”
Yeryüzünün tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü insan hayatına bir sahnedir. Yeryüzü ve yeryüzündeki hayatî hadiseler gözlerin ve algılama yeteneklerinin istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.
“…Allah’ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini görünüz.”
Bunların sonuna, yeryüzündeki izleri ve onlardan sonra anlatılan hayat serüvenleri şahittir. Kur’ân-ı kerim bu hayat hikayelerinden ve izlerden birçoğunu değişik yerlerde zikretmektedir. Bazısını aktarırken yer, zaman ve şahıslar bakımından sınırlandırırken bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan işaret etmektedir. Burada da genel bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel bir sonuç çıkarılsın. Çünkü dün yalanlayanların başına gelenler bugün ve yarın da yalanlayanların başına gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman cemaatin kalplerini sonuçtan emin olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla birlikte ayaklarının kaymasından sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz o zaman hem güvenceye hem de sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz konusuydu.
(Fizilal’il Kur’ân)
Sünen, takip edilen yol manasına gelen sünnet kelimesinin çoğuludur. Peygamberimizin sünneti de bu manayadır. Buradaki maksat, yalanlayanların başına gelen olaylardır. (Sabuni)
Sîrû kelimesinin kökü seyera (سير) olup manası yeryüzünde gitmektir (Müfredat). Seyir (yolculuk, bir rotayı takip etme), mesire (gezilen yer), seyyar (gezgin), seyran (geziş), sîret (yürüyüş, menkıbe, hayat hikayesi), siyer (sîretler) kelimeleri bu köktendir.
Ayette geçen ‘yeryüzünde dolaşın’ ifadesini alimler değişik yorumlamışlardır. Bazıları ayetin yeryüzünde bedenle dolaşmaya teşvik ettiğini söylerken bazıları ayetin düşünceyi çalıştırmaya veya onun gereğini yapmaya teşvik ettiğini söylemektedir. Sîret ister doğuştan, ister sonradan elde edilmiş olsun, insan ve onun dışındakilerin üzerinde oldukları hale denir. Bu anlamda ‘falan kişinin iyi bir sîreti vardır’ denir. (Müfredat)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ
Fiil cümlesidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. خَلَتْ fiili mahzuf elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir.
مِنْ قَبْلِكُمْ car mecruru خَلَتْ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. سُنَنٌ fail olup damme ile merfûdur.
فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Takdiri; إن شككتم فسيروا (Şüphelenirseniz yürüyün, gidin…) şeklindedir.
س۪يرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. فِي الْاَرْضِ car mecruru س۪يرُوا fiiline mütealliktir.
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
انْظُرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ cümlesi انْظُرُوا fiilinin mef’ûlu bihi olarak mahallen mansubdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberi olarak mahallen mansubdur. عَاقِبَةُ kelimesi كَانَ ’nin muahhar ismi olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْمُكَذِّب۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
عَاقِبَةُ kelimesi, sülâsi mücerredi عقب olan fiilin ism-i failidir.
الْمُكَذِّب۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. مِنْ قَبْلِكُمْ , konudaki önemine binaen fail olan سُنَنٌ ’ne takdim edilmiştir. سُنَنٌ ’deki nekrelik nev ve kesret ifade eder.
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ [Sizden önce bir takım vakalar geçti.] cümlesinde umum söylenmiş husus kastedilmiştir. سُنَنٌ kelimesi umum, yalanlayanların başına gelen olaylar, husustur.
قَدْ خَلَتْ ifadesinde mecazî isnad vardır. Mekandaki boşluk demek olan خَلَتْ , mecâz-ı aklî yoluyla ümmete yani mekanın sahibine isnad edilmiştir.
Bir görüşe göre de ümmetlerdir. Yani sizden yahut sizin zamanınızdan önce hakkı tekzib eden ümmetler hakkında Allah’ın icra ettiği birçok olaylar geçti. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm -Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Bundan muradın, “Allah'ın gerek kâfir gerekse müminler hakkındaki değişmez kanunlarıdır. Çünkü dünya, ne mümine ne de kâfire kalır. Ancak mümin için geriye ölümünden sonra dünyada güzel bir övgü, ahirette de bol mükâfaat; kâfir içinse dünyada lanet, ahirette de şiddetli bir azap kalır.” şeklinde olduğu söylenmiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
خَلَتْ [Geçti] fiilinin سُنَنٌۙ kelimesine isnadı, mecazidir. Geçen, olaylar değil olayların yaşandığı zamandır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Bundan önce istikamet ve salahın unsurları açıklandıktan ve necat ile felahın mukaddimeleri sıralandıktan sonra burada kıssanın geri kalanının tafsiline dönülmektedir.
فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
Müstenefe olan cümlede rabıta harfi فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olmuştur. Takdiri, … إن شككتم [Eğer şüphe ediyorsanız] olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi olan فَس۪يرُوا , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَس۪يرُوا [Geziniz] emri, mücerred (yalnız) izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade eder. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Aynı üslupla gelen فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ , cevap cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olan كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ , emir sıygasındaki انْظُرْ fiilinin mef’ûlü konumundadır. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. Bu takdim istifham isimlerinin sadaret hakkı sebebiyledir.
