اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الدِّينَ | din |
|
3 | عِنْدَ | katında |
|
4 | اللَّهِ | Allah |
|
5 | الْإِسْلَامُ | İslamdır |
|
6 | وَمَا |
|
|
7 | اخْتَلَفَ | ayrılığa düşmediler |
|
8 | الَّذِينَ | kimseler |
|
9 | أُوتُوا | verilmiş olan |
|
10 | الْكِتَابَ | Kitap |
|
11 | إِلَّا | başka (bir sebeple) |
|
12 | مِنْ |
|
|
13 | بَعْدِ | sonra |
|
14 | مَا |
|
|
15 | جَاءَهُمُ | geldikten |
|
16 | الْعِلْمُ | ilim |
|
17 | بَغْيًا | aşırılıkları |
|
18 | بَيْنَهُمْ | aralarındaki |
|
19 | وَمَنْ | ve kim |
|
20 | يَكْفُرْ | inkar ederse |
|
21 | بِايَاتِ | ayetlerini |
|
22 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
23 | فَإِنَّ | (bilsin ki) şüphesiz |
|
24 | اللَّهَ | Allah |
|
25 | سَرِيعُ | çabuk görendir |
|
26 | الْحِسَابِ | hesabı |
|
İslâm kelimesi, silm, selm, selamet köklerinden gelir; hemzesi duhul veya müteaddi (geçişli) fiil yapmak için kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir kelimedir ki, silme (barışa) ve selamete girmek veya koymak veya selamet temin eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış içine girmek, hasılı sâlim olan mânâlarına gelir ki, hepsinde selamet ve sâlimiyet gayesiyle bir bağlılık ve uyumluluk mânâsı vardır.
Din dahi irade ve akıl sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnızca insanlar arasında uyumluluk değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde yaratıcının iradesi ile yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur.
Kul, Allah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar; böylece arada didişme ve anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî vuslat hasıl olur. Bu sayede insanların birbirleriyle çatışan istek ve iradeleri, bir hedefe yönelerek aralarında bir sâlim medeniyet ve sürekli bir barış meydana gelir.
Ve hepsi ilâhî nimetten istifade eder, felah bulur. Allah'ın birliğine bağlanıp uymayınca da bu maksat hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu tevhid inancı çerçevesinde, her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan" Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkıyle kurtuluş, felah ve selamet ve hayır ve mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır.
Allah katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka ilâh ve ilâhlar tanıyan veya gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten başka bir şey sanan, din ile ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme var zanneyleyen veyahut hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın hakim olmadığını, O'nun hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden velhasıl Hakk'tan gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin, bağlılıkların ve dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek hak din değildir. Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.
Özetleyecek olursak, din ve dindarlığın bütün mânâsı, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslâm'ın mânâsı da faydalı bir selamet, katıksız bir teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din kavramı, mutlak anlamıyla ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olsa, onun özünün teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret olduğu görülür.
Zahir din, İslâm'ın dış görünüşü; batın din İslâm'ın içyüzü; tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki İslâm; batıl din yalan ve yanlış bir İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten selamet bahşeden hak bir İslâm ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir İslâm'dır. Hakiki tevhid ise, şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan, ezel ve ebed bakımından hayy ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet etmektir. Böyle bir ilâh ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet ve hakimiyeti şahid ve meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden başka ilâhları nefyetmiş, O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet edilenlerin hepsinin acz ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi bir zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her türlü mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye ilâhlıkta birliğe kendisi de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet ile hakiki İslâmın, Hak Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din kurucusu olan Allah Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi birliğine iman ve ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak, kulların İslâmı da Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek demektir.
İşte İslâm dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir. Meleklerin ve ilim sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir din yoktur. Bu dinin başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden başka bir din aramak ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan aşağısına nefsini teslim eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır, felakettir. Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile bunun bilimselliğine ve gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi aralarında, gerek Rasûlullah'a karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı bildiren bütün ilim sebepleri geldikten sonra adalet ve hakkaniyetle hareket etmeyi, hakka ve ilme teslim olmayı, boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi aralarında azgınlık ve düşmanlıkla, hükmetme sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra saptıklarından dolayıdır. Fakat adalet ve hakkın ispatı için gönderdiği ve delil olarak öne sürdüğü gibi kesin âyetler ve belgelere her kim küfreder, bunları inkâr eder, İslâm'dan kaçınırsa Allah hesabı çabuk görendir. Cezalarını hemen vermekten çekinmez. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır)
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
الدّ۪ينَ kelimesi اِنَّ ’ nin ismi olup fetha ile mansubdur. عِنْدَ mekân zarfı, الدّ۪ينَ ‘ nin mahzuf sıfatına veya mahzuf haline mütealliktir. Takdiri; الدين الثابت (sabit din) şeklindedir.
اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْاِسْلَامُ kelimesi, اَنَّ ’ nin haberi olup damme ile merfûdur.
