لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَٓاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضٰى وَلَا عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ اِذَا نَصَحُوا لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ مَا عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ مِنْ سَب۪يلٍۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَيْسَ | yoktur |
|
2 | عَلَى | üzerine |
|
3 | الضُّعَفَاءِ | zayıflar |
|
4 | وَلَا | ve yoktur |
|
5 | عَلَى | üzerine |
|
6 | الْمَرْضَىٰ | hastalar |
|
7 | وَلَا | ve yoktur |
|
8 | عَلَى | üzerine |
|
9 | الَّذِينَ | kimseler |
|
10 | لَا |
|
|
11 | يَجِدُونَ | bulamayan(lar) |
|
12 | مَا | bir şey |
|
13 | يُنْفِقُونَ | harcayacak |
|
14 | حَرَجٌ | bir günah |
|
15 | إِذَا | takdirde |
|
16 | نَصَحُوا | öğüt verdikleri |
|
17 | لِلَّهِ | Allah için |
|
18 | وَرَسُولِهِ | ve Elçisi için |
|
19 | مَا | yoktur |
|
20 | عَلَى | aleyhine |
|
21 | الْمُحْسِنِينَ | iyilik edenlerin |
|
22 | مِنْ | hiçbir |
|
23 | سَبِيلٍ | yol |
|
24 | وَاللَّهُ | ve Allah |
|
25 | غَفُورٌ | bağışlayandır |
|
26 | رَحِيمٌ | esirgeyendir |
|
“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirlibedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120.âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir. Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir. 91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70). 92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları için de dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.). 95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır.
Kaynak :(Kur’an Yolu )Diyanet tefsiri
لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَٓاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضٰى وَلَا عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ اِذَا نَصَحُوا لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ
İsim cümlesidir. لَيْسَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
عَلَى الضُّعَفَٓاءِ car mecruru لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. عَلَى الْمَرْضٰى car mecruru الضُّعَفَٓاءِ matuf olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl عَلَى harf-i ceriyle birinci car mecrura mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası لَا يَجِدُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَجِدُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يُنْفِقُونَ حَرَجٌ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يُنْفِقُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
حَرَجٌ kelimesi لَيْسَ ’nin muahhar ismi olup damme ile merfûdur.
اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. نَصَحُوا ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَصَحُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. لِلّٰهِ car mecruru نَصَحُوا fiiline mütealliktir. رَسُولِه۪ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir:
a) (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) (إِذَا) nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezmedenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezmedenlerinkiyle aynıdır.
c) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَيْس isim cümlesini olumsuz yapar. Sadece mazisi çekildiği için camid bir fiildir. Mazi kipinde tüm şahıs zamirlerine çekimi yapılabilmektedir. Türkçeye “değildir, yoktur, hayır” vb. şeklinde tercüme edilir. Bazen لَيْسَ ’nin haberinin başına manayı tekid için zaid (بِ) harfi ceri gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُنْفِقُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi نفق ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
مَا عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ مِنْ سَب۪يلٍۜ
İsim cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallik olup, cer alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. مِنْ harf-i ceri zaiddir. سَب۪يلٍ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ nefî, nehîy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, meful ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M.Meral Çörtü Nahiv s.341 )
الْمُحْسِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. غَفُورٌ haber olup damme ile merfûdur. رَح۪يمٌ ikinci haber olup damme ile merfûdur.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَٓاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضٰى وَلَا عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ
Önceki ayetle ilgili mukadder sorunun cevabı olarak fasılla gelen ayet, beyânî istînâftır. (Âşûr, Et- Tahrîr Ve’t-Tenvîr) Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
لَيْسَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.
عَلَى الضُّعَفَٓاءِ car mecruru لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. حَرَجٌ kelimesi muahhar ismidir.
Birbirine atfedilmiş وَلَا عَلَى الْمَرْضٰى ve وَلَا عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ car mecrurları, عَلَى الضُّعَفَٓاءِ ‘ye matuftur. Cihet-i câmia tezayüftür.
لَا harfi tekrarlanmak suretiyle her grubun sorumluluğu ayrı ayrı olumsuzlanarak tekid edilmiştir.
Mecrur mahaldeki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sıla cümlesi olan لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ , menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَجِدُونَ fiilinin mef’ûlu konumunda olan müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan يُنْفِقُونَ حَرَجٌ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Zayıflar, hastalar, infaka gücü yetmeyenler sayılması taksim, sıkıntı olmayacağı hükmünde birleştirilmeleri cem’ sanatıdır.
الضُّعَفَٓاءِ - الْمَرْضٰى kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Geride kalanlara yönelik ve gazvede oturanları korkutmaktan kaynaklanan mukadder sorunun cevabı olarak gelen beyânî istînâftır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
اِذَا نَصَحُوا لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Şart üslubunda gelen terkipte اِذَا , şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Müteallakı, şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesi olan اِذَا نَصَحُوا لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette îcâz-ı hazif vardır. Şartın cevabı, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Takdiri, فليس عليهم حرج (Onlara bir sorumluluk yoktur.) şeklindedir.
Bu takdire göre, mezkûr şart ve mahzuf cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Kur’an’da çoğu yerde bu ayette olduğu gibi şartın cevabı mahzuftur. Mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mubalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’ân-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
وَرَسُولِه۪ car-mecruru, لِلّٰهِ ‘ye tezayüf nedeniyle atfedilmiştir.
Veciz ifade kastına matuf رَسُولِه۪ izafetinde Allah Teâlâ'ya ait zamire muzâf olan رَسُولِ şan ve şeref kazanmıştır.
لِلّٰهِ - رَسُولِه۪ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
نَصَحُوا fiili samimi olmak manasındadır. Nasihat içten olduğumuz kişilere yapılır.
مَا عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ مِنْ سَب۪يلٍۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden menfî isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede, takdim-tehir ve icaz-ı hazif sanatları vardır. عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ mahzuf mukaddem habere mütelliktir. مِنْ سَب۪يلٍ lafzen mecrur, mahallen merfû olarak muahhar mübtedadır. مِنْ , tekit ifade eden zaid harftir.
مِنْ سَب۪يلٍ ’deki nekrelik, kıllet ifade eder. مِنْ harfi kelimeye ‘hiçbir ’anlamı katmıştır. Menfi siyakta nekre, selbin umum ve şümulüne işarettir.
Cümledeki سَب۪يلٍ kelimesinde istiare sanatı vardır. Sebep manasında gelen bu kelime aslında yol demektir. Muhsinleri kınamak için bir yol yoktur derken, muhsinler, korunaklı, zarar verecek olanların girebileceği bir yol bulunmayan bir araziye benzetilmiştir. Hal mahal alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatıdır. Bu üslupta mübalağa ve tecessüm sanatları da vardır.
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ
وَ istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil اللّٰهِ isminin müsnedün ileyh olarak zikredilmesi tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek, ikazı artırarak emre itaati kuvvetlendirmek ve onun yüceliğine dikkat çekmek için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında iltifat, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah'ın غَفُورٌ ve رَح۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle veya aynen tekrarlanmıştır. Böyle cümleler çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır
Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Fussilet Suresi 44, C. 2, s. 189)