Veciz ifade kastına matuf olarak izafet formunda gelen عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ۟ , nakıs fiil كَانَ ’nin muahhar ismidir. الْمُكَذِّب۪ينَ [yalancılar] peygamberleri inkâr eden kavimlerden kinayedir.
Sübut ifade eden isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp tehdit ve azarlama manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Muzâfun ileyh olan الْمُكَذِّب۪ينَ۟ ‘in تفعيل babının ism-i fail kalıbıyla gelmesi bu özelliğin onlarda sübut, istimrar ve çokluğa işaret etmiştir. تفعيل babının cümleye kattığı en belirgin anlam fiil, fail veya mef’ûldeki ziyadeliktir.
عَاقِبَةُ için müzekker fiil kullanılmış, كَانَتْ buyurulmamıştır. Çünkü buradaki akibet azap manasındadır. Eğer müennes geldiyse cennet manasında olur. Müenneslik ve müzekkerliğin manaya göre gelmesi makamı gözetmenin hoş misallerindendir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Meânî’n Nahvi, c. 2, S. 52)
كَانَ ’nin haberi soru isimleri veya haber ifade eden كَمْ gibi başta gelmesi zorunlu isimlerden olursa bu durumda haber كَانَ ’den ve isminden önce gelir. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 93)
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ
Bu, bütün insanlar için bir açıklamadır. Ve şayet şu yol gösterici açıklama olmasaydı insanlar hiçbir zaman hidayete ulaşamazlardı. Çünkü hidayet; uzun ve zor bir beşerî değişimdir. Ancak özel bir grup buradaki hidayeti algılayabilir, öğütten nasibini alabilir. Ondan yararlanıp hidayete ulaşabilir. Bunlar “Müttakîler” grubudur…
Hidayete açık olan bir mümin kalpten başkası, yol gösterici söze gereken dikkati göstermez. Bu üstün öğütten, hidayet için çarpan ve onunla hareket eden takva sahibi kalpler yararlanabilir ancak… İnsanların, bilgi aracılığıyla Hakk ile batılı, hidayet ile sapıklığı ayırd ettikleri çok az vaki olmuştur. Çünkü hakk, tabiatındaki açık ve belirginlik nedeniyle uzun açıklamalara ihtiyaç duymaz. Ancak insanların hakka karşı eğilimleri ve hakk yolu seçme istekleri hep eksik olmuştur.
Hakkı isteme ve onun yolunu seçme gücü imandan başka hiçbir duygudan kaynaklanmadığı gibi onu takvadan başkası da koruyamaz. Buna benzer direktiflerin sık sık Kur’ân’da tekrarlanması bu yüzdendir. Bu Kitap’ta yer alan hakk, hidayet, nur, öğüt ve ibret… Evet bunların tümünün müminler ve müttakiler için olduğu gerçeği yerleştiriliyor. Çünkü kalbi; nur, hidayet, öğüt ve ibret için açan iman ve takvadır. Hidayeti ve nuru seçmeyi öğüt ve ibretten yararlanmayı, yoldaki acılara dayanmayı kalbe süslü gösteren bunlardır. (Fizilal’il Kur’ân)
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ
İsim cümlesidir. İşaret ismi هٰذَا mübteda olarak mahallen merfûdur. بَيَانٌ haber olup damme ile merfûdur. لِلنَّاسِ car mecruru بَيَانٌ ‘nun mahzuf sıfatına mütealliktir.
هُدًى atıf harfi وَ ’la بَيَانٌ ’e matuf olup, elif üzere mukadder damme ile merfûdur. مَوْعِظَةٌ atıf harfi وَ ’la بَيَانٌ ‘matuftur. لِلْمُتَّقِينَ car mecruru هُدًى veya مَوْعِظَةٌ ‘e mütealliktir.
اَلْمُتَّق۪ينَ kelimesi, sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
هٰذَا mübteda, بَيَانٌ haberdir.
Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenin mertebesinin yüksekliğini belirterek tazim ifade eder. İşaret isminde istiare vardır. هٰذَا ile açıklamalara işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
هُدًى ve مَوْعِظَةٌ tezayüf sebebiyle habere atfedilmiştir. Bu kelimelerdeki tenvin tazim ve kesret içindir.
هُدًى - مَوْعِظَةٌ - لِلْمُتَّق۪ينَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
لِلنَّاسِ ‘deki tarif, örfî istiğraktır. Mükellef olan insanlar kastedilmiştir. Ayette cem ma’at-tefrik sanatı vardır. Bu ihtar, umum insanlara bir nevi beyan, yalnız müttakilere bir hidayet ve mevizedir. Müttaki olmayanlar mütenebbih olamazlar. (Medine Balcı, Dergâhü’l Kur’ân)
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ [Bu, insanlar için bir açıklama] yani onların yalanlamalarının kötü sonunu beyandır. Allah bu beyanıyla Mekkelileri, kendilerinden önce yaşamış olan yalanlayıcıların kötü sonları üzerinde düşünmeye ve onların helakını anlatan, görüp inceledikleri kalıntılardan ibret almaya teşvik etmektedir.
هُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ [Muttakiler için de bir hidayet ve nasihattir.] yani bu anlatılanlar yalanlayanlar için bir beyan ve uyarı olduğu gibi muttaki müminler için de ilave bir nasihat ve pekiştirmedir. قَدْ خَلَتْ ifadesi, imana ve güzel amel sahiplerini zikredilen mükâfatların hak edileceği şeyleri yapmaya yönlendirmek için bir ara cümle de olabilir. Bu durumda [bu bir açıklamadır] ifadesi de muttaki, tövbekâr ve ısrarcıların durumuna dair yapılan özet ve açıklamaya işaret olur. (Zemahşeri, Keşşâf’An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Kelamın, tekzib ehli için beyan olması, takva ehline hidayet ve öğüt olmasına takdim edilmiştir. Amaç, tekzib ehline beyan olmak değil, fakat takva ehline hidayet ve öğüt olmaktır. Çünkü seleflerinin helak kalıntılarını görmeyi mümkün kılan haleflerin görünen halleridir. Hidayetin ziyadesi veya hidayetin aslı da bundan sonra gelir. Hidayet ve nasihat, söz konusu beyana terettüb ettiği halde onların takva sahiplerine hasredilmesi, burada asıl maksadın hidayet ve öğüt olmasındandır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
Ayette, beyan, hidayet ve mevizenin muttakilere tahsis edilmesi, “Bunlardan istifade edenler, ancak muttakilerdir. Binaenaleyh bu hususlar, muttaki olmayanlar için yok gibidir.” anlamındadır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
“Beyan”, şüphe mevcut iken onu izale etmeyi ifade eden bir delalettir. Binaenaleyh fark, “beyan”ın, hangi manada olursa olsun, o manalar hakkında umum ifade etmesidir. “Hidayet”, bir kimseye, sapkınlık ve azgınlık yoluna uymasın diye, doğruluk yolunu izah etmek demektir. “Öğüt” ise din hakkında uygun olmayan şeylerden men etmeyi ifade eden bir kelamdır. Binaenaleyh netice olarak diyebiliriz ki beyan, altında iki nev’i bulunan bir cinstir: Birincisi, dini hususlarda uygun olan şeyleri yapmaya teşvik eden bir kelamdır. İkincisi ise dinî bakımdan yapılması uygun olmayan şeylerden men eden kelamdır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Yüce Allah olan olayları, anlatılan kıssaları açıklanan hakikatleri yakınlık ifade eden هٰذَا َism-i işaretiyle gösteriyor ve ها َ tenbih harfiyle uyarıyor, ikaz ediyor: Ha; dikkat edin, uyanık olun, aklınızı başınıza alın, gafletten uyanın diyor. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce akide üstündür; çünkü, siz sadece Allah’a secde edersiniz. Onlarsa, O’nun yarattıkları şeylerin kimine ya da bazısına secde ederler Hayat metodunuz üstündür; çünkü siz Allah’ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa Allah’ın yarattıkları insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde bulunduruyorsunuz, topyekün insanlığın öncülerisiniz. Onlarsa metodtan uzaklaşmış ve yoldan sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; Çünkü Allah’ın size vadettiği yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa ve unutulmaya yuvarlanıp gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce Allah’ın bir kanunudur. (Fizilal’il Kur’ân)
Tehinû kelimesinin kökü vehene (وهن) olup manası yaratılış veya ahlak yönünden zayıflık demektir.
(Müfredat)
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَهِنُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَحْزَنُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
İsim cümlesidir. وَ haliyyedir. Munfasıl zamir اَنْتُمُ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْاَعْلَوْنَ haber olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanırlar.
الْاَعْلَوْنَ ’nin aslı اَعْلَيُونَ ’dir. Kesre ile damme arasını cem etmek dile ağır geldiğinden ilal yapılmıştır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كُنتُم ’ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri; فلا تهنوا ولا تحزنوا (Gevşemeyin ve hüzünlenmeyin) şeklindedir.
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi كان ’nin haberi olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanırlar.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ
وَ , istînâfiyedir.
İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Aynı üsluptaki وَلَا تَحْزَنُوا cümlesi makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Hal وَ ’ıyla gelen وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ , cümlesi sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin الْ takısıyla marife oluşu bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu ifade eder.