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اخْتَلَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’ dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اُو۫تُوا damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur. الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اِلَّا hasr edatıdır. مِنْ بَعْدِ car mecruru اخْتَلَفَ fiiline mütealliktir. مَا ve masdar-ı müevvel, بَعْدِ ’ nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. الْعِلْمُ fail olup damme ile merfûdur.
بَغْيًا sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclih olup fetha ile mansubdur. بَيْنَ mekân zarfı, بَغْيًا ’ e veya onun mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Fiilin oluş sebebini bildiren mef’uldür. “Mef’ûlün lieclihi” veya “Mef’ûlün min eclihi” de denir. Mef’ûlün leh mansubtur. Fiile “neden, niçin” soruları sorularak bulunur.
Türkçede “için, -den dolayı, sebebiyle, -sın diye, ta ki, zira, maksadıyla, uğruna” gibi manalara gelir. Mef’ûlün leh fiilinin önüne geçebilir.
2 tür kullanımı vardır: 1) Harfi cersiz kullanımı. 2) Harfi cerli kullanımı
1) Harfi cersiz kullanımı:
Harfi cersiz olması için şu şartlar gereklidir:
a) Mef’ûlün leh, cümledeki fiilin masdarı dışında bir masdar olmalıdır.
b) Nekre (belirsiz) olmalıdır.
c) Mef’ûlün leh olacak mastarın (iç duygularımızı ifade ettiğimiz, “saygı göstermek, küçümsemek, korkmak, bilmek, bilmemek” gibi) kalbî fiillerden olması gerekir.
d) Fiilin faili ile mef’ulün faili aynı olmalıdır.
e) Fiilin oluş zamanı ile mef’ulün lehin oluş zamanı aynı olmalıdır.
Mef’ûlün lehin harfi cersiz kullanılabilmesi için yukarıdaki 5 şartın beraber bulunması gerekir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اخْتَلَفَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi خلف ’ dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اُو۫تُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أتي ’ dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
وَ istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup, mübteda olarak mahallen merfûdur. Şart ve cevap cümlesi, mübteda مَنۡ ‘ nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَكْفُرْ şart fiili olup, sükun ile meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’ dir.
بِاٰيَاتِ car mecruru يَكْفُرْ fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâl إِنَّ ’ nin ismi olup fetha ile mansubdur. سَر۪يعُ kelimesi إِنَّ ’ nin haberi olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzaftır. الْحِسَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri, فالله محاسبه لأنه سريع الحساب. (Allah onu muhasebe eder. Çünkü O hesabında hızlıdır.)şeklindedir.
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
اِنَّ ve müsnedin tarifi olmak üzere iki unsurla tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Müsned olan الْاِسْلَامُ۠ ‘nun tarifi, kasr ifade etmiştir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ , kasr ve isim cümlesi ile tekid edilen bu ve benzeri cümleler muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Haberin الْ takısıyla marife olması kasr ifadesinin yanında bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtir. Din, islam olmaya tahsis edilmiştir. الدّ۪ينَ , mevsûf/maksûr, الْاِسْلَامُ۠ sıfat/maksûrun aleyh olur.
Bu ayette اِنَّ ’ nin hem ismi hem de haberi marife olarak gelmiştir. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Yani Allah katında İslam’dan başka din yoktur demektir. (Âşûr, Et- Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
عِنْدَ اللّٰهِ car-mecruru الدّ۪ينَ ‘ nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Az sözle çok anlam ifade eden عِنْدَ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olması عِنْدَ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهُ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Arapçada “din”, “Karşılık, mükâfaat ve ceza” demektir; verilen mükâfatın sebebi oldukları için yapılan ibadetlere de “din” denilmiştir.(Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l - Gayb)
وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ
وَ , istînâfiyedir.
İstînâfiye وَ ‘ ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl- Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Fail konumundaki ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘ nin sılası olan اُو۫تُوا الْكِتَابَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اُو۫تُوا fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur. Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir.
Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
Nefy harfi مَا ve istisna harfi اِلَّا ile oluşan kasr, fiil ve car mecrur arasındadır. اخْتَلَفُٓوا sıfat/maksûr, مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ mevsûf/maksûrun aleyh olduğu için kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. اخْتَلَفَ fiiline müteallik olan car-mecrur مِنْ بَعْدِ مَا , konudaki önemine binaen, mef’ûl olan بَغْيًا ‘ e takdim edilmiştir
Masdar harfi مَا ‘ nın sılası olan جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ cümlesi masdar tevilinde olup بَعْدِ ‘ nin muzâfun ileyhidir. Masdar-ı müevvel, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بَغْياً , mef’ûlun lieclihtir. Kelimedeki nekrelik nev, tahkir ve kesret ifade eder.
بَغْياً , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder. Masdar vezni mekan zarfı بَيْنَهُمْۜ ‘ e müteallak olmasını sağlamıştır.
جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ (İlmin gelmesi) ibaresinde الْعِلْمُ ‘ in جَٓاءَ fiiline isnadı, sebep müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatı ya da istiare vardır. İlim, iradesi olan bir canlıya benzetilmiştir. Bu ifadede mübalağa ve tecessüm sanatları da vardır.
مَا ‘ nın tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ihtilaf, ihtilafın nefyi üzerine tertip edilmiştir. Kasr üslubu ile ifade edilen bu mana bu acayip hakikate dikkat çeker, sonra da nefy harfi ve istisna ile kurulmuş kasr cümlesi gelir, ki bu bina, dinleyen kişinin konuyu bilmediği ya da inkâr ettiği durumlarda manayı tekid için kullanılır. Böylece bu acayip şeye çekilen dikkat artar. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 6, s.133)
[Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki ayrılığa düştüler.] Yani Allah’ın dini olan İslam hakkında kendilerine Tevrat’ın ve İncil’in ilmi verilen Yahudi ve Hristiyanlar kendilerine vahiy açıklandıktan sonra ihtilafa düştüler. Bunun sebebi, açıklamadaki bir kusur veya delillerdeki bir kapalılık değildir. Bilakis tevhidin delilleri açıktır. “Aralarındaki kıskançlık yüzünden…” Ahfeş söyle demiştir: Bu ifade öne alınmıştır. Aslında “Aralarındaki kıskançlık yüzünden ancak şu kimseler ayrılığa düştüler.” şeklinde takdir edilir. بَغْيًا , zulmederek üstünlük elde etmeye çalışmaktır. Yani hakka karşı inat edenler, Hz. Peygamber (sav) ve müminlere hasetlerinden, reis olmak istediklerinden ve başkalarına büyüklendiklerinden O’nun ayetlerini düşünmekten yüz çevirdiler. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
Onların, اُو۫تُوا الْكِتَابَ [kitap verilmiş olanlar] şeklinde vasıllandırılmaları, hallerini daha çok takbih içindir. Çünkü ellerinde ihtilafı giderecek ve bu yarayı kökünden kurutacak bir düstura sahip olanların buna rağmen uyuşmazlığa düşmeleri son derece çirkindir. Yani o Yahudiler ve Hristiyanlar, İslam’ın yegâne hak din olduğunu bütün delilleriyle öğrenme imkânına sahip oldukları halde buna arkalarını dönerek kendileri için kapalı bir nokta ve bir şüphe kaldığı için değil, sırf aralarındaki kıskançlık ve rekabet yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Ayetin bu ifadesi, onların, dalaletin son haddinde olduklarını gösterir. Çünkü bu imkâna sahip olanların ihtilafa düşmeleri akıl işi değildir. Ayetin, onların sırf kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüklerini ifade etmesi ise kendileri için takbih üstüne takbihtir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
وَ , istînâfiyyedir.
Şart üslubunda gelen terkipte مَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ cümlesi, şarttır. مَنْ şart ismi mübteda, müspet muzari fiil sıygasındaki يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ cümlesi, mübtedanın haberidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması, cümleye hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
Az sözle çok anlam ifade eden بِاٰيَاتِ اللّٰهِ izafeti, lafza-i celâle muzâf olan ayetlere şan ve şeref kazandırmıştır.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla Allah lafzında tecrîd sanatı vardır.
فَ karinesiyle gelen فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ şeklindeki cevap cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması ikazı ve kalplerdeki korkuyu artırmak içindir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber inkâri kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Az sözle çok anlam ifade eden müsned سَر۪يعُ الْحِسَابِ izafetinde, sıfat mevsûfuna muzâf olmuştur. Sıfat tamlaması, izafetin verdiği manayı karşılayamaz.
İzafette bu kişinin bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri C.7 S. 238)
Ayetin bu son cümlesinde ‘bir anlam için söylenen sözün içine başka bir anlam yerleştirmek şeklinde açıklanan idmâc sanatı vardır. اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ [Allah hesabı çabuk görendir.] ifadesinin manasına, gereken karşılığı göreceksiniz manası idmac edilmiştir. Tehdit anlamı taşıyan bu cümlede, mecâz-ı mürsel sanatı vardır. Lâzım zikredilmiş, melzûm kastedilmiştir.
مَنْ , مَا ve الَّذ۪ينَ ayetteki ism-i mevsûllerdir. Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Kalplere korku salmak kastıyla ayette üç kez tekrarlanan اللّٰهِ lafzında ıtnâb, tecrîd ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ Burada zamir yerine اللّٰهِ lafzının gelmesi, kalplere korku ve heybet yerleştirmek içindir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir, Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
[Allah’ın hesabı çok çabuktur.] Yani o hemen Allah Teâlâ’nın huzuruna gelir ve Allah onu hemen hesaba çekip küfrüne karşılık cezasını verir. Bir görüşe göre Allah’ın hesabı çabuk görmesi cezasının şiddetli olması anlamına gelir. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)