الْاَعْلَوْنَ ‘de istiare sanatı vardır. Bu kelimenin aslı ألعلْوٌ yani irtifadır. Yeryüzünde alçak bir yerden yüksek olan başka bir yere yükselmek anlamını ifade eder. Müminlerin yüceliğinin gözle görünür şekilde olduğu hakkında müstear olmuştur.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Bu ilâhî kelam, müminleri cesaretlendirmekte, kalplerini kuvvetlendirmekte ve Uhud Savaşı’nda maruz kaldıkları zayiat (katl ve karh) dan dolayı onları teselli etmektedir.
Uhud Savaşı’nda muhacirlerden Hamza b. Abdülmuttalib, Resulullah’ın (s.a.v) sancaktarı Mus’ab b. Umeyr (r.a.) ve halasının oğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Maz’ûn ve Utbe’nin azatlı kölesi Sa’d (r.a.) olmak üzere beş; Ensar’dan da yetmiş sahabi şehid edilmişti. Burada yapılan uyarı şudur: “Aldığınız yaralardan dolayı cihadda zafiyet ve gevşeklik göstermeyin ve sizden şehit edilenler için kendinizi sarsacak kadar üzüntüye kapılmayın.” Bu cümle üç türlü tefsir edilebilir:
1- Son galibiyet sizindir. Çünkü seleflerinin hallerini gördüğünüz gibi onların sonu yok olmaktır. Şu halde bu, daha önce zımnen ifade edilen zafer ve galibiyet vaadinin sarih biçimde ortaya konmasıdır.
2- Şanları yüce olanlar sizsiniz. Çünkü siz hak üzeresiniz; sizin savaşınız Allah içindir ve sizin ölüleriniz cennettedir. Onlar ise batıl üzeredir; savaşları şeytan içindir ve ölüleri de cehennemdedir.
3- Sizin haliniz, onlarınkinden daha üstündür. Nitekim siz, Bedir’de, onlara Uhud’da uğradığınız zayiattan daha fazlasını verdirmiştiniz. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm,Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Cenab-ı Hakk’ın, hitabı, “Cihada karşı gevşeklik göstermeyin ve zayıflamayın.” demektir. Bu fiilin (وهن) masdarının anlamı, zayıflık, güçsüzlük demektir. “(Sizden ölüp yaralananlar hakkında) mahzun olmayın.” demektir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Burda وهن (zayıflık, güçsüzlük), mecaz anlamındadır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Ayetin şart üslubunda gelen son cümlesi istînâfiyyedir. Vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıf durumlarda kullanılan şart harfi اِنْ ve كان ’nin dahil olduğu şart cümlesi اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette îcâz-ı hazif vardır. Şartın takdiri …فلا تهنوا ولا تحزنوا (gevşemeyin mahzun olmayın) olan cevabı, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur.
Mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî’Sanatları Doktora Tezi)
كَان ’nin haberi olan مُؤْمِن۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, Tevbe Suresi, 120-121, s. 80)
كَان ’nin haberi isim olarak geldiğinde, haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s.124)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
اِنْ harfi burada, asla gerçekleşmeyecek bir fiilin başında gelmiştir. Halbuki bu harf aslında vuku bulma ihtimali şüpheli olan fiillerin başında gelir. Bu da şüphe ifade eden olayın ve onların doğru sözlü olma ihtimalinin olumsuzluğu konusunda kesinlik ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 7, s.77)
Ayette geçen كُنْتُمْ kelimesi, böyle durumlarda geldiği zaman doğruluğun onların şanı haline geldiğini ifade eder. Yani ‘siz bununla bilinir bir halde iseniz’demektir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 7, s.78)
Bu ayet inananlara hitap ettiği halde اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ifadesinin gelmesi üstünlüğün inanma şartına bağlı olduğunun vurgulanması içindir. (Ömer Özbek, Arap Dili ve Belâgatı’nda Itnâb Üslûbu)
Eğer siz gerçekten müminler iseniz galip gelecek olan sizsiniz, çünkü iman, mutlak surette galibiyet gerektirir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm - Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Uhud Harbi’nde müminlerin bir kısmı bozulunca o zaman düşman komutanlarından olan Halid b. Velid dağı tutmak istemiş, Resulullah da: “Sakın üzerimize yükselmesinler. Ey Allah’ım, bizim kuvvetimiz ancak Seninledir.” demişti. Bu ayet de o zaman indi diye rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud’dan sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa muhakkak başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her İslam ordusu da öyle olmuştur. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | eğer |
|
2 | يَمْسَسْكُمْ | size dokunduysa |
|
3 | قَرْحٌ | bir yara |
|
4 | فَقَدْ | muhakkak |
|
5 | مَسَّ | dokunmuştu |
|
6 | الْقَوْمَ | o topluluğa da |
|
7 | قَرْحٌ | bir yara |
|
8 | مِثْلُهُ | benzeri |
|
9 | وَتِلْكَ | işte o |
|
10 | الْأَيَّامُ | günler |
|
11 | نُدَاوِلُهَا | biz onları çeviririz |
|
12 | بَيْنَ | arasında |
|
13 | النَّاسِ | insanlar |
|
14 | وَلِيَعْلَمَ | (bu) bilmesi içindir |
|
15 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
16 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
17 | امَنُوا | inanan(ları) |
|
18 | وَيَتَّخِذَ | ve edinmesi içindir |
|
19 | مِنْكُمْ | sizden |
|
20 | شُهَدَاءَ | şehidler (şahidler) |
|
21 | وَاللَّهُ | Allah |
|
22 | لَا |
|
|
23 | يُحِبُّ | sevmez |
|
24 | الظَّالِمِينَ | zalimleri |
|
“…ve uğrunda şehitleri olsun diye…”
Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah’ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir. (Fizilal’il Kur’ân)
Karhun dışarıdan dokunan şeyden dolayı meydana gelen yara izidir. Kurh ise içeriden kaynaklanan yara izine denir. Bu ayette karh kurh olarak da kıraat edilmiştir. (Müfredat)
<style="text-align:>Nudâviluha kelimesinin kökü devele (دول) olup savaş, makam/nüfuz için kullanılır. Ayette döndürüp durmak manasındadır (Müfredat). Devlet, düvel (devletler) ve tedâvül (elden ele dolaşma) kelimeleri dilimize bu kökten geçmiştir. </style="text-align:>اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَمْسَسْكُمْ şart fiili olup, sükun ile meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. قَرْحٌ fail olup damme ile merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
مَسَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْقَوْمَ mukaddem mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. قَرْحٌ muahhar fail olup damme ile merfûdur.
مِثْلُهُ kelimesi قَرْحٌ ’un sıfatı olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هُۜ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ istînâfiyyedir. İşaret ismi تِلْكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud, yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. الْاَيَّامُ işaret isminden bedel olup damme ile merfûdur. نُدَاوِلُهَا cümlesi haber olup mahallen merfûdur.
نُدَاوِلُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. بَيْنَ mekân zarfı, نُدَاوِلُهَا fiiline mütealliktir. النَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
نُدَاوِلُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi دول ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِ harfi, يَعْلَمَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel لِ harf-i ceriyle نُدَاوِلُهَا fiiline mütealliktir.
يَعْلَمَ fetha ile mansub muzari fiilidir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. يَتَّخِذَ atıf harfi وَ ’la يَعْلَمَ ’ye matuftur.
يَتَّخِذَ fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. مِنْكُمْ car mecruru يَتَّخِذَ fiiline mütealliktir. شُهَدَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اٰمَنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
يَتَّخِذَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
İsim cümlesidir. وَ itiraziyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi, haber olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِبُّ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الظَّالِم۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
يُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حبب ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
الظَّالِم۪ينَۙ kelimesi, sülâsi mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Âşur itiraziyye görüşündedir.
Şart üslubunda haberî isnaddır. اِنْ şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder.
Şart cümlesi olan يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi olan فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ , tahkik harfi قَدْ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır. Cevap cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek olayın vukuunun kesinliğine işaret etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mef’ûl olan الْقَوْمَ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için faile takdim edilmiştir.
مِثْلُهُ izafeti, قَرْحٌ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
قَرْحٌ , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkib, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber talebî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ cümlesiyle فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ cümlesi arasında tenâsüb ve mukabele sanatı vardır.
مَسَّ - يَمْسَسْكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası, قَرْحٌ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve her iki grupta reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Müslümanlar için sıkıntının dokunması, muzari fiil ile müşriklere sıkıntı dokunması mazi fiil ile ifade edilmiştir. Müşrikler daha önce yapılan Bedir Savaşı’nda yenilgiye uğramışlardı. Müslümanlar da yeni girişip de mağlup gibi görünen ve birçok şehitlerin verildiği Uhud Savaşı’nda sıkıntıya girmişlerdi. Bu nedenle hal manasındaki muzari sıygası kullanılmıştır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Bir görüşe göre bu iki yaradan biri Uhud diğeri de Bedir Savaşı’ndadır.
O takdirde anlam şöyle olur: Eğer o müşrikler, Uhud Savaşı’nda size zayiat verdirmişlerse siz de Bedir Savaşı’nda onları büyük bir zayiata uğrattınız.
Ama onlar, yine de sizinle savaşmaktan geri durmadılar. Binaenaleyh zafiyet ve gevşeklik göstermemek daha çok size yaraşır. Çünkü onların Allah’tan ummadıkları uhrevî nimetleri siz umuyorsunuz.
Bir görüşe göre ise her iki yara da Uhud Savaşı’nda gerçekleşmiştir. Nitekim Müslümanlar, Resulullah’ın (s.a.v) emrine muhalefetten önce müşrikleri önemli bir zayiata uğratmış ve müşrik ordusunun sancaktarının da aralarında bulunduğu yirmi küsür kişiyi öldürmüşler, pek çoğunu da yaralamışlardı. Özellikle süvarilerin büyük kısmını oklamışlardı. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ
وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الْاَيَّامُ , işaret isminden bedeldir. Bedel, atıf harfi getirilmeksizin ve tefsir ve izah maksadıyla bir kelimenin açıklanması için bir başkasının getirilmesiyle yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgular ve ona tazim ifade eder.
Müsnedün ileyhin uzağı işaret etmekte kullanılan işaret ismi ile marife olması, dikkatleri işaret edilene yoğunlaştırmak ve onu yüceltmek içindir.
تِلْكَ ‘de istiare vardır. Tecessüm ve cem’ ifade eden تِلْكَ ile sıkıntılı günlere işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Haber olan نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Fiilin azamet zamirine isnad edilmesi, işin Allah'ın bizzat celâliyle, kudretiyle, kemâliyle ilgili olduğunu belirterek tazim ifade eder.
ذَ ٰلِكَ ve تِلْكَ ile müşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamda bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâgî Tefsiri, Duhan/57, C. 5, s. 190)
وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ [Bu günleri insanlar arasında evirip çeviriyoruz.] cümlesinde zamana isnad alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. Günler değil, günlerin içindeki olaylar devri daim eder.
نُدَاوِلُهَا [Dönüp dolaştırıyoruz] tabiri, istiare-i tebeiyyedir. İnsanların başına gelen iyi veya kötü hallerin değişmesi; harekete, dönüp dolaşmaya benzetilmiştir. Câmi’; yaşanan olayların hep aynı olmayıp farklılaşması, değişikliktir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Günler anlamındaki الْاَيَّامُ kelimesi ile ayette zafer ve galibiyet zamanları kastedilmektedir. İbare, [Bunu devlet olarak insanlar arasında döndürürüz.] anlamında olup “Zaferin yüzünü bazen şunlardan yana bazen de bunlardan yana çeviririz.” demektir. (Zemahşeri, Keşşâf’An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Bu söz, Hakk Teâlâ’nın, “Gevşemeyin, mahzun olmayın. Eğer mümin iseniz, en üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmran Suresi, 139) ayetini tamamlayan bir sözdür. Böylece Cenab-ı Hakk, onlara isabet eden bu yara-berenin, onların düşmanla cihad etme hususundaki gayret ve çabalarını yok etmemesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Çünkü bu yara ve bereler Müslümanlara isabet ettiği gibi bundan önce de aynısı onların düşmanlarına da isabet etmişti. Onlar, kendi batıl inançları ve bunun kötü neticeleri yanında kendilerine isabet eden yaralanma ve ölümlerden dolayı harp konusunda bir gevşeklik izhar etmemişlerdi. Binaenaleyh elde edeceğiniz güzel netice ve hakka sarılmış olmanız sebebiyle böyle bir gevşekliğin size arız olmaması daha evladır.
Cenab-ı Hakk şayet her zaman kâfirlerin sıkıntısını arttırıp müminlerin de sıkıntısını gidermiş olsaydı, iman etmenin hak, etmemenin ise batıl olduğuna dair zaruri bir ilim meydana gelmiş olurdu. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman da teklifin, mükâfat ve cezanın anlamı kalmazdı. İşte bu sebepten dolayı şüpheler bulunmaya devam etsin ve mükellef de İslam dininin gerçek olduğuna delalet eden delilleri inceleyerek bu şüpheleri gidersin, böylece de Allah katındaki mükâfatı büyüsün ve çoğalsın diye, mihnet ve sıkıntıyı bazen iman edenlere, bazen de kâfirlere musallat eder.
Rivayet edildiğine göre Ebu Süfyan Uhud gününde hem dağa tırmanıyor hem de “Nerede İbn Ebi Kebşe (Hazreti Peygamber); nerede İbn Ebi Kuhâfe (Hz. Ebubekir) ve nerede İbnu’l Hattab (Hz. Ömer)?” diyordu. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Şu, Allah’ın Resulü, şu Ebubekir; ben Ömer de işte!” dedi. Buna karşılık Ebu Süfyan, “Gün, güne mukabildir. Günler, insanlar arasında dönüp dolaşır. Harp de (muzafferiyet), nöbetleşedir.” dedi. Buna mukabil, Hazreti Ömer, “Hayır, bunlar birbirine denk değildir. Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.” dedi. Ebu Süfyan da “Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibiyse biz muhakkak ki umduğumuzu bulamadık ve hüsrana uğradık demektir…” dedi. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَعْلَمَ اَنْ قَدْ اَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ cümlesi, نُدَاوِلُهَا fiiline mütealliktir. Masdar tevilindeki car-mecrur, takdiri ليتّعظوا (Öğüt alsınlar) olan mahzuf car-mecrura matuftur.
Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
نُدَاوِلُهَا fiilindeki azamet zamirinden bu cümlede lafz-ı celâle iltifat sanatı vardır.
يَعْلَمَ fiilinin mef’ûlü konumundaki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ cümlesi, masdar-ı müevvele atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْكُمْ , durumun onlarla ilgili olduğunu vurgulamak için mef’ûle takdim edilmiştir.
شُهَدَٓاءَ ’nin nekre gelişi tazim ve nev için olabilir.
Allah iman edenleri zaten bilir. وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ ifadesi, iman edenleri bize göstermek için söylenmiştir. Mecazî isnaddır. Hüsn-ü ta’lil de diyebiliriz.
نُدَاوِلُهَا ’daki azamet zamirinden, لِيَعْلَمَ cümlesinde gaib zamire iltifat edilmiştir. Bu iltifat sanatındaki sır, Allah yolunda cihadın şanını yüceltmektir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)
Burada sebebin adını müsebbebe vermek kabilinden bilmek, mecaz olarak temyiz ve tefrik yerine kullanılmıştır. Yani Allah Teâlâ, imanda sebat edenleri diğerlerinden temyiz etmek için bunu yapmıştır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
“İlim” kelimesinin “malum (bilinen)”; “kudret” kelimesinin de “makdûr (güç yetirilen kudrete konu olan şey)” manasına kullanılması meşhur bir mecazdır. Mesela bir insanın bildiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın ilmidir.”; yine gücünün yettiği şeyler kastedilerek, “Bu, falancanın kudretidir.” denilir. Binaenaleyh yukarıda zikredilen her ayetin zahiri, Cenab-ı Hakk'ın ilminin teceddüt ettiğini (yenilendiğini ve sanki değiştiğini) hissettirse bile yenilenen ilmi değil, ilminin taalluk ettiği şeylerdir. Bunu böylece kavradığın zaman biz deriz ki bu ayetin tefsiri için şu izahlar yapılmıştır:
a) “İhlaslı olanı münafık olandan, mümini de kâfirden ayırıp ortaya koymak için…”,
b) “Allah (dostları) bilsin diye…” Böylece Cenab-ı Hakk bu işi yüceltmek için kendisine izafe etmiştir.
c) “İmtiyazın (aralarında farklılığın) bulunduğunu göstermek için…” Böylece “ilim” kelimesi, imtiyazı gösterme manasında kullanılmıştır. Çünkü farklılığın olduğuna hükmetme ancak ilimden sonra olur.
d) “Bu vakıanın onlardan sudûr edeceğini bildiği gibi bizzat sudûrunu da bilmek ve görmek için…” Çünkü mücâzât ve mükâfat, gerçekleşmemiş bilgiye göre olmayıp bizzat tahakkuk eden şeye göre olur.
“İlim (bilmek)” fiili bazen bir mef’ûl alır. Mesela, (Zeyd'i bildim) yani “Zeyd’in kendisini bildim ve tanıdım” denilmesi gibi. Bu fiil, bazen de iki mef’ûl alır. Mesela, “Zeyd'i, (cömert tanıdım)” denilmesi gibi. Bu ayette murad edilen, bu ikinci şekildir. Fakat ayette ikinci mef’ûl hazfedilmiştir ve takdiri şöyledir: “Allah, iman edenleri imanlarıyla başkalarından ayrılmış olduklarını bilsin ve görsün diye…” Yani günleri insanlar arasında böyle dolaştırmanın hikmeti, iman edenlerin, sabırları ve İslam’da sebatları ile iman ettiklerini iddia eden münafıklardan ayrılmalarını temin etmektir. Buradaki “ilim” fiilinin, o insanların kendilerini bilme manasında, tek mef’ûl alan (ilk) kısımdan olması da muhtemeldir. Buna göre mana, “Onların düşmanlarına karşı cihadda gösterdikleri sabır sebebiyle Allah iman edenleri tanısın ve görsün diye…” yani “onların bizzat kendilerini tanısın diye…” şeklinde olur. Fakat ne var ki bu ilmin meydana gelmesinin sebebi olan şey yani “sabrın ortaya çıkması” ayette hazf edilmiştir.(Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb - Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Şühedâ; ya şehidin çoğuludur. O takdirde mana, “sizden bazı insanlara şehit ikram etmek için…” olur. Bunlar Uhud şehitleridir.
Şühedâ ya da şahidin çoğuludur. Bu takdirde de mana “hak üzerinde sebat, sıkıntılara sabır ve metanetle tahammül eden veya başkaca sadakat kanıtları veren müminlerden adil şahitler edinmek ve kıyamet günü ümmetler hakkında şehadet etmelerini sağlamak için…” olur.
İki manadan hangisi olursa olsun, seçmek ve yaklaştırmak anlamlarını kapsayan ittihaz kelimesinin kullanılmasında onlar için apaçık bir teşrif ve tazim vardır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l- Akli’s-Selîm)
“Şühedâ”, “Küremâ (Kerimler)” ve “Zürefâ (zarifler)” vezninde olup, “şehid” kelimesinin cem’idir. Müslümanlardan, kâfirlerin silahıyla öldürülenlere “şehit” denilir.
İbnu’l Enbârî şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ ve melekler, onların cennetlik olduklarına şehadet ederler. Binaenaleyh ‘şehid’kelimesi, fe’îl vezninde olup mef’ûl (yani şahadet edilen) manasındadır.”
Şehitler, kıyamet gününde peygamberler ve sıddıklarla birlikte bulunacakları için “şüheda” diye adlandırılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, “İnsanlara karşı (gerçeğin) şahidleri olasınız diye…” buyurmuştur.
Onlar, öldürüldükleri anda hemen cennete götürüldükleri için bu ismi almışlardır. Bunun delili, kâfirlerin (ruhlarının) ölür ölmez cehenneme atılmalarıdır. Nitekim Cenab-ı Allah, “(Onlar) suda boğuldular ve hemen cehenneme atıldılar.” (Nuh Suresi, 25) buyurmuştur. Burada da Allah yolunda öldürülen o kimselerin, ölür ölmez hemen cennete sokulduklarının söylenmesi gerekir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
وَ , itiraziyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İtiraz cümleleri, parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, kalplerde teberrük, korku duyguları uyandırmak ve ikaz içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müsned olan لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüd ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler.
الظَّالِم۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir.
Zamir makamında zahir isim olarak الظَّالِم۪ينَ ’nin zikri, onları zemmetmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
الظَّالِم۪ينَ - اٰمَنُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafîy sanatı vardır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhten sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip, hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Olumsuz bir cümlede ismin fiile takdim edilmesi, fiilin bu isimdeki olumsuzluğunu ama başka isimlerdeki varlığını ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 186)
Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in başka surelerinde sevilmeyenlerin farklılığıyla tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
Burada zalimlere verilecek ceza söylenmemiş, sadece Allah’ın onları sevmediği söylenmiştir. Üstü kapalı bir anlatım söz konusudur. Lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
134. ayetteki وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ [Allah muhsinleri sever.] cümlesiyle bu ayettteki وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
[Allah, zalimleri sevmez.] ifadesi, ayette zikredilen ta’lîllerden biriyle diğeri arasında bir ara cümledir; anlamı şudur: İmanda sebat eden, Allah yolunda cihat eden ve günahlarından temizlenen kişilerden olmayanları Allah sevmez.(Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t - Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Bu itiraz cümlesi, makablinin mefhûmunu hülasa olarak açıklar. Burada ifade edilen sevmemek, buğz etmekten kinayedir. Bunun zalimler hakkında olması, Allahu Teâlâ'nın, zalimlerin mukabillerini sevdiğine işarettir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm - Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Cenab-ı Hak, “Allah zalimleri sevmez.” buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.), buradaki zalimlerin, “Şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 13) ayetinden dolayı “müşrikler” manasında olduğunu söylemiştir ki bu ifade ayette sebepler arasında zikredilmiş bir cümle-i itiraziye olmuş olur. Allah, imanda sebat etmeyen ve cihadda sabır göstermeyenleri sevmez.
Burada, Allah Teâlânın müminlere karşı kâfirleri bazen güçlendiriyor gibi görünmesi, bunun az önce sıralanan hikmet ve faydalardan ötürü olup kâfirleri sevmesinden ileri gelmediğine işaret vardır. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Alemlerin Rabbi olan Allahım! Emrettiğin üzere gezdim, dolaştım. İbret almak niyetiyle zihnimi ve kalbimi açtım. Yarattığın dünyanın her köşesinde, bir denge olduğuna şahit oldum. Geçmişte yaşamışları andım. Kimisi hiçbir iz bırakmadan kaybolmuş gitmiş. Kimisi iz bırakmış ama izin sahibi aslında nasıl biri bilinmemiş. İzsiz gidenlerin sayısı, iz bırakanlardan daha fazlaymış. Geçmiştekilerin bizim kadar insan olduklarını unuttuğumuzu farkettim. Her gitmişin benim gibi bir bedeni, bir de nefsi varmış. İstekleri, hırsları, üzüntüleri, yanlış veya doğru seçimleri olmuş. Ancak dünyaya dair nesi varsa, hepsi geride kalmış ve adeta yeryüzünden silinmiş. Kendisini hatırlayan ve hatırlatanlar da kalmamış. Meğer dünya hayatı ne kadar yalanmış.
Neyi istememiz gerektiğini en güzel şekilde öğreten ve affetmeyi seven Allahım! Cennetine girmek için yarışan kullarından. Bollukta ve darlıkta, Senin rızan için harcayanlardan. Öfkesini yenenlerden. Nefsinin ayaklandırdığı duygu ve düşüncelere rağmen bilinçli kararlar alanlardan. Affetmesini bilenlerden ve Senin affına layık olanlardan. Dünyalık her işini ve ahiretlik her ibadetini, güzel yapanlardan. Yaptığı her yanlışın ardından Seni hatırlayıp affına sığınanlardan. Yanlışında ısrar etmektense, doğrularını arttırmaya çalışanlardan. Kur’ân-ı Kerim’in hidayet ve öğüt olduğu takva sahiplerinden olmamızı nasip et.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji